Şahin DOĞAN
Mustafa Armağan, İlber Ortaylı ve Osmanlı Tasavvurumuz
Modern zamanlarda tarih merakı hayli revaçta. Her millet mazisinin derinliklerine dalarak kökünü, kimliğini yani kendisini tanımaya çalışıyor. Kendisine sunulan hazır bilgilerle yetinmeyip daha fazlasını daha nesnelini arıyor. Ya da tarihinin üzerine çekilmiş bulunan esrar perdesini aralamaya çalışıyor. Kısacası kendisiyle yüzleşmek, hesaplaşmak istiyor. Türkiyede de son zamanlarda Cumhuriyetle birlikte üzerine kalın bir esrar perdesi çekilen Osmanlı, merak ediliyor artık. Onu anlayacak ve bu perdeleri aralayacak mütecessis dimağlar yetişiyor. Mustafa Armağan ve İlber Ortaylı bu talihli ve duyarlı kafilenin başını çekiyor. Birincisi akademik herhangi bir unvanı olmayıp kendi ifadesiyle sadece bir “Kültür Adamı”, İkincisi Türkiye de hemen hemen her tarih meraklısının yakından tanıdığı ve yakın tarih alanında uzman bir sima olan Prof. İlber Ortaylı. İkisinin de ortak bir derdi var: Unutulan, daha doğrusu bilinçli bir şekilde unutturulmaya çalışılan “koca bir medeniyeti” yeniden keşfetmek, genç hafızalarda diriltmek, küller altında can çekişen muhteşem bir maziyi gün ışığına çıkarmak. Ortaylı, daha ziyade şifahi beyanlarıyla, Armağan ise genellikle makaleleriyle bu “kutsal” görevi üstlenmiş bulunuyor.
Osmanlı Fetişizmi…
Armağan, “Küller altıda Yakın Tarih”, “Osmanlı İnsanlığın Son Adası”, “Geri Gel Ey Osmanlı”, “Osmanlının Kayıp Atlası”, “Yakın Tarihte Maskeler ve Yüzler””ve “Abdülhamit’in Kurtlarla Dansı” gibi eserleriyle birçok ezberi bozmaya devam ediyor. En azından Cumhuriyetten bu yana hakim olan yamuk bakışı yıkıyor. Lale devrinin zevk-ü sefasından Matbaa meselesine, “kızıl sultan” yakıştırmasından Kasr-ı Şirin gerçeğine, Harf İnkılabı’ndan ezanın Türkçeleştirilmesine ve Türk kadınının seçme ve seçilme hakkı kazanmasının iç yüzüne varıncaya kadar, yüzlerce gerçeğin üzerine cesurca eğilir, onları aydınlatmaya çalışıyor. Kardeş katli meselesine kaynak teşkil eden Kanunname-i Ali Osman’ın sıhhat derecesi ve Osmanlı padişahlarının birçok bilinmeyen entelektüel yönlerini onun kaleminden keyif ve birazcık hayretle okuyoruz. Onlarca gerçeğin aydınlatılmasında önayak olan Armağan, birçok meselede nesnel ve objektif davranmayı başarırken, Osmanlı padişahlarının Hacca gitmemelerinin nedenini: “…Benim kişisel kanaatim biraz mantık dışı görünebilir size. Osmanlı padişahları sanki kendilerini hac gibi yüce bir iltifata layık görmüyorlardı! Bu davranışlarını, Ertuğrul Gazi ile Osman Gazi’ye ortak olarak atfedilen şu Kur’an-ı Kerim’in bulunduğu odada uyumama tavrıyla irtibatlandırıyorum. Burada adeta kendilerini günahkâr addettiklerinden o yüce vazifeye layık görmeme tavrının kokusunu alıyorum ben. Dediğim gibi bu tamamen kişisel bir yorum…” (M. Armağan, Zaman, 23 Aralık, 2007) Yavuz’un mitoslaşmış ve aşırı yüceltilmiş Mısır seferini anlatırken takındığı tavır, tamamen duygusal ve sübjektiftir. Bazen öyle mübalağalı ifadeler kullanır ki kendinizi Yavuz Bahadıroğlu’nun aşırı hamaset kokan irrasyonel dünyasında hissedersiniz.
Evet Cumhuriyet döneminde Osmanlı mirası hiç acımadan hırpalandı, hor görüldü ve hatta yer yer ayaklar altına alındı. Bütün bunlar doğru. Fakat bu haksızlıklara karşı çıkayım derken siz de kalkar Osmanlı’yı göklere çıkarırsanız sizinki de pek sağlıklı olmaz. Bunun adı kelimenin en halis manasıyla Osmanlı Fetişizmidir. Osmanlı padişahlarının hepsini pak, nezih ve sütten çıkmış ak kaşıklar gibi göstermek, her birini bir evliyaullah olarak tanıtmak, Kabe’yi görmeyince namaza durmazlardı demek tamamen duygusaldır, bilimsellikle, tarihçilikle bağdaşır hiçbir yanı yoktur. Armağan, zaman zaman bu tür duygusallıklara kendisini kaptırsa da bakışı ve duruşu yine de objektife yakındır. Konu birazda etkiye karşı tepki meselesi olduğundan bazı fanatik aşırılıklar tabii karşılanabilir.
Osmanlı Mucizesi…
İlber Ortaylı, Armağan’a nispetle daha akademik ve bilimsel bir dimağ. Yani daha sevimsiz ve soğuk. Ortaylı, Osmanlıya hakkını verir ama onu aklamaz. Mesela Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’un fethi sırasında askerlerine üç gün boyunca şehri yağmalama izni vermiş. Yani İstanbul Türk askerleri tarafından üç gün boyunca geceli-gündüzlü acımasızca yağmalanmıştır. Bunu diyen İlber Ortaylıdır. “Tarihçilerin kutbu” Halil İnalcık da aynı kanaatte. Bu iddia doğru mudur, bilmiyorum ama bunu demek gerçekten de cesaret ister. Osmanlı fanatiklerinin hiçbir zaman söyleyemeyecekleri, kabullenemeyecekleri bir iddiadır bu. Yine Ermeni Tehcirinde yaşanan bazı trajik sahneleri açık yüreklilikle kabul eder. Sadece “soykırım” kavramını bilimsel bulmadığından reddeder. Karşılıklı “mukateleleri” itiraf eder. Tarafsız duruş, tarihi aklamama en büyük entelektüel namustur. Bu cümleyi defalarca kullanan Alev Alatlı, romantik davranmaktan kendini alamaz. “Hayatını Türk irfanına adamış münzevi, ve mütecessis bir fikir işçisi” olan Cemil Meriç bile Renan’ın “Yunan mucizesi” mitosuna karşılık “Osmanlı mucizesi” diyerek karşılık vermekten alamaz kendini. Halbuki Yunan’ın Sanat, Mimari ve bilhassa Felsefede yakalamış olduğu entelektüel ivme, itirafa etmek gerekir ki Osmanlı’nın çok ilerisindeydi. Üstadın bu tavrı tamamen duygusaldı. İnsiyaki tepkilerle hücumu püskürtmek hiçbir zaman çözüm değildir.
Ortaylı, yine Üstat Meriç’in yere göğe sığdıramadığı Edward Said’in kaleme almış olduğu dev “Oryantalizm” adlı çalışmasına yaklaşırken sağduyulu ve objektiftir. Esere hakkını vermekle birlikte bir kısım üçüncü dünya ülkesi aydınlarının büyüttüğü kadar irrasyonel yaklaşmaz, daha mutedil ve daha ölçülüdür. Hatta zaman zaman bazı oryantalist çalışmaları över. Gerek İslam tarihi, düşüncesi ve gerekse Türk dili üzerine kaleme alınan oryantalist çalışmalar onun gözünde tamamen faydalıdır. Eleyici bir okumaya tabi tutarsak onlardan kapacağımız çok şey var diyerek bilimsel duruşundan taviz vermez. Bu özellik onu, Armağandan ayırır.
Apolojik (Savunmacı) Yaklaşım…
“Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek”, “Tarihin Sırlarına Yolculuk”, “Tarih Sohbetleri” ve “Osmanlı Teşkilat Müesseseleri” hakkında kaleme almış olduğu nice makalesinde “Küller altında” kalmış Osmanlının gerçek yüzünü göstererek Enderun mektebinden Harem fantezisine varıncaya kadar birçok gerçeği aydınlatmaya çalışır. Fakat bunu yaparken Armağan’ın zaman zaman içine düştüğü her şeyi tevil ve tefsir etme hatasına düşmez. Eğer Yıldırım içki içmişse içmiştir, Lale devrinde Neşideler eşliğinde zevk-ü safalar tertiplenmişse tertiplenmiştir. Kardeş katli her ne gerekçeyle olursa olsun İslam’ın en temel ilkelerine aykırı. Buna amasız, fakatsız, lakinsiz hayır! demek lazım değil, elzem. Apolojik (savunmacı) bir halet-i ruhiye ile bu gerçekleri aklamanın, saklamanın ya da herhangi bir hikmete bağlamanın hiçbir anlamı yok. Necip Fazıl’ın “Yeniçeri”, “Ulu Hakan II. Abdülhamit” Mehmet Niyazi’nin “Çanakkale Mahşeri”, Yavuz Bahadıroğlu’nun “Şirpençe”si… ve muhafazakar kesim tarafından kaleme alınan daha birçok eserde Osmanlı ya aklanır ya da paklanır. Onlara göre Osmanlı’yı müdafaa İslam’ı müdafaadır. Osmanlı’ya hakaret İslam’a hakarettir. Osmanlı demek topyekun İslam demektir. Hatta F. Gülen daha da ileri giderek şöyle der: “Osmanlıya uzatılan parmak kesilmeli, ona çıkartılan dil koparılmalı. ” Bu tür yaklaşımların bilimle, dinle hiçbir ilgisi yok. Bunlar tamamen duygusal, kavmiyetçi ve cahilce söylemlerdir. Eğer tarihimizi böyle okumaya devam edersek bizler hiçbir zaman gerçekleri öğrenemeyiz ve onlarla yüzleşemeyiz. Son söz “Onlarda sizin gibi bir ümmetti, geldiler geçtiler… Kimse kimsenin günahını yüklenmez. ”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.