Ahmet AY
Neden herkes bu kadar Abdurrahman?
Bu konuya dair daha evvel de birşeyler karaladım, ama bal dili usandırmaz, yine karalayayım. Şuradan başlayalım: Tecrübe dediğimiz şey, insanın 'olay okumalarını' aşıp 'kanun okumaları' yaptığı düzlemde ortaya çıkar. Yoksa salt yaşla gelen bir kıdemden bahsetmiyoruz tecrübeyi konuşurken. Fakat insanın yaşlanması, varlığının daha çok zamana yayılması, dolayısıyla daha çok mekana/olaya/harekete şahit olması ve bakışının bu olaylar ve mekanlar arasında kıyaslar yapabilecek bütüncüllüğe ulaşması açısından tecrübeye katkı verebilir. Yaşın bu meselede elbette bir hakkı vardır. Fakat ancak 'hakkı verilirse' vardır. Eğer yaşının tüm imkanlarına rağmen bakışını bütüncülleştirememişse birisi, daha kapsamlı bir hale getirememişse, onun dilinden çıkanın tecrübe olduğu söylenemez. Yaşlılık, bu anlamda tecrübî bilgiye imkan sağlar, ama onu garanti etmez.
Tecrübeye en yakın anlamda kullandığımız kelime ise 'denemek.' Birisini denediğiniz zaman aslında onu 'tecrübe etmiş' oluyorsunuz. Eskiler öyle derlerdi. Yeniler böyle diyorlar: Deney. Peki bu tecrübe ediş veya deney bize ne tür bir bilgi veriyor sınadığımız şeyler hakkında? O kişinin/şeyin, o tarz bir hadisede, ne tür bir tepki verdiğini ve dolayısıyla 'hep vereceğini' öğrenmiş oluyorsunuz.
"Seni denedim" veya "Seni tecrübe ettim" dediğinizde aslında kastettiğiniz: "Senin kanununu çözdüm. Sen böyle böyle birşey olduğunda şöyle şöyle yaparsın" kanaatidir. Örneğin: Dar gününüzde sizden uzak kalmayı tercih eden arkadaşınızın ne denli kaliteli (!) bir arkadaş olduğunu, bu tecrübe sayesinde, öğrenmiş olursunuz. Bu bir kanun bilgisidir. Ve o arkadaşla ilgili bundan sonraki tavır ve davranışlarınızı mutlaka etkiler.
Deney de aslında bu işe yarıyor. Deneyler yoluyla Allah'ın sünnetullahının kainatta nasıl cari olduğunu öğreniyoruz. Bilim bunu nesnelerin/sebeplerin tabiatı ve biraz ötesinde yalnızca 'tabiat' olarak okusa da, aslında bu bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunat bilgisini veriyor. Olaylardan yapılan bir tefekkür yalnızca esma düzeyinde marifet taşırken kalbimize (fiil, fail, failin fiille ilgili ismi), kanunlardan yapılan tefekkür Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan bir lezzet-i kudsiye duyduğunu' anlamamızı sağlıyor.
Bu nasıl bir bilgidir? Bu, heyecanımı ve tabirimi hoş görün, çok süper bir bilgidir. Bunu bildikten sonra insan kainatta daha rahat hareket eder. Çünkü kainat 'sağı solu belli olmayan şeyler dizisi' olarak korkutmaz onu. Sahibi olan Allah'ın 'öyle yapmayı tercih ettiği' bir sıfat ve şuunat yansımasıdır artık varlık. Allah hakkında şöyle bir marifet eşyaya karşı da ünsiyet duymamızı sağlar. Köpeğin sahibini dostun olarak tanıyorsan onu üzerine salıp seni ısırtmasından endişe etmezsin.
Bediüzzaman'ın metinlerinde bu sıfat ve şuunat okumasının, en az esma okuması kadar vurgulandığını düşünüyorum. Hatta Bediüzzaman'ın esma tefekkürü yaptığını düşündüğümüz çoğu yerde o aslında hem esma, hem sıfat, hem şuunat okuması yapıyor, Allahu'l-alem. Bir yerde diyor mesela: "Ve hem bil ki, rahmâniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tâbirler, Cenâb-ı Hakkın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe'nlerine işaret ederler." Yani, sadece bir fiil ve fail bilgisi almazsın onlardan, aynı zamanda 'failin şanına/eyleyişine dair' bir malumat da edinirsin.
Buradan şuraya geçeceğim: Risale metinlerini, özellikle de Lahikaları okuyanlar bilirler. Bediüzzaman, talebelerini birbirlerine çok benzetir veya bedel sayar. Mesela Hulusi abi gibi kimi isimleri yeğeni Abdurrahman bedeline saydığı gibi, Refet abi gibi isimleri de Hulusi abinin bedeline sayar. Bazen daireye yeni giren bir talebesini 'ikinci bir falanca' diye anarak giden bir talebesinin (tabii mekansal bir gidişten bahsediyoruz) yerine koyar. Öyle sever. Bunu, Risale-i Nur külliyatı içinde o kadar sık yapar ki, metinlere aşina olanlar için ayrıca izah etmeye ihtiyaç duymuyorum. Yalnız birkaç örnek metin paylaşayım:
"Hulûsi Bey, benim yegâne manevî evlâdım ve medar-ı tesellîm ve hakikî vârisim ve bir dehâ-yı nuranî sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman'ın vefatından sonra, Hulûsi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifâya başlamasıyla..."
"Sabri ise, fıtraten bende mevcut has bir nişan var; bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim. Sabri'de aynı nişan-ı fıtrî var. Bütün talebelerim içinde, karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet kendinde hissetmiş. Ve şu havâlide en az ümid ettiğim ve o da geç uyandığı halde en ileri gittiği bir işarettir ki, o da bir Hulûsi-i Sânîdir, müntehaptır."
"Aziz kardeşim Re'fet Bey, Senin mektubunu ve kitabını memnuniyetle aldım. Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulûsi Beyin ruhunu sizde hissettim. Seni yeni değil, Hulûsi gibi eski bir talebe olarak kabul ettim."
Bediüzzaman'ın, metinlerinde üslûp derecesine varan bu kullanım hassasiyetini/âdetini, sathî bir bakışla, 'salt bir motivasyon aracı' olarak görebiliriz. Veyahut biraz daha ötesine gidip fikrimizle, bu talebeleri arasında çeşitli noktalardan benzerlikler gördüğünü ve bu benzerliklere atfen böylesi cümleler kurduğunu iddia edebiliriz. Bu ikisinin de payının 'hiç hükmünde' olduğunu düşünmüyorum. Fakat onlardan öte, önce Mesnevî-i Nuriye'nin Zühre Risalesi'nde, sonra Lem'aların 17. Lem'a'sında bize Cenab-ı Hakkın sıfat ve şuunatı hakkında haber verdiği birşey var Bediüzzaman'ın:
"Bil ki, ekseriyetle Fâtır-ı Hakîmin âdetidir: Ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor. Yani, ekser eşyanın misliyle tazelenmesi, mevsimlerin tebeddülünde, asırların değişmesinde o kıymettar, ehemmiyetli şeyleri aynıyla iade ediyor. Yevmî ve senevî ve asrî haşirlerin umumunda, şu kaide-i âdetullah ekseriyetle muttarid görünüyor."
Yani Cenab-ı Hakkın 'sıfat derecesinde hep öyle yaptığını' ve 'şuunat derecesinde hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu' farkettiği bir âdeti var, Bediüzzaman'ın. "Cenab-ı Hak, ehemmiyetli ve kıymettar şeyleri aynıyla iade ediyor." Kışın aldığı çiçekleri baharda geri veriyor. Bir türün ölen fertlerinin yerine yenileri geliyor. İnsanlar binlerce yıldır ölüyorlar, ama insanlık bir türlü ölmüyor vs... Başka başka şekillerde bu aynıyla ve misliyle iade kanunları kainatta geçerli.
İşte, Allahu'l-alem, kanaatimce, Bediüzzaman'ın metinlerindeki bu küçük hassasiyetin/âdetin arkasında Cenab-ı Hakkın varlıkta gösterdiği büyük hassasiyetin/âdetin payı var. (Tabirlerimi gücümün konuşmaya yetmediği şu büyük alana vererek affedin.) Cenab-ı Hakkın hep öyle yaptığını ve hep öyle yapmaktan mesruriyet-i kudsiye duyduğunu farkettiği için, Bediüzzaman, giden talebelerinin hüznünü bu yeni gelenlerin gülen yüzleriyle bastırıyor. Onun onun yerine, bunun bunun yerine konduğunu, yani bedeli olduğunu, Allah'ın ehemmiyetli şeyleri geri vermemek üzere almadığını gördüğünden söylüyor. Hulusi'yi Abdurrahman'a, Sabri'yi veya Refet'i de Hulusi abiye benzetiyor.
Tecrübe derken bunu kastediyoruz aslında biz. Döngüselliğin bir hassasiyetten haber verdiğini, tekrarın özellikle irade edilen seçimlerin sonucu olduğunu, bunların bir şanla, sıfatla, esma ile bağlı olduğunu okuyoruz böylece. Ve bence marifet-i ilahiye dediğimiz şey de en büyük tecrübedir. Böylesine kapsamlı ve genelgeçerli bir kanun okumasını ne fizik, ne kimya, ne biyoloji verebilir size. Çünkü "Hakikî hakaik-i eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikin gölgeleridir." O düzeye çıktığınızda aynı failin yarattığı herşeyde güzel isimlerinin gölgelerini görebilirsiniz. Şimdi, bu yazıda anlatmak istediğimi kırmadan/dökmeden anlatabildimse şu ayete yeniden bak: "Şimdi bak Allah’ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor? Bunu yapan, elbette ölüleri de öylece diriltecektir; O herşeye hakkıyla kàdirdir.”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.