Niyetim Said Nursi’den tarikat dersi almaktı

Niyetim Said Nursi’den tarikat dersi almaktı

Dün gece vefat eden Nazım Akkurt 2010 yılında Risale Haber’e konuşmuştu

Röportaj: Abdurrahman Iraz-RisaleHaber

Dün gece Antalya’da vefat eden Son Şahitler'den Nazım Akkurt 2010 yılında Risale Haber’e konuşmuş, Risale-i Nur ve Bediüzzaman’la ilk tanışma anlarını anlatmıştı.

Nazım ağabey kimdir? Nerede, ne zaman doğdu?

1924 senesinde; umumi harp bitmiş, babamız, dedemiz, batıdaki hicretten, seferden dönmüş, fakr-u hal içinde gelmişler Kars’ın Ani köyüne, orada oturmuşlar. Oradan da Erzurum’un Ümerim köyü var, bir yıl kadar da orada kaldıktan sonra 1923-1924 senesinde Ağrı’ya gelmişler.

15 YETİM, GÜNDE 20 KURUŞ HAMALLIK PARASI GEÇİNİYOR


Nereden gelmişler?

Sivas Kangal, o civarda Rus’un istilasında malları, hayvanları, her şeyi koyarak göç etmişler. Perişan bir halde kış günü oradan 1924 senesi tekrar Ağrı’ya gelmişler. Amcalarımdan beş-altı tanesi şehid olmuşlar. Babam genç olarak kalmış, anamın ilk kocası da şehid olunca dul kalmış. Babam anamdan yirmi yaş kadar küçük olmasına rağmen, yetimleri muhafaza için, babalarının harpte şehit olanlarını korumak için, babam onunla evlenmeyi kabul etmiş. Babam anamla evlenmiş ve anam da bana hamile kalmış.
Bunu övünmek için demiyorum da anam bana hamile iken yanında iki tane hanım daha oturuyormuş. Benim de doğumum yakın, cübbeli, sarıklı bir zat gelmiş anamın beline bir gümüşten zincir bağlamış. Demiş ki, ‘bu zincir senin karnında oğlan çocuğunun zinciridir, bunun da adı Muhammed Hanifi’dir.’ Anam, rüyanın etkisinde kalmış, kalktığı zaman zinciri arıyor. Sonradan ben dünyaya gelirken, babama demişler, Muhammed Hanifi’yi bırakın, babasının adı Mülazım, oğlu da Nazım olsun.

Tabi çok fakir, hiçbir şey yok. 15 yetim, günde 15-20 kuruş hamallık parası ile tanesiz çorbayla geçiniyorlar. Sadece biz mi, herkes öyle. Hicretten dönenlerin hepsi öyle. Seksen tane koyun, on beş tane inek, iki tane manda, ahırda bağlı koymuş, göç etmişler. Tabi Cenab-ı Allah’ın lütfu ile rızkı vermiş, evimiz her şeyimiz olmuş. Biz Ağrı’da büyüdük. Liseyi Sivas’ta okudum. Bizim Ağrı’da lise yoktu. Ortaokul da yoktu. Sonradan halkevinde bir-iki sene okuduktan sonra bir ortaokul yaptılar. Ve Ağrı’ya döndük.

Yani siz ilk ve ortaokulu Ağrı’da, liseyi Sivas’ta okudunuz. Lise mezunusunuz öyle mi?

Aşağı yukarı. Tam bitiremedim, diploma almadık. Son sene vukuatlar çıktı ben geldim. Fakat Sivas Lisesi meşhur bir liseydi o zamanlar. Bitiremediğim ve diploma almadığım için er olarak yaptım. Tümende yazıcıydım. Ben çok ileri gelen bir askerdim o zaman.

Lise mezunu çok önemliydi o zaman değil mi?

Evet. Çünkü hiç yok ki.


Kaç yılında askere gittiniz?

1943 yılında gittik.

Kaç sene yaptınız?

Üç seneden biraz fazla yaptım. Dört seneydi askerlik ama bizim gibi ortaokul mezunlarına iki ay evvel izin verdiler. Böyle bir fark vardı.

Askerlik bittikten sonra nereye döndünüz?

Askerlik bittikten sonra Ağrı’ya geldim. Ağrı’da babamın ticaret işi vardı. Onunla uğraşırken, maliyede tahakkuk memurluğuna geçtim. Orada bir-iki sene kadar kaldık. Ondan sonra maaşı az gördüğüm için, ben de memurluğu sevmediğim için, köyün tahsildarlığı var. Hem tahsildara fazladan at parası veriliyor hem de maaşı da biraz daha fazla. Defterdarlığa gittim, çok ileri gelen bir memurdum. O zaman Ali Nihat’ın kazanç kanunları vardı. Bunun kursuna gittim. O kanunları en iyi ben biliyordum. Defterdar beni komisyona alıyordu, orada söz bizde bitiyordu. Sonra bir gün tahsildarlığa gideceğim dedim. “Yahu deli misin?” dedi defterdar. Bana iyiliğin bu olsun. Hem bizim ticaret var ya köyden buğday almak kolay, arpa almak kolay. Oradan ayrıldık, Ağrı’da ticaret yapıyoruz. Belediyede azalığa girdik, Demokrat Partiden.

Tahsildar oldunuz mu?

Oldum. İki sene çalıştım. Sonra istifa ettim ve ayrıldım. Ticaret yaptım.

Ne ticareti yapıyordunuz?

Manifatura dükkânı açtım. Babam buğday alım satımı yapıyordu. Benim bir sürü koyunum, ineğim vardı dağda. Hani köylü bize güveniyor ya, bolca alıyoruz satıyoruz. Hayvan tüccarı olarak kaldık. Sonra bir adam geldi ve “yahu gel, sen belediyeye gir aza ol, senin malumatın var” dedi.

Kaç yılında?

1955’te. Aza sayımız 22’ydi. Biz 19 Demokrat Parti kazandık, 3 Halk Partisi. Fakat buna itiraz ettiler, dava ettiler. Üç kişi demokrattan kaldı bizden, on dokuzu onlara geçti. Reisi biz seçmiştik o zaman. Bunlar bu reisi düşürmek istediler. Vali onları davet etti, “gelin reis seçin” dedi. Ben o zaman bir kanun buldum, okudum. Dedim ki; “Bir tasarrufa yetkili bulunan heyetin verdiği kararın aksi sabit oluncaya kadar karar geçerlidir” manasında bir şey yazmıştık. Ona dayanarak devlet şurasıyla dedi ki, “bu reis kalacaktır, yapılan tasarruf yerindedir.” Reis kaldı, Halk Partisi de sayıları çoktu, adamı sıkıştırdılar, en son adam istifa vermek suretiyle adamı düşürdüler. Ben o zaman reis vekiliydim. Seçimlerde reislik yaptık. Epey zaman reislik yaptık.

SENİN HAKKINDAN ANCAK SAİD-İ KÜRDİ GELİR

 

Risale-i Nur ya da Bediüzzaman ismini ne zaman ve nasıl duydunuz?

Çok iyi hatırlıyorum. Ben tarikattaydım. Halveti tarikatındaydım. Bizim şeyhimiz, Şeyh Şaban Veliyullah, Kastamonu’da olan zat. Rüya gördüm, rüyamı bana tarikatı tanıtan bir kişi vardı, ona yazdım. Yazınca bana bir emir geldi. ‘Sen tarikat verebilirsin.’ Bana tarikat verme yetkisi verdiler. Geçen gün Sungur ağabey hasta iken gittim, dedim ki; Harun Reşid’e Behlül-ü Dane’nin okuduğu bir dua var. Onu sana okuyacağım.
Peki, dedi. Hemen “euzu bi izzitillahi ve kudretihi min şerri ma aceze” diye okurken elini ayağını sıvadım. Sungur ağabey dedi ki; “bunun adı Şeyh Nazım’dır, tarikatı var.” Harun Reşid’in içine bir ağrı gelmiş, ölüyor. Çok perişan bir durum. Hekimler çare bulamıyor, Behlül’ü arıyorlar. Diyor ki; ‘ben seni kurtarırsam bana ne vereceksin?’ ‘yahu sen ne istersen vereceğim.’ ‘olmaz, söyle’ diyor. Adam ölüyor, o pazarlık yapıyor. Malının kaçta kaçını veriyorsun diye soruyor. Ben böyle istiyorum diyor Behlül. Harun Reşid çok zengin ya, atının üzengileri altın, çok zengin. En son diyor ki, malımın dörtte biri, olmaz. Yarısı, olmaz. Malımın tamamını vereceğim. Yazıyor bir kağıda, beni kurtarırsan malımın tamamını vereceğim. İmzalatıyor, mühür bastırıyor. Sonra bunu okuyup eliyle sıvayınca rahatlıyor. Rahatlayınca, ‘oh, Elhamdülillah kurtardım’ diyor. Behlül bırakıp gidiyor. Çağırıyor, gel malını al diyor. ‘Senin malının değeri ne kadar?’ diye soruyor. ‘çok’ diyor. ‘ne kadar çok? Senin malının değeri bir rahatlama değil mi? Ben bu malı istemiyorum’ diyor.

Ahmet Alparslan isminde Halk Partisi’nden milletvekilliği yapan bir zat vardı. O da Nakşibendi tarikatında, ben de Halveti’de. Bir kısım da var Şeyh Muhammed Küfrevi tarikatında. İçimizde Kadiri var. Hepimiz toplanıyoruz Ahmet Ağaya gidiyoruz. Milletvekilliği yapmış adam, polis evine gelemez. Hem de evi camiye yakın. Hem de zengin. Hem de aşiret reisi. Onun evinde toplanıp zikrediyoruz. Ve sohbet ediyoruz.

O an arada müritlerimden sekiz-on kişi beni görmeye geldiler. Hep sakallı, genç çocuklar. E, şimdi benim içim boş, ilmim yok, irfanım yok, kerametim yok, feragatim yok, hiçbir şeyim yok. Adama soruyorum, ’Bizim Hüsamettin ne yapıyor?’ ‘yahu ağabey Hüsamettin suda boğuldu. “Yaa yazık” diyorum. İnna lillahi ve inna ileyhi raciun. Peki ya bizim Mahmut ne oldu? Mahmut’u sorma, bir dağ dibinde uyumuş, bir taş yuvarlanmış adam ölmüş. Ötekini soruyorum, yok bilmem ateşte yanmış. Ben kendi kendime düşündüm, yahu böyle şeyhlik mi olur? Ateşte yanandan haberim yok, taş düşenden haberim yok, suda boğulandan haberim yok. Ben şeyhim, bizimki doğrudan doğruya aldatmak dedim. Geldim Ahmet ağaya. “Ağa, ben tarikat şeyhiyim.” “Biliyorum” dedi. “İyi ama ben de hiçbir şey yok, ilim yok, irfan yok, keramet yok. Benimki yalancılık mı oluyor? Sen bana bir şey söyle ben tarikatımı değiştireyim.” Dedi ki, “senin hakkından ancak Said-i Kürdi gelir. Onu git bul, O sana tarikat versin.” Ben altı ay Burdur’da O’na hizmet ettim. Hatta bende kitapları var. Bana bir broşür kitap da verdi Kur’an hattından.

Kaç yılında?

1949-1950 sıralarında. Memuriyetten yeni ayrıldığım sıralarda. Bir kitap verdi. Hatta çok acayiptir ki, kitabı okuyan yok. Ağrı’da dolaştırıyoruz kimse okuyamıyor. Yani bir vilayette, Farsça bir ibare var onu okutturamıyoruz. Sözler’de var bu: “Seher haşrist deru hüşyar deru tesbih heme şey be heva bi ğaflet sersem nefsem hetta ki…” Orada eşk barem kelimesi geçiyor. Eşk barem, gözyaşı döküyorum manasıdır. Onu okuyana soruyorum bu nedir, manası ne? Dedi ki, bu adam bir âlimmiş, çok büyük âlimmiş, çok ta kitabı varmış. Kitaplarını bir eşeğe yüklemiş, sığmamış. Eşk’i eşek anlıyor, barem’i de yağmur anlıyor. Sonra geldik. Ben merak içinde kaldım. Ahmet ağaya diyorum ki, “ben bu zatı nerede bulabilirim?” Dedi ki, “Eskişehir’de, Afyon’da, Kütahya’da, Bolvadin’de, Emirdağ’da…” On tane yer saydı. “Ağa desene ki Türkiye’de” dedim. “Türkiye’de ya” dedi. Çıktık tabi, nasıl bulacağım? Evvela ilme çok meraklıyım. Okumaya da çok meraklıyım. E bu zatı da göreceğim.

BEDİÜZZAMANLA GÖRÜŞMEK İÇİN AĞRI’DAN EMİRDAĞ’A GİTTİK

Siz de 25-26 yaşlarındasınız o zaman.

Aşağı yukarı 24 filan, o zamanlar gencim. Bir arkadaşım var İsa isminde. Manifaturacılıkta bana rehberlik ediyordu. O dedi ki “ben O zatı gördüm.” “Nerede gördün?” dedim. “İstanbul’da bir otele geldi, etrafında talebeleri vardı ama elini öpemedik. Sabahleyin çıktık kaldırımda bekledik, yine talebeleri bize elini öptüremediler” dedi. “Vallahi benim içim yanıyor beni götür” dedim. O da Türkçe iyi bilmiyor. O da manifaturacı ben de, ikimiz Üstadı aramaya karar verdik. Ben artık tarikatımı kötülemiyorum da kendimi kötülüyorum. Kendi aczimi anlıyorum. Orada vicdanım müsaade etmiyor.

nazim_akkurt1.jpgTabi aramaya çıktık. Dolaşıyoruz Türkiye’yi. Gelip Bediüzzaman’ı soruyoruz acaba Said Nursi, Saidi Kürdi nerededir? Kimse söylemiyor. Hatta Eskişehir’de İhsan Çalışkan isminde birini bulduk. O, bir ara Üstadın evine yeraltından tünelle gitmiş gelmiş. Buna mukabil sorduk. ‘Kardeşim ben nereye gidileceğini bilmiyorum’ dedi ve bizi kovdu. En son yine Eskişehir’de Muhittin Yürüten diye bir kardeş vardı. Bunlar Risale-i Nurları idare eden grup, onlara gittik. “Arkadaşım biz Said Nursi’yi arıyoruz, hemşerimizdir. Görmek istiyoruz.” dedik. “Biz böyle kimseyi tanımıyoruz” dediler. Tartışma oldu aramızda. Orada iki gözü ama olan bir adam var, camide müezzinmiş. ‘Onlara niye söylemiyorsunuz?’ dedi. ‘Ne arıyorlar burada? Kardeşim siz kimsiniz? Bediüzzaman Emirdağ’dadır, dün oradaydı. Ne yaparsanız yapın’ dedi. Onlar da bunu azarladılar. ‘Sen niye söylüyorsun?’ diye.

Neyse biz bu ipucunu alınca, o zaman araba yok, vasıta yok, her şey yokluk içinde. O gün araba bulamadık. İkinci gün bir araba bulduk ve Emirdağ’a gittik. O zamanlar Emirdağ’a da gidiş geliş yok. Bir iki yabancı adam çarşıya çıkınca herkes bildi ki bunlar yabancı. Şişman bir adam ‘Beyler hoş gelmişsiniz’ dedi. Hoş bulduk dedik. ‘Siz kimsiniz?’ Biz Ağrı’dan geldik. ‘Buraya niye geldiniz?’ Arkadaş dedi ki, biz koyun tüccarıyız, çoban kesesi almaya geldik. ‘Ulan git de babanın çocuğunu kandır. Kese burada ne arar, kese Afyon’da. Siz hocaefendiyi görmeye gelmişsiniz. Ama kimseyle görüşmüyor. Fakat beni çok sever ama ben şimdi giremem. Sabah namazı kılmamışım, onun yanına çıkamam. Ben bugün temizleneyim, banyo yapayım güzelce yarın ben sizi götürürüm” dedi.

İsmini hatırlamıyorsunuz değil mi?

Hatırlamıyorum. ‘Yalnız size bir yol göstereyim. Filan caminin imamı Mustafa Acet var. Gidin onu bulun. O, ona sabahları süt götürüyor, ondan sorun. Kimse ile görüşmüyor, kapıyı üstüne kilitlemiş görüşmüyor.’ dedi. Biz gittik Mustafa’yı bulduk. Selam verdik, Allah rahmet etsin. Anlattık. ‘Kardeşim, kimseyle görüşmüyor, ben üzerine kapıyı kilitliyorum, o da arkadan kilitliyor, kapıda da polisler bekliyor. İsterseniz gidelim göstereyim. Eve bakmayın polisler sizi döverler. Sizden evvel bir hacı gelmiş, eve bakmış, hacıyı çok dövdüler.’ dedi. Ben tanıyorum hacıyı.  Hacı Zahir isminde bir adam, Türkçe bilmiyor. Gelmiş eve bakmış. Polis ne yapıyorsun demiş. O da demiş ki, ‘Efendi biz Üstad görecek. Gel bana Üstad gösterecek.’ Adamı bir dövmüşler, sakalını cımbızla yolmuşlar. Suçu, sen niye eve baktın. Eve bakmak suç mu? E, biz de dövülürsek ayıp olacak yani. Delikanlıyız, icabında mühim bir makamımız var, icabında valilere karşı gelebiliyoruz, dik başız. Dedik eve bakalım, bakmayalım sağa sola. İkindi namazını kıldıktan sonra geldik. Evin önüne giderken sağda iki tane polis oturuyor, bahçe kapısı dışarıdan kilitli. İçeriden de Üstad evini kilitlemiş. Yirmi dört saat sonra açacak kapıyı. Gittik fakat o geceyi zor bekledik. Hem on beş gün Üstadı aramışız hem içimizde bir ateş alevlenip bürümüş yakıyor bizi bu zatı görelim.

BEN DE ŞEYHİM BENİM DE KERAMETİM VAR ÜSTAD TA ŞEYH…


Bu arada bekâr mıydınız?

Evliyim. 1948’de evlendim. Bir de oğlum vardı o zaman.

İşi gücü bıraktınız geldiniz Bediüzzaman’ı görmeye öyle mi?

Babam vardı. Babam dükkânda durdu ben de geldim.

Babanız ‘nereye gidiyorsun?’ diye sormadı mı size?

Hayır. İstanbul’a eşya almaya geliyoruz ya bu sırada da Üstadı arıyoruz.

Bediüzzaman’ı söylemediniz yani?

nazim_akkurt_iraz1.jpgSöylesem de bir şey olmazdı, babam karışmazdı öyle şeylere. Zaten dindardı babam. On beş yirmi gün sonra gittik. Onun da dükkânı vardı, kardeşleri vardı. Biz onunla telefon açıyorduk oraya yahut haber veriyorduk, biz buradayız diye. En son Emirdağ’da haber aldıktan sonra gittik, oradayız. Acet ile görüştük. Yarın sabah Üstadın yanına gelelim. Benim de içimde şu duygu var: Ben de şeyhim benim de kerametim var. Üstad ta şeyh, beni bilecek diye geçiriyorum içimden. Beni bilecek, beni mutlaka alır yanına diyorum. Hatta arkadaşıma dedim ki ‘İsa korkma. Benim kanaatime göre Üstad keramet sahibidir, beni de bilecek, ben de şeyhim.’ Ona da öyle söyledim. Kardeşim senin vazifen bizim geldiğimizi söylemektir. Tabi sabah gittik onun camisine namaz kıldık. Namazdan sonra geldik. O içeri girdi Üstadın yanına. O zaman polisler yok, polisler saat sekizde geliyorlar. İçeri girdi. Üstadın evini süpürdü temizledi. Elinde bir tas ile çıktı. Mustafa nereye dedim. ‘Ben süt almaya gidiyorum, Üstad sizi kabul ediyor, şimdi sizi içeri alacağım.’ 15 gün aramışız, yıllarca merak etmişiz, şimdi beş on dakika sonra o zatın huzuruna çıkacağız. E artık gözümüzde büyümüş de büyümüş. Heyecanla bekliyoruz. Adam döndü geldi. O önde biz arkada içeri girdik. Burada bir mesele oldu. Bunun müspet ilimde yeri yok ama ben malumat olarak bunu arz ediyorum. Orası gözüme şöyle göründü: Bahçeye girince gözüm kamaştı taşlardan. Kırat taşından döşenmiş, saçını tara taşta. Her taraf o taşla döşenmiş pırıl pırıl parlıyor. Ayağımı basarken utanıyorum. Oradan avluya girdik. Avludaki halı nakışlı ama nasıl bir halı, ben öyle halı hiç görmemişim. O kadar güzel o kadar renkli ki gözümü yummaya mecbur kaldım. Odasına girdim aynı halı. Bu zat, böyle lüks yerde yaşıyor dedim kendi kendime. Tabi gittik. Elinin birine ben yapıştım, birine de o. Fakat bir şey unuttum. Biz kahvede beklerken ne soracağız dedik. Arkadaşım Türkçe iyi bilmiyor, az biliyor. Ben iyi biliyorum. Ben diyeceğim ki ‘Efendim siz şarkta doğdunuz, niye şarka gelmiyorsunuz? Şarkta sizin yeriniz bizim başımızdadır.’ Ve diyeceğim ki, ben tarikatımı zayıf görüyorum, bana tarikat verin ve benim şeyhim olun. Bir de sizin kitaplarınız varmış, bana kitap verin. Arkadaşım da diyecek ki, efendim bizi kendine mürit kabul et. Böyle karar vermişiz. Biz hemen elini öptükten sonra Üstad hazretleri yüzü kıbleye karşı karyolada oturmuş, biz de onun karşısında diz çökmüşüz.

Üstad başladı konuşmaya. “Maşaallah kardeşlerim iyi ettiniz geldiniz. Benim de canım sıkılıyordu. Burada yalnız kalıyorum, bazen hasta oluyorum. Biliyor musunuz kardeşim ben de Karaköseliyim.” Türkçesi de kırık Türkçe. “Ben şarka gelmek istiyorum. Şark benim memleketim. Fakat ben şarka gelirsem hükümetin nazarı şarka dönecek, şark benim yüzümden zarar görecek. Onun için ben gelmiyorum.” Bana uzanarak, “Kardeşim Nazım, -daha evvel ismimi söylemiş- sen benim vekilimsin. Sen oraya git. Orada şeyh Muhammed Celali’ye selam söyle. Onun oğullarına selam söyle. Orada Nizamettin’e selam söyle. Müftüye selam söyle. Haklarını bana helal etsinler. Ben oraya gelemiyorum. Ben şarkı çok özledim fakat hükümetin nazarı şarka döner, benim yüzümden şark zarar görür, ben gelmiyorum.” Ve devam ediyor. “Maşaallah ta Karaköse’den geldiniz. Yahu Mustafa ben yirmi gün evvel Karaköse’ye dua etmiyor muydum? Sana demedim mi Karaköse’ye dua ediyorum. Ha demek ki oradan Nazım gelecekmiş.” O da evet dedi. Sen dua ediyordun Nazım geldi. “ Maşaallah, kardeşim bak sen vekilsin. Kimse buraya bizi görmeye gelmesin. Görmeye gelmeye de lüzum yoktur. Benim kitaplarım vardır. Her kitabın sahifesinde onlarca Said vardır. Risaleleri okusunlar.” Ama biz tek kelime konuşmuyoruz.

Sizin kahvede hazırladığınız soruların hepsinin cevabını veriyor.

Evet. “Kardeşim biliyor musun ben zaifim, hastayım, yapamıyorum, Risale-i Nur’dan okuyamıyorum, ben şeyh değilim ben hocayım. Bana Üstad diyorlar bunu ben kabul etmiyorum. Yaş bakımından biraz büyüğüm bana ağabey deseler memnun olurum. Biz de şeyhlik yok. Müritlik te yok. Tarikat zamanı çoktan geçmiş. Çok memnun oldum. Bu gelişinizden o kadar memnun oldum ki dünyalar benim oldu. Şimdi siz gidin, fazla beklemeyin. Buradan çıkınca biriniz soldan biriniz sağdan gidin ileride birleşin. Ve hemen gidin, burada durmayın. Şeyh Mahsum’a onun eniştesine çok selam söyle. Şeyh Muhammed Celal ve oğulları Nizamettin’e, onlar bana ders vermişler onlara çok selam söyle. Bana dua etsinler.” Daha çok isim saydı da ben hatırlayamıyorum.

ÜSTAD SORMAK İSTEDİĞİMİZ HER ŞEYE SORMADAN CEVAP VERDİ

Bu arada siz hiçbir şey söylemediniz mi?

Tek kelime söylemedim. Zaten konuşulmuyor ki. Üstadın yanına gidince şöyle bir duygu meydana geliyor. Evvela bu zatın yanında konuşmaya utanırsın, sıkılırsın. Ama sıkılmakla beraber kekelemiyorsun. Sana bir manevi güç geliyor, çok rahat konuşabiliyorsun. Yani cem-i ziddeyn var orada. Orada iki saat kadar oturduk. İki saat konuştu, biz bize yarayanları elde etmişiz diğerlerini değil.

HER RİSALEDE 10 SAİD VAR ONU OKUYUN

Ama siz tabi şeyh olarak gittiniz.


Evet, tabi ben şeyhim. İki saat sonra bize hemen kalkın gidin, çok memnun oldum bu gelişinize. Selam söyle, Karaköse’den buraya gelmesinler. Her kitabın içinde on tane Said var. Onu okusunlar. Çıktık, ben baktım odaya girdiğimiz zamanki halılar yok. Eski çuvallara bezden yama vurmuşlar, o da renkli ipliklerle, yeşil, kırmızı ipliklerle elde dikmişler. Hâşâ Üstadın evinden ancak dışarı atın onları, serilmez yani. Baktım avluda öyle. Bahçeye çıktık ki taşlar sal taş. Büyük ve kaba taşlar. Demek ki Üstadın manevi oturduğu yer benim gördüğüm gibi herhalde ama maddi de bu.

Çıktık dışarı ben otele geldim. Hamza Emek var orada. Cüzdan istedim ama cüzdanı polis götürmüş, demiş gelsin bizden alsın. Gitsem hacıyı dövdüler ya beni de dövecekler. Ben cüzdanı bıraktım gittim. Emniyetin müfettişi vardı benim dostumdu. Cüzdanı aldı getirip bana verdi. O zaman millet geldi, yahu sen Bediüzzaman’ı görmüşsün. Biz onu da anlamıyoruz yani anlamak ayrı bir şey anlamıyoruz. Öyle kaldı tabi. Bir iki kitap bize verdi. Birisi şuydu “Hâkimleri Susturan Mustafa Sungur’un İfadesi”, bir tanesi “Gençlik Rehberi.” Benim kitaplarımı Arabistan’a göndermişim, buradaki kaymakam masondur, burada kitap yok. Gidenlerin yol parasını vermek sünnettir. İlaveten dedi. Ben size ne vereyim siz zenginsiniz, para vermiyorum. Size kitap vereceğim fakat benim kitaplarım burada yok. Sen Molla Sadrettin’e selam söyle. Molla Sıddık’a selam söyle. Ve hususi olarak onları görmeye git. Tabi burada ben dinlerken bir şey beni şüpheye düşürdü.

Bu molla Sadrettin meşhur Molla Sadrettin Yüksel mi?

Odur evet. Onun bir de arkadaşı vardı o solcu oldu, komünist oldu molla Abdurrahman Dürre belki bilirsiniz. Abdurrahman Dürre bizim dershaneye geliyordu. Ben ona çok hakaret ettim. Dostça hakaret ettim. Abdest alırken yarım alıyor, namazı yarım kılıyor. Bir gün dedim, sen temiz bir abdest al da sen bize namazı kıldır. Ama saygılı idi. Dedi ki ben Üstadın talebelerinin ayağını öperim. Hocaların, şeyhlerin şiddetle aleyhindeydi. O zaman milli birlik üyesinden Ağrılı biri vardı ona dedi ki, sen benim oğlumsun ve buna şark vilayetlerinin vaazlığını verdi. Molla Abdurrahman, kürsülere çıktı ve şeyhlerin aleyhinde konuşmaya başladı. Şeyhleri kötüledi, yerden yere vurdu. Öyle bir devrede dershaneye geldi fakat ezik dururdu... Bir gün namaz kıldırdı. Ama “abdest alışını ben göreceğim” dedim. “Yahu sen benim başıma bela olmuşsun” dedi. Abdestini düzgün almıştı. Bir gün bir yere gitmiş, gelirken araba devrilmiş, hastaneye kaldırmışlar. Görmeye gittik. “Hep senin yüzünden oldu” dedi. “Neden?” dedim. “Sen bize abdest aldırdın, namaz kıldırdın, benim kalbim yumuşadı, arabam devrildi.” Öyle bir adamdı fakat Risale-i Nur’a ilişmiyordu. Üstad hakkında Arapça çok güzel bir şiiri vardı, ben bilmiyorum. Şimdi Fransa’da yaşıyor zannedersem.

Şimdi Üstad hazretleri bunların hepsine selam gönderdi.

Evet. Ben gittim Nizamettin’i gördüm selam söyledim. Onlar da o selamın karşısında eğildiler. Fakat bizim içimiz tam tatmin olmadı. Yani şu bakımdan olmadı. Biz tarikat almadık, Üstad tarikat zamanı değil, tarikat vermiyoruz, bizde müritlik şeyhlik yok dedi. Sonra ben bir daha gitmeyi düşündüm. 1953’te hükümeti kuramıyordu Menderes, o aralar yine Üstadın yanına geldim.

ÜSTADIN GÜZEL KOKUSU 25 GÜN GİTMİYORDU

Sizin ilk ziyaretinizin üzerinden ne kadar geçti?

Bir sene. Bir sene sonra Üstad bana bir dershane aç dedi. Eğer açamazsan evinin bir odasını dershane yap. Allah’ın hikmeti, Üstadın bu talebi bir emir yerine geçti. Ben evin bir odasını hemen dershane yaptım. Sonra bir dershanede bahçede yaptım. Bir dershane Pazar yerinde bizim fırının üstüne kurdum. Benim dört tane fabrikam vardı, hepsinin üstünde bir medrese vardı. Ev de medrese idi. Şimdi de yine Elhamdülillah bir dershane yine evin altında bir tane de üstünde var. Yani Üstadın bu talebi bir emir yerine geçti ve biz hiç dershanesiz kalmadık. Deseler burada dershane yok, onlara derim çıkın buradan ben burayı dershane yapacağım. Üstadın yanından gelince, orada bir koku var, o koku on beş yirmi gün bizden gitmiyordu. Yanımıza kim gelirse, Vallahi senden Üstadın kokusu geliyor, diyordu. Yani o koku gitmiyordu.

ÜSTAD ABDULLAH YEĞİN’E LÜGAT İÇİN İZİN VERDİ


Bediüzzaman’ı tekrar ziyaret edinceye kadar kiminle ders yapıyordunuz?

Bazı cami hocaları geliyordu. Sonra İstanbul’a iş için geliyorduk, derslere gidiyorduk. Mustafa Türkmenoğlu vardı, Almanya’ya giden Muhsin Alev vardı. Abdullah Yeğin o zaman lügat yazacaktı. Hatta Üstad “lügati yazma” dedi. Üstad karşı çıktı. “Risale-i Nur’a lügat yazılmaz” dedi. Sonra izin verdi “Madem öyle umumi bir lügat yaz” dedi. O zamanlar, Üstad hazretlerinin Fihrist Risalesi var Kur’an hattından, Üstad bana “onu ciltlet” dedi. Fakat ben “param yok” dedim. Ama sonra para bulduk üç tane aldık ciltlettik. Birini Üstada verdik, birini Ahmet aldı biri de bende halen duruyor. O zaman fakr-u hal içinde ciltlettik. Hatta orada bir hatıra var arz edeyim. Muhsin Alev’e otelde bir çay söyledik. Israr etti içmiyorum sonra içti bir tane. Bir daha söylediler. Çay on beş kuruş, içmedi onu ben içtim.

Akşam eve gittik. Ahmet ile o beraber kalıyorlardı. Eve gittik Ahmet bir çorba yapmış. Karıştırdı, yahu dedi benim çorbam denize benziyor, tane yok. Ondan sonra Muhsin de cebinden bir cüzdan çıkardı. Cüzdan değil de, çaputtan bir kese. İçinden on beş kuruş aldı bir kenara attı. Ne yapıyorsun dedim. Dedi ki, ben Üstadın verdiği paradan başka para yemem. Benim hakkım otuz kuruş. On beşi gitti, on beş kaldı. Bir çay daha içsem aç kalacaktım. Şimdi ben o adamın verdiği çay parasını kendi paramdan hizmete attım, ben çayı kendi paramla içtim. Yani oradaki kardeşler bu derece hassas idiler. Benim aklım durdu. Ondan sonra beraber gittik. Kalabalık bir caddeden çıkıyoruz, ben de tarikat şeyhiyim, büyük adamım yani, pardesüm millete değsin diyorum. Öylece gidiyorum. Onlar pardösüyü tutmuşlar değmesin diye. Muhsin’in pardösüsünün eteği bir kadına değdi. Tuttu, kenara çıktı, toprakla teyemmüm yaptı.

Siz bu olaya şahitsiniz

Aynen. Aldı, çıktı. Ne yapıyorsun dedim. Teyemmüm, dedi. Tabi geldik sonra. Bu ara ikinci defa Üstad hazretlerini görmek lazım. 1952 ya da 53 yılları olsa gerek. Ben geldim. İlk ziyaretine gittiğim vakit Bayram ağabey yoktu, Zübeyir ağabey yoktu, Sungur ağabey yoktu. O zaman Üstadın hizmetinde sadece Acet vardı. Sonra geldim kapıyı çaldım Bayram ağabey çıktı. Bir şey daha anlatayım. O zamanlar ben bere takıyorum, şapka takmıyorum ama şapkanın fenalığını kestiremiyorum. Fakat ben Üstadın memleketine geleceğim için bere takarsam zararım Üstada gelir diye gittim bir fötr şapka aldım beş liraya. Büyük para beş lira. Şapka aldım hem de yeşil renk aldım, geldim. Kapıyı çaldım Bayram ağabey çıktı. Dedi ki Üstad hasta kimseyle görüşmüyor. “Kardeşim senin vazifen benim geldiğimi Üstada söylemek, git vazifeni yap.” Ben de şapkayı çıkardım odunların üzerine attım. Tartıştık, çekil dedim o bizim hemşerimiz, “hem sahip oldunuz bizi de bırakmıyorsunuz yanına.” Biraz ısrar ettim ama ısrarım yarı şakadır. Dur gidip söyleyeyim dedi. İçeri girmiş, Üstada söylemiş. Üstad gelsin demiş. Ben gittim ki Üstad çok hasta konuşamıyor. Başını yataktan kaldıramadı. Elini öptüm hatta ayağını öpecektim bırakmadı. “Kardeşim çok hastayım, zehirin günü gelince perişan oluyorum. Yine zehirin yıldönümü gelmiş.” Ben artık çok utandım hemen çıktım.

Üstadın yanına gelen adama soruyorlardı, adın ne? Ne zaman geldin? Nerelisin? Ne zaman gideceksin? Ne ile gidiyorsun? Burada ne iş yapacaksın? Hangi dükkâna uğruyorsun? Tanıdığın var mı? Burada kalırsan nerede yatarsın? Hülasa bütün soruları soruyorlar. “Kardeşim siz Münker Nekir gibi soru soruyorsunuz?” Ben geldim gittim. Üstad kalkmış, o gelen Nazım mıydı? Çağırın gelsin. Hemen gelip beni buldular. Anladım ki bu soruları sormanın manası bu. Üstad git çağır diyebilir. Tabi geldim baktım ki Üstad çok sağlam çok iyi. Kardeşim kusura bakma ben çok hastaydım sen gelmişsin dedi. Üstad çok sevindi benim gidişime.

Ne zaman oldu bu?

Aynı gün. Sabah gittim, öğle beni çağırdı.

ÜSTAD İNSANIN KALBİNE BAKIYORDU

Birinci gidişinizde yanınızda bir arkadaşınız vardı. O düzgün Türkçe bilmiyordu. Sizin anadiliniz nedir? O arkadaşınızın nedir?

Benim Türkçe, arkadaşımın Kürtçe ama Türkçeyi biliyor. Türkçeyi bilir, konuşur fakat anadili Kürtçe. Bizim eski müftüye ben o zaman dilekçe yazıyordum. O çok güzel zikir söylüyordu, onları ben rötuş yapıyordum. Dilekçem mahkemeye gidince, bunu hangi avukat yazmış diye parmakla gösterirlerdi. Ben o zaman muazzam isim yaptım. Geldik sonra tabi Üstad beni çağırmıştı. Üstad çoğu meselede insanın kalbine bakıyordu. Sonra Üstad hemen ders okuyacağız dedi. Herkesi çağırdı. Zübeyir ağabey, Mustafa Sungur, Ceylan, Bayram, Rüştü Çakır, Zekai toplam on bir kişi oturduk Üstad ders yaptı. Zübeyir ağabey ayakta okuyor, Üstad da dersi izah ediyordu. Ben tam Üstadın karşısındaydım. Üstadın yüzü kıbleye benim sırtım kıbleye dönük. Bir de baktım ki kalp atışım yükselmiş…

Normal zamanlarda konuştuğu gibi konuşmuyor. Risale-i Nur’da kelimelerin en güzeli en antikası konuşuluyor. Acaba Üstadın yanında başka biri mi var? Ben Üstada dikkatlice baktım. Başımı kaldırdım baktım ama bana “sen nasıl anladın?” diye on altı kere sordu. Herkese soruyordu ama en çok bana sordu. “Bak” diyordu “ben böyle anladım.” Talebelerine de soruyordu sonra ben bunu böyle anladım deyip izah ediyordu. Olmayınca da dünya hakkında bir şey söyledi mi bilmiyorum “bak ben böyle anlıyorum, kardeşim biz tenezzül etmiyoruz yoksa dünya bizim ellerimizde top gibi.”

“Kardeşim, biz tenezzül etmiyoruz” dedi. Üstad konuşurken elini dizine vuruyordu. Kardeşim sen nasıl anlıyorsun? Ders bitti ama iki saat kadar sürdü. Fakat Üstadın izahı nasıl biliyor musunuz? İstanbul bahsi geçti diyelim. Hemen bizim elimizden tutuyor, İstanbul’u, semtlerini gezdirip bırakıyor. Üstad o gün ne okuduysa hepsini anlattı bize. Ama Zübeyir ağabey hiç oturmadı ayakta okudu. Ders bittikten sonra bu tarafa geldik. Odaya oturduk. Baktık ki Üstad hazretleri iki tane çay göndermiş. Biz on bir kişiyiz. Zübeyir dedi, bu çayların biri Sungur’a diğeri Nazım’a. Şimdi onlar bundan mana çıkardılar. Biz on bir kişiyiz, Üstad çayı özel bunlara gönderiyor. Ben de bir şey anlamıyorum, Sungur’u da yeni görmüşüm tanımıyorum. Biz çayları içmeden Üstad da geldi. Ayağa kalktık, oturtturdu. Dedi ki, “Sungur biliyor musun bu Nazım senin gibidir. Ben bunu şarka göndermişim. Şarkta bu hizmet yapacak.” Sungur’un meziyetini ben bilmiyorum ki ama kardeşler, ağabeyler, muhteremler bundan çok mana çıkardılar. Ben bir şey anlamıyorum.

Çıktık geldik. Ben hiç bu kelimeyi de araştırmadım. Sungur kimdir, bunu da araştırmadım. Bir ara Said Özdemir, ben, birkaç kişi de var, Tebriz’e gideceğiz. Oradaki idareci müdür dedi ki, sen Mustafa Sungur’un neyisin? Kardeşim nasıl benziyorsun, bana onu hatırlattın. Bir gün gittim Mustafa beyin memleketine. Orada ders okuyorum bir adam geldi, Sungur ağabey hoş gelmişsin, dedi. Çok yerde böyle konuşuluyor. Sene 1960 oldu, ihtilal olmuş. Ben bir cübbe giymişim, bizim dükkânda oturuyorum. Lemalar’da “Adem-i kabul, kabul-u adem ile iltibas olunur. Biri şek biri inkârdır. Adem-i kabul delil-i ademi subut onun delilidir” diye bir ibare var. Ben o ibareyi düşünürken başında kalpak olan biri selam verdi. “Sen kimsin?” dedim.

Meğer Mehmet Kırkıncı hocaymış. 1960’ta onunla tanıştık. Onlarla beraber ben Erzurum’a çok gittim. Orada Mehmet vardı. Kırkıncı hoca yoktu. Öğrenciydi o zaman. Zeki ağabey orada vardı. Onlarla konuşuyorduk. Onlar dediler ki, “ağabey sen şarkta Sungur ağabey olacaksın, niye uyuyorsun?” Hâlbuki ben uyumuyorum. Sonra Mustafa Sungur aklıma geldi. Baktım ki o öğretmen ben de öğretmenlik yapmışım. O da evli ben de evliyim. Onun da bir çocuğu benim de bir çocuğum var. O da acele konuşuyor ben de acele konuşuyorum. O Karabüklü ben Karaköseliyim. O da ayakkabı kaybediyor ben de. O da unutuyor ben de. Sonra baktım ki on beş taneden fazla ittihat var. Ama birbirimizle hiç samimi olamadık. Şimdi yine Sungur ağabey ile samimi değilim. Bayram ağabeyle samimiyiz. Bayram ile on beş sene beraber bulunduk...

 

İkinci dönüşü geri yaptınız ve Ağrı’ya geldiniz…

Üstad bana burada kal dedi. Zübeyir, şu yatağı hazırla burada kalsın. Ben içimden dedim, “Canım nasıl kalacağım, benim dükkânım var o işi kim yapacak, babam beceremez.” Üstad kal dediği zaman ben de bunları düşünüyordum. “Peki, öyleyse git dedi.” Çıktık geldik tabi.

İkinci gelişinizde yine kitap verdiler mi size?

Yok. İkinci gelişte Üstad beni Hüsrev ağabeye gönderdi. Gittim. Üstada da siyaset hakkında bir soru sormuştum. Onu da Hüsrev’e sor dedi. Sonra kitap istiyorum dedim. O zaman burada Rüştü Çakır diye birisi var. Herkes ne olursa olsun Rüştü Çakır’a gelecek. O dağıtıyor. Ben de İstanbul’dan param olmadığı için Isparta’ya geleceğim zaman babamdan 500 lira göndermesini istedim. O para da gelmiş onu da Hüsrev almış. Ben de yanına gittim hem paramı alacağım hem de Üstad gönderdi. Gittik oraya, sen kitap mı alacaksın, dedi. Ben utandım peki dedim. Ama harçlığım hiç yok. Hiç param yok. Bize kitap verdi, biz de aşağı yukarı 100-150 lira borçlu kaldık. Bir sürü kitap bana verdi. Aldım geldim. İstasyona geldik. Parasız geldik Horasan’a kadar. Hatta çok sıkıştım. Ekmek parası yok cebimde ama geldik işte.

O duygularınızı hatırlıyor musunuz?

Efendim o duyguyu hatırlıyorum. Anladım ki bu dava hak davadır. Çünkü ben parasız geliyorum, aç kalıyorum, açlığımı bilmiyorum. Geldim Eskişehir’de arkadaşlarımı göreceğim. Kitapları nereye koyayım diye çok düşündüm. Dedim ki, yahu bu kitaplar kendi kendini muhafaza eder. İnancım öyle. İstasyonda 1500 liralık kitap belki daha fazla, oraya yığdım. İstasyon şehre çok uzaktı. Sonra Eskişehir’de saatçiler Şükrü Yürüten, Muhittin Yürüten var. Onlarla görüştüm. O zaman da kardeşler aç mısın, susuz musun demiyor yahu. Şimdi gidince çorba iç, yemek ye. O zaman demiyorlardı. Neyse orada Memduh diye birisi vardı. Onu istasyona gönderdiler. Bileti ayarladı, eşyalarımıza sahip çıktı biz gidene kadar. Oradan eve geldik. Geldim, bu sefer kitapları sattık. Kitap yani iş biraz daha büyümüş ama mahkemeye henüz gitmemişiz. O zaman henüz mahkeme yok.

SUNGUR AĞABEY 9 SORUMA RİSALE-İ NUR’DAN CEVAP VERDİ

Bu arada cemaat oluştu mu Ağrı’da? Kitapları kime satıyorsunuz?

Gelip alıyorlar. Hocalar alıyor Arapça olanları ama hepsi eski yazı zaten. Alıyorlar ama okuyan yok. Birileri geliyor okuyabiliyor ona okutturuyoruz. Köyde molla var ona okutturuyoruz. Zor oluyor, sıkıntı içindeyiz. Sonra Üstadın yanına bir daha geldim. Üstad hazretleri yeni yazı ile basılmasına izin vermiş. Asa-yı Musa’dan Akan Bir Nur Çeşmesi namı altında bir eser bastırılmış ama baştan sona kadar her sahifede on tane hata var. Bunu da bizim Muhsin tutuyor, İstanbul’da tashih ediyorlar. Fakat bir kitapta en az 200 tane hata var. Bir caminin küçük bir yeri var ancak üç adam oturabiliyor, yukarıda imamın giyinme yeri, orada yapıyorlar. Dedim yahu kardeşim bizim otel müsait, al bunları otelde tashih edelim.

Ben bavulumu verdim. Bavulum tam yüz kilo kitap alıyor. Onu doldurmuş caminin o yerinde akşam namazını kıldık, kitapları aldı oraya geldi. Ben boşaltalım diye bağırıyorum, ağır. O, sus dedi. Ufaktı öyle iri değildi. Bavulu aldı omzuna oradan otele getirdi. Üç basamak çıkardı bıraktı, bundan sonrası sana dedi. Ben elime aldım hakikaten çıkaramıyorum. Zorla çıkardım ikinci kata. Oturdum iki tane kitap tashih ettim. Kendi kendime dedim, Muhsin eğer sevap tahsis edilirse ben de senin kadar sevap alırım, çünkü merdivenlerden bunu zor çıkardım, merdiven daha zordu. Şimdi tam o anda Muhsin içeri geldi. Selam verdi, hakikaten senin sevabın benimkinden çok, ben merdivenlerden çıkamıyorum. O bavulu o gün bitirdik. Bu dedi yarın ben bunu getiririm ama sen her ihtimale karşı kapıyı açık koy. Biz yattık. Muhsin gece gelmiş, kitapları almış, götürmüş, boşaltmış, boş bavulu almış gelmiş. Bizim odaya koymuş, inerken adam sormuş. Yahu sen kimsin? Bu da, kalkınca söylersin demiş, gitmiş. Ben aşağı indim. Otelci dedi senin bir arkadaşın geldi ben dur diyemedim. Geldi yukarıdan bir bavul aldı gitti. Senin bavulundu herhalde. Bir süre sonra yine geldi bavulu getirdi ben yine bir şey diyemedim. Çıktı yukarı bavulu bıraktı indi gitti. Sordum yahu sen kimsin, diye kalkınca söylersin dedi. “Sen hizmete bak muhterem.” Ben aldım boş bavulu. O bavulu halen hatıra diye saklarım.

Ondan sonra ben on dokuz soru hazırladım Üstada soracağım. Geldim, Sungur ağabey oturuyordu. Ona “ben Üstada soru soracağım” dedim. “Bana sor” dedi. Ben Üstada soracağım dedim. “Ben de öğreneyim ne olur” dedi. Ben de sordum. Ben sordum o kitaptan cevap verdi. Soruların tamamına kitaptan cevap verdi. Dedim ki sonra, madem sen bunları biliyorsun niye söylemedin de kitaptan okudun? Dedi ki; 1. Sorulan bütün soruların cevaplarının Risale-i Nur’da olduğunu göstermek için. 2. Biz bir şey bilmiyoruz, ne biliyorsak Risale-i Nur’dan biliyoruz bunu açıklamak için. 3. Benim tarz-ı beyanım sana uygun gelmeyebilir ama Risale-i Nur’da Üstadın tarz-ı beyanı bütün beyanlara uygundur onu göstermek için.

Bu söylediklerini bir gün ona söyledim. “Yahu ben ne iyi söylemişim” dedi. O zaman Üstad hazretleri bana sordu sen Kürt müsün Türk müsün? Ben Üstadı Kürt zannediyorum dedim ki benim annemin babası Genturan aşiretindendir. Tamam, Zübeyir seyitlik de anadan gelmiyor mu? dedi.


ALMANYA’DA RİSALE-İ NUR ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ AÇILDI

Bu sizin kaçıncı ziyaretiniz di?

Üçüncü idi. Üstaddan mektupla haber aldık. Bazen talebelerinden sorduk. O zaman yine Muhsin’e biz döviz aradık, döviz yoktu. Üstad Muhsin’i Almanya’ya göndermişti. Dedi ki, kardeşim Nazım, bu Muhsin benim oğlumdur. Ben bunu Almanya’ya Almanya’yı fethetsin diye gönderiyorum. Fakat döviz bulamıyoruz. Artık Ahmet iyice aradı. Para lazım döviz alacağız. Sonra Muhsin Almanya’ya gitti. Orada Risale-i Nur Araştırma Enstitüsü’nü açtı ve buraya geldi. 1953-54’lerde biz belediyeye gittik, siyasete girdik. Siyasete girince artık Üstadı unuttuk. Belediyede ben bir odada dershane açtım. Evde dershane var ama siyasette de olacak ya.

Siyasete girince aklınıza Bediüzzaman’a sormak gelmedi mi?

Ama ben belediyeyi siyaset saymıyorum ki. Hizmet sayıyorum. Burada daha iyi olur. Ondan sonra hapisler oldu belediyeye gelince. Hapse gir çık, gir çık firar ettim. Altı ay köylerde gezdim.

Siz mi hapislere girdiniz?

nazim_akkurt2.jpgEvet. Yakalandık. Elimizde Risale-i Nurlar ile yakalandık. Evde yakaladılar. Beni yakaladılar birkaç kere. Öyle bir an geldi ki çarşıda gezme imkânı kalmadı. Küçük yer ya hemen gelip yakalıyorlar bizi. Bir ara da bir camide ben vaaz verdim. Benim fahri vaiz vesikam vardı. Orada ne demişsem, camiye yakın paşanın evi var, o da sormuş kim bu? Üstadı methediyorum diye subaylar gelmişler bakmışlar cami dolu. Caminin açılışı var. İçeri girememişler. En son savcıya telefon açmış paşa. Burada dini propaganda yapılıyor. Savcı da bize gıyabi tevkifat vermiş haberimiz yok. Ben oradan eve geldim baktım dediler ki, “al tevkifini vermişler, başının çaresine bak.” Bir iki dakika kaldım. Kaçtım köye gittim. Altı ay gezdim. Altı ay sonra gel, teslim ol dediler. Geldim teslim oldum.

Kaç kez cezaevine girdiniz?

Tahminime göre 2,5 sene alacağım var. Ama sabıkam yok. Aşağı yukarı 2-3 sene yattım. Bazen bir ayda üç kere yatıyordum. Bir akşam evde arkadaşlarla oturmuşuz yemek yedik. Bizim bir düğün vardı. Adamın birisi kalktı dedi ki, ‘arkadaşlar, benden söylemek, bu Nazım bu da kitaplar, vallahi bizi götürürler. Kalkın gidelim, burada çay içmeyelim. Çayı gidip başka yerde içelim.’ Onlar kalkıp gittiler. İki saat sonra beni yakaladılar. O cemaat toplanmış beni ziyarete geldiler. Ben firari gezdiğim zamanlarda iyi oldu Mesnevi Nuriye’yi okudum. İki defa jandarma geldi yakalayamadı. Sakladılar bizi.

ÜSTADI EN SON 1953’TE GÖRDÜM

En son vefatından kaç sene önce Üstadı gördünüz?


Üstadı 1953’ten sonra görmedik. Gelemedik. Ama muharebemiz devam ediyordu. Köylerde dersler de vardı. Ağrı’daki hocalar çok zor. Hemen hepsi tehlikeli milliyetçiler. Hatta iki tanesi Molla Muhammed var elli kişiye icazet veriyor. O demiş, bu adamı gidin dövün caizdir. Ben de medresedeyim. Geldiler, oturdular. Birini de tanıyorum. Talebeyken ona Kur’an dersi verdim. Ben bir bahis okudum. Orada bitaraf muamele ediyor ya şeytan ile tartışmada. Ben bitaraf dedim. Yanlış okudun dedi. Beytaraf dedi. Dedim ki kardeşim bizde bey harfi yok. Yeni yazıda. Bi diyeceksin ya da bey diyeceksin. Bey diye bir şey yok. Sen bilmiyorsun dedi. Bilmiyorsam sen söyle bakalım. Biraz daha okudum baktım beni Türkçede temim ediyor. Hâlbuki Türkçeyi bilmiyor. Ben anladım. Dedim, ‘bana bak Zeki hoca haddini bil. Sen Türkçeden bana ders veremezsin.’ Bir de Kur’an-ı Kerim’in inzal şekli geldi. Nasıl geldi dedim. Dedi ki, Cebrail söylemiş. Cebrail mi? Dedim. Evet dedi. Sen kâfir olursun yahu dedim. Fakat öyle mağlup oldular ki o ona kâfir dedi, o da ona kâfir dedi. Kalkıp gittiler.

KUR’AN-I KERİM OKUTMAK VE OKUTTURMAK YASAKTI

Kur’an’ı nerede öğrendiniz?

O zaman Kur’an-ı Kerim okumak ve okutturmak yasaktı. Ben bir hocadan Kur’an dersi almak istedim. Baban gelsin dedi. O zaman ortaokulu bitirmiştim, tatildeydim. Babama söyledim o da, oğlum sen deli misin? Bir senede okuyamazsın dedi. Baba ne okusam yeter dedim. Sonra hocaya geldik. Hocaya dedi ki ‘hoca bu çocuğu okut ben sana otuz lira vereceğim.’ Hoca efendi kızdı, ben parayla okutmuyorum. Senin oğlun öğrenirse olur öğrenmezse ne yapalım, dedi. Biz Kur’an okumaya başladık. Evvela bizim evde sabah namazını kıldıktan sonra hoca gelip bize Kur’an öğretiyordu. İki kişi daha geldi yanıma üç kişi olduk. Biz orada üç gün okuduk, dördüncü gün polisler geldi. Evin önüne polisler gelince hoca evi değişelim dedi. Oradan öteki çocuğun evine gittik. Dört gün de orada okuduk, polisler oraya da geldiler. Sonra öteki çocuğun evine gittik, iki gün de orada okuduk.

Yıl kaçtı?

1939’larda olsa gerek. Üç ev değiştirdik. Polisler oraya da geldiler. Hoca dedi ki, ahir zamanda deccal mezarlara girmeyecek, gelin sizi mezarda okutayım. Ben şimdi anlıyorum ki heykeller mezara girmez. Mezarlığa gittik, orada da iki gün okuduk, polisler oraya da geldiler. Ne yapalım, bırakalım. Yok, dedi. Bırakmayalım. Bir de deccal camiye de girmiyor, gidip camide okuyalım. Camiye geldik. Camiye geldiğimiz zaman on altıncı gündü. On yedinci gün polisler geldiler ama hocamız şöyle yapıyordu. Camiye gelince içeri namaz vakitlerinde tek giriyordu. Bize kapıyı kilitletiyordu. İçeride eski ezan okuyordu. Sonra biz de çıkıp yeni ezanı okuyorduk. On yedinci gün biz hoca ile beraber oturmuştuk. İki tane polis geldi. Ne yapıyorsunuz? Dedi. Hoca, “Kur’an okuyoruz görmüyor musunuz? Yanımdaki de okuyor, bu da okuyor, bu da okuyor. Kardeşim siz gâvur musunuz? Ben Rusya’da bile böyle bir şey görmedim. Ben orada Kur’an dersi verdim. Siz Yahudi misiniz? Allah sizin belanızı versin.” Diye bir kızdı polise. Tek kelime konuşamadılar. O zamanlar ben yedinci cüze gelmiştim. Tahsilimiz orada bitti, okuyamadık. Sonra Kur’an-ı Kerim’i kendimiz öğrendik.

1953’ten sonra Üstadı görmediniz. Tabi bu arada Ağrı’da kendi çapınızda hizmetler yapıyorsunuz. Üstad vefat etti…

Vefatına gelmeden belediye reisliğine müstakil adaylığımı koydum. Ama herkes bana rey verecek. Etrafa baktıkça bunu görüyorum. Hatta gözümü yumuyorum bakıyorum ki oradaki adayların hepsi kadar ben rey alıyorum. Hiç unutmam, benim için bir hadisedir. Camiden çıktım, müezzin bir kart elime tutuşturdu. Kartı aldım. Erzurum’da Vahdet Onaylı -şimdi Hızıroğlu diye soyadını değiştirmiş- o yazıyor. “Müstakilen belediye reisliğine adaylığını koyduğunu duyduk.” Ben zannettim ki gelelim yardım edelim diyecek. Bu yanlış hareketinizin mübarek ve muazzez Üstadımızın ‘Euzu billahi mineşşeytan ve siyaset’ düsturu hakikatine karşı mutabakatınızı sağladınız mı?” Ben bu kartı okuduğum anda manevi bir hal, baktım ki o bana rey verenlerin hepsi dağılıp gittiler. Yani bunu hakikaten gözümle gördüm desem yalan olmaz. Sanki onlar bana rey vermeden gittiler. Ben de çok duygulandım. Hemen aynı kartın arkasına yazdım. O da memur ya yazan. “Senin başındaki amirinin nurcu olmasını arzu etmez misin?” yazdım ve kartı gönderdim. O kartı bir daha bana gönderiyor. “Başımdaki amirin nurcu olmasını çok arzu ederim. Fakat bir nurcunun siyasete girmesini katiyen arzu etmem. Yerinde otur.” Ve hakikaten kazanamadık. On tane aday vardı ama biz kazanamadık. Ama iş işten geçti. Bizim üç dört senemiz kayboldu gitti. Ondan sonra seyahatler başladı Elhamdülillah. Geldik Konya, Ankara, İstanbul dolaştık.

Ağrı’dan niye çıktınız?

Son zaman çıktık Ağrı’dan. Üstad hazretlerinin vefatını Ağrı’da tek bir radyocu duymuş. Bizim de kanaatimiz o, Eddai var, biz onu okuyunca Üstad 1979’da vefat eder diyordum, dediler ki müceddidler yüz sene yaşıyor, olmaz yanlışsın. Herkes karşı çıktı bize. Sonra adam geldi bir tek kişi o da halk partinin ileri gelenlerinden dedi ki, Üstadınız Urfa’da vefat etmiş dediler bu yalandır. Çünkü telefon yok açamıyoruz. Tel çektik, müftüye yıldırım tel çektik. Üç gün sonra bugün defnettik, başımız sağ olsun dedi. Cenazeye gidemedik yani.

Peki, vefat ettiğini duydunuz, başınız sağ olsun haberi de geldi. Ondan sonra siz ne yaptınız? Ne düşündünüz?

Ne yapalım diye düşündük. O zaman Hüsrev ağabey bir tamim yayınladı. Her yerden üçten az beşten fazla olmamak üzere heyetler gelsinler. Çokları gitti ama ben gidemedim tembelliğimden. Gidenlere biz bugün yarın hükümeti ele alacağız, eski yazı ile çalışacağız, hemen yazı öğrenin. Oradan gelenler hemen tahtayı medreseye koydular. Yazı yazacağız, kimse ders okumuyor. Osmanlıca yazdık. Bu sefer tartışma çıktı. Van’da dershane kapanmış.

Zübeyir ağabey haber göndermiş, tel çekmiş Kırkıncı’ya. Git Ağrı’da Nazım’ı bul, Van’daki dershaneyi açın. Kırkıncı geldi, ben de dükkândayım. “Gidelim” dedi. Eve gideyim elbisemi değiştireyim dedim. Dedi ki, “vallahi ben teli aldım, elbisemi değiştirmeden geldim.” Ben de hemen elbisemi değiştirmeden gittik. Van’a gittik, dershane kapalı. Bir otele yerleştik. Kuralkanlar’la filan. Bunları arıyorduk. Onları Nurşin Camiinde bulduk. Çok hadiseler yaşadık ama sonuçta gittik dershaneyi açtık. Üç gün de ders yaptık geldik.

Üstadın vefatından beş altı ay sonra bir sükûnet oldu. Herkes yok oldu. Bir nevi nurculuk bitti gibi. Sonra Sungur ağabey dolaşıyordu. Sungur ağabey iki ay içinde Türkiye’yi yirmi defa dolaşmış.

Evet, bize uğramadı ama dolaştı. Biz dışarı çıkamazken bütün kitapları toplamışız samanlığa koymuşum ben. Çok kitaplarımız vardı onları çaya dökmüşüm. Bütün millet kitapları dökmüş. Herkes panik halinde. Biz o zaman Risale-i Nur demekten bile korkuyoruz. Bırakın korkmayı de hiçbir yerde Risale-i Nur okumuyoruz. Bir baktım bir genç geldi Mustafa Türkmen. İki bavul da kitap getirmiş. Bana ders okuyalım dedi. Bir köşede bir eve gittik. Hemen bavulun birini açtı, cübbeyi giydi, sarığı sardı, başladı ders okumaya. Biz evdeyiz bir kişi avluda bekliyor, bir kişi bahçede, bir kişi yolda, bir az daha ileride bekliyor. Polis gelirse haber verecekler. Ödümüz kopuyor. Polisler gelmedi. O ders okudu ben de dersi katiyen dinlemedim.

Diyorum, “bu çocuk genç, henüz hayatının baharında, hayatını kazanacak. Ben evlenmişim, çocuğum var, hayatım bitmiş. Bu kalkmış İstanbul’dan iki bavul kitap almış gelmiş. Ben kitap okumuyorum, ben bu halime Müslüman diyorum. Hâşâ, ben Müslüman değilim” diye içimden geçirdim. Hemen sabah gittim bütün kitaplarımı samanlıktan çıkardım getirdim dolaba dizdim.

RİSALE-İ NUR MANEVİ SADAKADIR


Şimdi siz işi bitirmişsiniz, nurculuk bitmiş, kitapları sakladınız işinize gücünüze bakıyorsunuz. Eğer Mustafa Türkmen o gün gelip öncü olmasa size, belki de unutulur giderdi.

 

Ama Zübeyir ağabey inkılâpta bir şey yapmıştı. Sokağa çıkma yasağı kaldırıldığı anda köprüye gelmiş. Köprüde duruyor, gelip geçenlerden kimin yüzünde az nur görürse onu durduruyor, ona kitap okuyor. Sen bunu niye okuyordun diye sordum ben. ‘Kardeşim Risale-i Nur manevi sadakadır. Kimse Risale okumuyor Türkiye’de. Memlekete bela gelecek, ben onu okuyorum ki sadaka hükmüne geçsin diye.’ Dedi.

Zübeyir ağabey bunu yapıyor ama Sungur ağabey de asasını alıyor eline, çarığını giyiyor ve kırk gün içinde Türkiye’yi iki defa dolaşıyor. Yeni baştan Risale-i Nur hareketine bir ivme kazandırıyor. Şimdi boşuna ağabey olunmuyor ki.

O zaman nurcuyum diyen yok. Kitaplar saklanmış. Ben de beraber gömdüm. Hatta bir küçük kitabı da duvara gömmüşüm. Sana arz edeyim. Bilal-i Habeşi de sahabe, Hz. Ömer de sahabe, Hz. Ebubekir de sahabe. Niye sahabelere nazaran bunlar ön safa çıkmışlar? Bunların meziyetleri var. En tehlikeli zamanlarda bunlar göğüs germişler. Şimdi sizin bu methettiğiniz ağabeyler de elbette herkesin, benim gibi adamların, kitapları sakladıkları, suya attıkları bir devirde o cübbeyi giymiş gelmiş Risale-i Nur’u oku diyor. Elbette biz bunlara yetişemeyiz.

Medine’de bir ağabey var Emirdağlı Abdurrahman Topraklı. Biz bu sene nisan ayında Sungur ağabey ile beraber umreye gitmiştik. Mekke’de güzel bir medrese yapıldı. Onun açılışı vardı. Sungur ağabey ile Abdurrahman ağabeyi ziyarete gittik. Abdurrahman ağabey ağır hasta yatıyor. Biraz sohbet ettik. Sungur ağabey ile çok güzel bir sohbet ettiler. Giderken Sungur ağabey de hasta o da hasta. Beni kaldırın dedi Sungur ağabey. Onun elini öpeceğim dedi. Kaldırıp götürdüler. Sungur ağabey, beni bırakın onun elini öpeceğim dedi. O da diyor ki, beni kaldırın Sungur ağabeyin elini öpeyim. İkisi de birbirini duymuyor ama. Bediüzzaman hazretlerinin Sungur ağabeye benim hayatım senin ile devam edecek demesi. Siz de söylediniz, Bediüzzaman size kaç kere gel burada kal demiş siz kalmamışsınız. Hâlbuki kim bilir kader nedir bilmiyoruz orada kalsaydınız çok daha önemli hizmetlerde bulunacaktınız.

Elbette. Belki ben de Sungur ağabeyin bir eşi olurdum. Fedakârlık kolay değil.

Kaç yılına kadar Ağrı’da kaldınız?

1974’te Ağrı’dan ayrıldım. Ben geldim Üstad geri dönmeye izin vermiyormuş. En son Zübeyir ağabeye kadar geldim. Dedim ki, benim Ağrı’da huzurum kalmadı artık. Çarşıda kiminle konuşsam onu hapsediyorlar. Hakikaten öyle bir durum meydana geldi. Sanki polis benim peşimde.
Zübeyir ağabeyle teheccüde kalkmışız. İkimiz beraber konuşuyoruz. Dedi ki, ‘Vallahi benim artık zekâm, hafızam tatil-i eşkâl etmiş. Yalnız mübarek ve muazzez Üstadımızdan sana nakil yapacağım. Bazıları geliyordu, efendim bura küçüktür ben daha büyük yere gitmek istiyorum. Üstad kovuyordu. Hizmetin büyüğü küçüğü olmaz. İzin vermiyordu. Bazısı da diyordu efendim ben burada para kazanamıyorum. “Buraya para kazanmak için gelmemişsin git otur yerine” diyordu. Bazıları da diyordu ki efendim benim artık hizmet yapma imkânım yok. Polisler bizi rahat bırakmıyorlar. Elime kitap alamıyorum. Hizmetten geri kaldım buna bir çare. Üstad ona diyordu ki, eğer öyle ise senin gibi bir tane yerine koymak şartı ile gitmende mahsur olmayabilir. Fakat Nazım kardeş o gidenler perişan olup geri geldiler.’ dedi.

Ben kendime bu son şey uyuyor dedim Erzurum’a naklettim. Durum da iyiydi yani. Efendim öyle bir hale geldi ki eğer bir gün daha kalsam aç kalacağım. Bizim araba geldi, eşyaları topladı, Ağrı’ya gitti. Oraya gidenler perişan olup geri geldiler, baktım aynı şey oldu. Tabi geldim oraya iş yok, güç yok, perişan bir durum. Fakat Cenab-ı Hak ihsan etti topladık kendimizi.

 

www.RisaleHaber.com