Serdar BİLGİN
Manevi Hastalıklara Mesnevi-i Nuriye'den Şifalar-2
“Kur'ân kalblere kuvvet ve gıdadır, ruhlara şifâdır. Gıdanın tekrarı, kuvveti arttırır. Tekrar etmekle daha melûf ve menus olduğundan lezzeti artar.”
Üç dizi planladığımız yazı dizimizin ilkinde teşhis koymaya çalışmış; iman ile manevi hastalıklarımıza şifa arasında doğru orantı olduğu sonucuna ulaşmış; manevi hastalıkların kaynağını, imanın zayıflığında aramamız gerektiğinin altını çizmiştik.
İlk Sözler
Peygamberimiz Efendimizin (asm) "İnsan vücudunda bir et parçası vardır o düzelirse bütün vücut düzelir. O bozuk olduğunda bütün vücut ifsat olur. İyi bilin ki, işte o et parçası kalptir." (Buhari İman 39) sözünü hatırlatarak bugünkü yazımıza giriş yapalım-inşallah.-
Malumunuz hastalıklar bedeni ve manevi olmak üzere iki yönü ile karşımıza çıkar. Bedeni hastalıklar maddi ya da zihinsel kusurlarımızdan, yaşama biçimimizden kaynaklanır. Manevi hastalıklar ise duygu ve düşüncelerimizi kullanma şeklimizden kaynaklanır. Bedenimizi de duygu ve düşüncelerimizi de yanlış yönelttiğimizde hasta oluruz. Duygu ve düşüncelerimizi kullanma şeklimiz hatalı ise bu durum kalp ve ruhumuzda yaralar açar. Hatta bedenin çalışma düzenini de bozabilir.
Tam burada günümüzde çok kullandığımız kelime “stres” e atıfta bulunmak istiyorum. Stres, insanların kendini ya da birbirini anlama, denetleme yeteneklerini ve kendilerine ya da başkalarına olan güvenlerini kaybettikleri bir aşamadır. İnsanın verimliliği düşüren, hayattan aldığı zevki azaltan, kendisi ve çevresi ile ilişkilerinde sorunlar ortaya çıkaran bir huzursuzluk, tükenmişlik halidir. Ancak bu huzursuzluk hali; ne aile doktorları tarafından ne de ilaçla çözümlenip ortadan kaldırılabiliyor.
Burada bir soru aklımıza düşüyor. Sağlıklı olmak için duygu ve düşüncelerimizi nasıl yönlendirmemiz gerekiyor? Bugünkü ve bundan sonraki yazımızda bu soruya cevap aramak adına -gücüm ölçüsünde- hep birlikte Mesnevi-i Nuriye’nin o derin sularında keşfe çıkacağız -inşallah-
Üstat, çare ve tedavi için; en başta iman ilâcını zarurî görmektedir. İman ilacı, feraizi; mümkün olduğunca yerine getirmekle tesirini gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın bilinmesi yaratılışımızın hedefi ve fıtratımızın da gayesidir. Her şeyden önce O’nun yolunda olmak, ancak O’nun tam bilinmesiyle devamlılık kazanır. Üstadın özellikle vurguladığı hakiki iman, Cenâb-ı Hakk’ın huzurunda olduğumuzun tam bilinci ile yaşanmasıdır.
Hakiki imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tövbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal ederek manevi hastalıklarımıza şifada önemli bir adım atmış oluruz. Manevi dünyamızdaki latîfeler; Cenâb-ı Hakk’ın engin rahmetindendir ki, pek çok yaralar alsalar, pörsüyüp solsalar da ölmezler. İnsan, bir aralık tökezlese, günahlara girse ve bazı latîfelerini soldursa bile belli bir terbiye ve rehabilite ile kendi özüne yönelirse, kalbî hayatın asıl kaynağı olan latîfeler yeniden canlanır. Dolayısıyla belli günahlar neticesinde yaralanan, sararan, kurumaya yüz tutan bu latîfeler, gönülden gelen bir pişmanlık ve ciddi bir tövbeyle tekrar yeşerir, boy atar ve meyve verir. O nedenle dualar, tevhit ve ibadetin esrarına numunedir. Bizim işimiz O’nun sofra-i ihsanından yiyip içmek ve şükretmektir. Şükürde bir zahmet yoktur. Bilâkis, nimetin lezzetini arttırır.
Dört Manevi Hastalık
Üstat; Mesnevi-i Nuriye’de hakiki imanın vuku bulmadığı bir insanı ve toplumu tahlil eder ve dört manevi hastalığa ulaşır. Manevi hastalıkların doğru anlaşılması ve yönlendirilmesi hastalığın tedavisi için önemli olduğundan bugünkü yazımızda bu dört manevi hastalığı genel hatları ile tanımlamaya, tanımaya çalışalım–inşallah.-
Malumunuz Üstat, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinin Katre namındaki kısmında dört çeşit hastalıktan bahsetmektedir.
Birinci hastalık: "Yeis"tir.
İkinci hastalık: "Ucb"dur.
Üçüncü hastalık: "Gurur"dur.
Dördüncü hastalık: "Sû-i zan"dır.
1.Yeis (Ümitsizlik)
Gaye-i hayal insan için bir zenginlik kaynağıdır. İnsanın hayalleri, idealleri olmazsa ataletin pençesinde sürekli erir. Yeis, sâlih amellerde ve ibadetlerde muvaffak olamadığını düşünen bir insanın manevi dünyasında yaşadığı bir fırtınadır. Bu fırtına neticesinde insan “artık ben başaramayacağım” der. Çaresizliğini kabullenir, tembellik eder, nefsine mağlup olur, kulluk vazifelerini yerine getiremez hale gelir ancak azaptan ve cehennemden korktuğu için inandığı hakikatlerin olmamasını ister ve inanç esaslarına aykırı en zayıf vehimleri bile büyük bir delil gibi görmeye başlar. İnanç esaslarıyla ilgili olumsuz bir iddia duyduğunda onlara inanmak ister. Bu hastalık neticede insanı küfre ve inkâra kadar götürebilir.
2.Ucb (Amellere güvenmek)
"Allah'ın sizin üzerine bol rahmeti ve lütfu olmasaydı, sizden hiç biriniz ebediyyen günah ve fenalıktan temize çıkamazdı." ayet-i kerimesini burada zikretmek istiyorum.
Ucb, yeisin zıddıdır. Yeis, Allah’ın rahmetinden ümit kesmek, ucb ise O’nun azabından kendini emin görmesi, sâlih amelleri düşünüp bunların kendini kurtaracağına güvenerek rahat etmeye çalışmasıdır. Her ikisi de dalâlettir. Amellerine güvenen insan yaptığı hayır ve hasenatı kendinden bilir, oysaki insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez.” İnsanın işlediği amellere güvenmesi, “Ben bu amelleri işledikten sonra artık cehenneme gitmem.” “Bu beni kurtarır.” diyerek cennetini garanti görmesi dalâlettir. O halde, bir insan bütün ibadetlerini hassasiyetle yerine getirse ve bütün haramlardan da sakınsa, yine cennetini garanti görmemeli, Allah’ın rahmetiyle cennete gidebileceği hakikatini idrak etmeli, korku ve ümit arasında yaşamalıdır.
3.Gurur
Gurur, bir kimsenin kendi kemalini yeterli ve noksansız görmesidir. Esasında kişinin kendini tanımaması söz konusudur. Temelinde enaniyet, kendine haddinden fazla güven ve kendini büyük görme vardır. Bu algı, kişide hem maddi hem de manevi terakkiyi durdurur; kişi maddi ve manevi terakkide sabit kalır, ileriye doğru bir adım atamaz. Ucb, gurur hastalığını, gurur da ucb hastalığını besleyen iki marazdır.
Gurur sahibi insan, kendini sürekli başkalarından üstün ve ayrıcalıklı gördüğü için kendisi ve çevresi ile sürekli iletişim sıkıntısı yaşar. Nefsini seven kendisini beğenen insan, başkalarını samimi olarak sevmez, sürekli kendini beğendirmeye çalışır. Bu durum da ihlası kırar. Hatta evhama maruz kalabilir, kişiyi küfre ve inkâra kadar götürebilir.
Üstadın ben demeyiniz biz deyiniz tavsiyesini burada belirtmek istiyorum. Çünkü iman ve Kur‘an hizmeti benliği asla kabul etmiyor. Kişiyi yükselten tevazu ve mahviyet, alçaltan kibir ve gururdur. Hakikatte; övgü, methiye ve himmet yaratıcıya aittir.
4. Sû-i zan
Hüs-ü zan, kişi veya olaylar hakkındaki tahmini, ihtimali, tereddüdü iyiye hamletmedir. Bunun aksi ise sû-i zandır. Sû-i zan; iyiye de kötüye de yorumlanabilecek bir işi, kötü yönünden bakarak kötüye yormak, insanın kötü bir fiil ya da iş yaptığını zannetmek, ihtimal vermek ya da düşünmek manalarına gelir. Yani sû-i zan, kişinin kendisinde olan bir kabahati başkasına teşmil etmesinden öte değildir.
Sû-i zan; Müslümanlar arası tesanüt, uhuvvet, muhabbet, teavün düsturlarını zedeler, toplumda kin ve nefreti artırır, maddî manevî hayatımıza zarar verir. O nedenle Üstadın bir şahsı ya da heyeti tenkit ederken veya İslam hakkında ortaya attıkları şüpheleri cevaplarken isimleri ifşa etmemesini burada zikretmek istiyorum. Bizler; hüsn-ü zanna memur olmalıyız, hulûs-i kalp sahibi olmalıyız. O nedenle başkaları hakkında söylenenlere ihtiyatlı davranmamız çok büyük önem arz ediyor.
Hülâsa
Dört manevi hastalığı, genel hatları ile tanımlaya çalışırken manevi hastalıkların temel sebebinin dünya sevgisi ve iman zayıflığı olduğu, lehviyat-ı nevmiye mesabesinde olan dünya hayatının insanı sarhoş edip kişinin imanını zayıflattığı sonucuna ulaşıyoruz. Mesnevi-i Nuriye’de bu ifade şöyle temsil bulur.
“Sarhoş bir herif, esnâ-yı irşadda bir adama rastgelir. Zavallı adamın arka tarafında korkunç bir arslan duruyor. Ön tarafında da sehpa ağacı kurulduğu gibi, her iki yanında da dehşetli yaralar var. Fakat adamcağızın elinde iki ilâç vardır. Ve lisanıyla kalbinde iki tılsım vardır. Onları istimal ederse şifâyab olur. Ve o arslan ata inkılâp eder. Burak gibi bineği olur. O sehpa ağacı da daima teceddüd etmekte olan ahvâl-i âlemi, seyyal manzaraları seyretmeye âlet ve vasıta olur. O sarhoş herif, o zavallı adamcağıza diyor:
"Yâhu, nedir o ilâçları, tılsımları saklıyorsun? Onları at, keyfine bak."
Adamcağız:
"Yok baba! Bu ilâçlar ve tılsımların hıfz ve himayelerindeyim. Onlardan almakta olduğum haz, lezzet, keyif bana kâfidir. Fakat o arslan gibi parçalayıcı ölümü öldürebilirsen ve sehpayı kırmakla kabir ağzını kapatabilirsen ve hayatımın mâruz kaldığı fenâ ve zeval yaralarını bir hayat-ı bâkiyeye tebdil etmekle tedavi edebilirsen, pekâlâ, seninle beraber dans oynayalım. Ve illâ gözümün önünden def ol, git. Sen ancak kendin gibi sarhoşları kandırabilirsin. Ben sarhoş değilim. Dünyanıza, keyfinize ihtiyacım yok. Çünkü "Allah bize yeter; O ne güzel vekildir. O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.”
Son Sözler
İ'lem eyyühe'l-aziz!
- Allah sana yeter; O ne güzel vekildir. O ne güzel dost ve O ne güzel yardımcıdır.
- Kemâlâta ulaşmak için kusurların ile ilgilenmeyi, kendini ıslah etmeyi düstur edin.
- Ne ilmin ne güzelliğin ne de malın sana ait değil, o nedenle gururlanmaya ya da üzülmeye hakkın yok.
- Amellerine güvenme, Allah’ın senin üzerindeki bol rahmeti ve lütfuna güven.
- Ümit var ol. Ancak mağlubiyetin ardından üzülme, gevşeme; muvaffakiyetin ardından da zafer sarhoşu olma, şımarma.
-Güzel gör ve güzel düşün.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.