Milletini Sevmek ve Milliyetçilik-IV

Sonuç

Bir müminin, mümin olan soydaşını veya fazıl ecdadını sevmesinde; asıl milleti olan İslam milleti içerisinde tefrikalara ve fitnelere -ve ayrıca ilk bölümlerde de değinmeye çalıştığımız kimi yanlışlıklara- sebebiyet verilmediği sürece, herhangi bir sakıncanın bulunmadığına inanıyorum... İşin sakıncası daha çok, sadece kendi ırkıyla değil de, “başka ırklara mensup mümin kardeşleriyle de” hükmedilmiş olunan bir kardeşliğin;  kişilerin nazarında, kendi ırklarından olan müminlerle aynı derecede bir “öz kardeşliğe” bir türlü evirilemiyor olmasıdır... Ve özellikle de, ağırlıklı olarak kendi soyuna ait ecdad kıssaları üzerine bina edilmiş bir dinî anlatımın, bu dine mensup olup da, o soydan olmayan müminler için bir aksülamel olabileceğinin; dahası, böyle bir dini söylemin, Ümmet bilincine değil, bilakis, “devrin Millet” bilincine hizmet ettiğinin de fark ve kabul edilememesindedir sakınca...

Bundan dolayı, en başta bir Müslüman olarak dememiz gerekiyor ki: Ben İslam milletindenim; ve fıtratıma dercedilmiş olunan ‘nesebini sevme’ şeklindeki duygumu, “asıl milletimi” sevme, onu benimseme ve muhafazaya çalışma yolunda bir hareket noktası ve “bir kale” kılarak, bu yolla milliyetimi müspet bir hale bürümek gibi bir imtihana tabiyim… 

Bu konuda benden beklenen, işte budur aslında... O Kudsî Milliyetime yöneltmem gereken sevgimin büyük çoğunluğunu nesebime yöneltmekle, milliyet şuurumu aslında bir “Menfî Milliyete” dönüştürüyor olmak yerine; fıtrî milliyet sevgimi hak ettiği asıl miktarıyla, asıl milliyetim olan İslam Milliyetine sevk ederek bir “Müspet Milliyete” dönüştürmek... Yani, gereğinden fazla olduğu takdirde tıpkı Ene’me olan muhabbetimin, mukaddesata yönelmesi gereken sevgimde beni geri bıraktırabilme “vartası” gibi; nesebime olan muhabbetimin de, caiz olan şeklini aştığında asıl milliyetim olan İslamiyet milliyetine yönelmesi gereken hislerimin önüne geçtiği, hatta tamamen engellediği durumlarda, ben aslında bu imtihanı da kaybetmiş oluyorum demektir!.

Böylelikle, Kur’ân’ın tabiriyle “Şuuben ve Kabâile” şeklinde yaratılmamızdaki “teârüf ve teâvün” hikmetlerinin arasında; herkesin kendi kavmini ön plana çıkartmasıyla ayrı ayrı dini telakkiler oluşturmaya sebep olabilme vs. gibi bir “hikmetin”  –haşa-  asla bulunmadığı da, belki daha iyi anlaşılacaktır.

Ki, özellikle de İslam Milleti için, “Tanıma-tanışma ve yardımlaşma” gayesiyle ayrı ırklar halinde yaratılmış bulunmanın hikmeti hakkında demek gerekiyor ki: “Nasılki bir ordu fırkalara, fırkalar alaylara, alaylar taburlara, bölüklere, tâ takımlara kadar tefrik edilir. Tâ ki; her neferin muhtelif ve müteaddid münasebatı ve o münasebata göre vazifeleri tanınsın, bilinsin.. tâ, o ordunun efradları, düstur-u teavün altında, hakikî bir vazife-i umumiye görsün ve hayat-ı içtimaiyeleri, a'danın hücumundan masun kalsın. Yoksa tefrik ve inkısam; bir bölük bir bölüğe karşı rekabet etsin, bir tabur bir tabura karşı muhasamet etsin, bir fırka bir fırkanın aksine hareket etsin değildir.” (33)

Diğer türlü, “Cemaatlerin rabıtasını "unsuriyet ve menfî milliyet" bilmek” (34) şeklindeki fikrin, aslında bu medeniyet-i hâzıraya ait felsefenin özelliklerinden biri olduğunu bir an unuttuk diyelim; ve de İslamiyetin milliyetçiliğe cevaz verdiği ve hatta bunu teşvik ettiği şeklindeki bir anlayışın doğruluğunu da bir an kabul dahi edelim; o takdirde fikr-i milliyet anlayışına mensup kimselerin, kendi neseplerinden farklı olan “herhangi bir kavim-İslam” türü sentezleri de kabulleniyor olmaları gerekmektedir mantıken. Ancak daha önce de değindiğimiz şekilde bu, teorik olarak bu haliyle bile mümkün değildir. Çünkü Türk-İslam’ın çıkarı, Kürt-İslam’la; Arap-İslam’ınki, Fars-İslam’la çatışacaktır ve hakeza... Yani her biri, bir diğerini temel olarak samimiyetle kabul edemezler, ederlerse, fikirlerinin mevcudiyetini reddetmiş olacaklardır.

Üstelik, günümüzde –özellikle de Anadolu gibi bir “Kavimler Yurdunda” yaşayan- kavimlerin soylarının birbirine karışmış olduğu gerçeğinden hareketle; kan bağına dayanan bir fikr-i milliyette bulunmanın mantıksızlığı da meydandadır. Zaten, Bediüzzaman Hz.nin de değindiği üzere; o fikri savunanlar, bu mantıksızlığın farkına vardıklarından dolayıdır ki örneğin: “Menfî milliyetçilerin ve unsuriyetperverlerin reislerinden ve dine karşı pek lâkayd birisi, mecbur olmuş, demiş: "Dil, din bir ise; millet birdir."  şeklinde çözümler üretmeye çabalamışlardır. Bu ‘parlak çözüme’ karşı, Üstad Hz.nin vermiş olduğu gelecek cevabını ise; özellikle de bir önceki bölümde değindiğimiz “anlama problemlerini” ve ayrıca bu bahsin başında geçen: “Menfî milliyette ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki” hitabını nazara alarak okumak, daha faydalı olacaktır: “Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” (35)

Ama ne yazık ki Ümmet-i İslam’ın bugün düçar olduğu en büyük illetlerden birisi de tam olarak budur işte: Devrin, İslam’ı herhangi bir kavmin telakkileriyle -güya- sentezleme zorunluluğu!.. Haşa, hem de İslam’ın herhangi bir senteze ihtiyacı sanki varmış gibi...

Oysa sıklıkla yüz yıl önce bu tehlikeye dikkat çektiği söylenilen Bediüzzaman Hz.’nin, biraz da: “Milletimiz de yalnız İslâmiyet'tir. Zira, Arab, Türk, Kürd, Arnavut, Çerkez ve Lazların en kuvvetli ve hakikatlı revabıt ve milliyetleri, İslâmiyet'ten başka bir şey değildir.” (36) şeklindeki sözlerini dikkate aldığımız takdirde; aslında sözü edilen o tehlikenin de, bu ümmeti, ümmetin unsurlarını tek bir millet kılacak olan bağdan, yani İslamiyet Milliyeti hakikatinden uzaklaştırmaktan ibaret olduğunu dile getirmeyi, hakkaniyetli bir tutumun ifadesi sayacağızdır. Tersten ele alırsak manayı; bu kavimlerin, aslında tek bir millet iken, menfi milliyet dava ederek İslam Milliyeti yerine kendi kavimlerine ait milliyetçiliklerde bulunmaları; Kur’ân’ın öğretisine zıt bir surette, ayrı ayrı milletler haline gelmelerini de kaçınılmaz kılacaktır.

Ne var ki, bir önceki alıntının devamında: “Nasılki az ihmal ile tavaif-i mülûk temelleri atılmakta ve onüç asır evvel ölmüş olan asabiyet-i cahiliyeyi ihya ile fitne ikaz olunmaktadır. Ve oldu gördük...” şeklindeki sözleriyle, tıpkı Abbasilerin ya da Endülüs’ün, zayıflamalarıyla ortaya çıkan küçük beylikler ve devletçikler suretiyle onlarca parçaya bölünmelerine atıfta bulunarak; “on üç asır evvele ölmüş olan asabiyet-i cahiliyyeyi” diriltme pahasına, ümmeti parçalara bölen bir “fitneye” dikkat çeken O Ümmet aşığının, “Ve oldu gördük...” ifadesi ise, Osmanlı sonrası İslam coğrafyasının “tavaif-i mülûk” haline dönüşmesinde başrollerden birini oynayan milliyetçiliğe yönelik haklı bir kahrı da barındırmaktadır zannımca...

Ne var ki, Arapların şahsında, başlı başına Ümmete bir hitabe olan Hutbe-i Şamiye’de ise; düştüğümüz bu ‘asırlık hataya’ rağmen zihnimize çizmemiz gereken proje bellidir:  “Cemahir-i Müttefika-i Amerika gibi en ulvî bir vaziyete girmeğe, esarette kalan hâkimiyet-i İslâmiyeyi eski zaman gibi küre-i arzın nısfında, belki ekserisinde tesisine muvaffak olmanızı rahmet-i İlahiyeden kuvvetle bekliyoruz. Bir kıyamet çabuk kopmazsa, inşâallah nesl-i âti görecek.” (37)

Dualarımızın, fikriyatımızın ve icraatlarımızın, bu “ulvî vaziyete girme” yönünde olması dileğiyle!...

Kaynakça:

33- Mektubat, a.g.e., s.321-322.
34- Sözler, a.g.e.,s.408.
35- Mektubat, a.g.e. s.326.
36- Bkz.: 18.dipnot.
37- Tarihçe-i Hayat, a.g.e.,s.98.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.