Bediüzzaman 27 Mayıs için ne demişti?

Bediüzzaman 27 Mayıs için ne demişti?

Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi Mehmed Fırıncı ile yaptığımız röportajın ikinci bölümü

Röportaj: Abdurrahman Iraz-Nurettin Huyut / Risale Haber

 

(1. BÖLÜM: BEKİR BERK'İN NURCULUĞA VURULDUĞU AN)

 

2. BÖLÜM:

 

BUNDAN SONRA MANEVİ CİHAD VAR, RİSÂLE-İ NUR VAR

 

Ankara mahkemesinin ardından Üstad Hazretleri talebeleriyle görüşmüş diye biliyoruz?

 

Şöyle, Türkiye’nin altı-yedi vilayetinden ağabeyler toplanıp Ankara’ya getiriliyor. Üstad hazretleri bir defa Ankara’ya gelip, Emirdağ’a geri dönüyor. Onlar heyet halinde Üstad’a gidip, o altı-yedi vilayete davet ediyorlar. Diyarbakır’a, Urfa’ya, Erzincan’a, Erzurum’a, Çorum’a… Hatta Refet Kavukçu ağabey anlatıyor, “Üstad bizi kabul etti ve hep beraber Ankara’ya doğru yola çıktık” diye.  Fakat daha sonra malum, Ankara’dan geri dönme hadisesi var. Yani öyle bir hadise bu…

 

Üstad’ın son dersi de birçok ağabeyle beraber yapılmış… 

  

Ankara Merit Otel’de Diyarbakır’daki bazı gelişmeler nedeniyle Üstadımız, Mehmed Kayalar ağabeyin gelmesini istiyor. O da geliyor ve o dersi Mehmed Kayalar ağabeyin gelişinde Üstadımız yapıyor. Sungur ağabey de kaydediyor. Kayalar ağabeye ithafen bir nevi fakat tabiî bütün Nur talebelerine yapılıyor. Ve o son ders öyle…

 

Daha sonra Üstad hazretleri İstanbul’a teşrif ettiler. Biz de zaten davet etmiştik. Eskişehir’de bir gazeteci aleyhimizde bir yazı yazmıştı. Bunun üzerine Bekir Berk ağabey Ankara’ya telefon etti. Beraberce gittik. Zübeyir Gündüzalp ağabeyin yanına gidip “bu kötü yazıyı mahkemeye vermemiz lazım” dedik. Üstadımız uygun buldu ve “Lüzum varsa İstanbul’a vekâlet vermek için geleyim” diyor. Bunu duyunca, “demek ki Üstadımız İstanbul’a gelebilecek durumda. Hemen telefon edelim” dedik. Vekâletname oradan da verilir ama buradan olsa daha iyi olur, diye istişaremiz neticesinde Bekir ağabey telefon etti Üstad’a. Böylece Üstad’ı’mız ertesi gün İstanbul’a geldiler.

 

1959 senesinin son günü… Yılbaşı gecesi… Üstad, “Merak etmeyin. Hiçbir halt edemeyecekler. Ben küfrün belini kırdım. Onlar size hiç bir şey yapamayacaklar. Merak etmeyin” dedi. Fakat merak edilecek hiçbir husus da yok hakikaten. “Bundan sonra manevi cihad var. Risâle-i Nur var. Maddi Cihat düşman taarruz ederken yapılır, ancak manevi taarruz Risâle-i Nurladır. Risâle-i Nur’un bir yaprağını, bir yerden bir yere götürmek eski cihatta on kâfiri öldürmek ne kadar sevapsa, bunu yapmak da öyle sevaplıdır” diye bu ifadeyi Üstad üç defa ayağa kalkarak söyledi.

 

 

27 MAYIS OLUNCA O DERS BİZE AÇILDI

 

Üstad 27 Mayıs’dan mı bahsediyormuş acaba?

 

Evet. “Korkmayın. Merak etmeyin. Hiçbir halt edemeyecekler” diye defalarca telkinde bulundu Üstad. Tabiî 27 Mayıs olunca o ders bize açıldı, “Demek ki mesele buymuş” dedik. “O zaman biz buna karşı nasıl hareket edeceğiz” diye düşünmeye başladık. Neşriyatı durdurmadık tabiî önce Uhuvvet Risalesini bastık. Arkasından bizi birinci şubeye aldılar. 25 gün nezarette kaldık. Sonra üç profesöre göndermişler, ayrı ayrı. Hepsi de, “Bunda bir suç yok” diye rapor vermiş. Hiç bir şey yapamadılar. Ve mecburiyetle bizi serbest bıraktılar...

 

Üstad Hazretleri İstanbul’da kaç gün kaldı?

 

Sadece bir akşam… Dediğim gibi 1959’u 1960’a bağlayan gece… Piyer Loti Otelinde… Yani düşünün işte. Başta da sordunuz ya, Yenice-i Müslim köyünde ilkokulu bitirmiş bir adam.

 

BEDİÜZZAMAN: MENFÎ HAREKETE KATİYEN İZİN YOK!

 

O geceyi net olarak hatırlayabiliyor musunuz? Üstad Hazretleri neler söyledi? Nasıl görevler verdi?

 

Üstad o gece iki saat kadar sadece Risâle-i Nurla alakalı konuştu. Ona sadakatle bağlı kalmamız gerektiğini, menfî harekette bulunmamamızın lazım geldiğini anlattı. Bağdaş kurup oturduğu halde divanda, yay gibi fırladı, “Menfî harekete katiyen izin yok!” dedi, hasta ve yaşlı haline rağmen…

 

Aslında biz Kartal’da otelde süit bir oda tuttuk, fakat kimin kalacağını söylemedik. Üstadımız geldikten sonra benzin istasyonundan Bekir Berk ağabey telefon etti. Dedi ki, “O odada kalacak olan Bediüzzaman Hazretleridir.” Sonra biz oradan araba vapuruyla karşıya geçene kadar, bütün İstanbul’da duyulmuş Üstad’ın geldiği. Ve orada büyük bir kalabalık çıktı karşımıza. Tabiî otelin önünde alkışlarla, sevinç çığlıklarıyla karşılandı Üstad. Çemberlitaştaki Piyer Loti otelinin sahipleri polise bildirmişler. Sonradan biz oradaki adamları hep otel çalışanları zannediyoruz. Meğerse hepsi polis memuruymuş. Daha sonra 1960 ihtilalinde birinci şubeye gidince gördüm onları orada ve anladım ki hepsi polismiş. “Siz Otelci değil miydiniz?” diye sorduğum da olmuştur.

 

Tabiî bu durumu Nur talebeleri de duymuş. Onlar da gelmişler. Muazzam bir kalabalık. Ama Üstad Hazretleri çok rahatsız oldu bu durumdan. “Siz nümayiş tertip etmişsiniz. Bu menfî harekettir. Hâlbuki bizim hizmetimiz müsbet harekettir. Menfî harekete katiyen iznim yok” diye çıkıştı. Fakat bir taraftan tokatladı, bir taraftan da iltifat etti. “Merak etmeyin. Siz müsbet harekete devam ettikçe kimse size bir şey yapamayacak” dedi. Bir nevi son konuşması oldu bizlere.

 

O gece Üstad orada kaldı. Ertesi gün öğle namazını kılıp, Eyüp Sultan’a gidecekti. Fakat gazeteciler illa Üstad’ın odada bir fotoğrafını çekmek istiyorlar. Öğleyin herkes namaza gitti. Zübeyir ağabeyle ikimiz kaldık. Bütün odaların balkonu aynıydı. Gazetecilerden biri diğer bir odadan girip, balkondan geçmiş. Üstadın odasına geçip, fotoğraf çekecek. Ben de orada bekliyordum. Bu arada Zübeyir ağabeyle beraber o adamı gördük. Ben dedim, “Giremezsin, kusura bakma.” Döndüm Zübeyir ağabeye, “Görüyorsun Zübeyir ağabey, ne yapalım?” diye sordum. Adam o sırada yalvarıyor bize. Zübeyir ağabey, “Bırak, Üstad bir haşmetle çıksın namaz kılarken” dedi. Ben de adamı bıraktım. Adam gitti. Camdan Üstad namaz kılarken fotoğrafını çekti. Bir defa tam namaz kılarken çekilmiş. İkinci flaş esnasında Üstad hemen elini kaldırmış. Rahmetli Necip Fazıl o fotoğrafı mecmuanın kapağına koydu. “Gazeteci tasallutuna karşı Bediüzzaman” diye altyazı yazdı. Elhasıl bu durum üzerine Üstad kızdı. Ve “Ankara’ya gidiyoruz” diyerek yola çıktı.

 

 

BEDİÜZZAMAN’DAN GAZETECİLERE DİN TAVSİYESİ

 

Herhangi bir görevlendirme olmadı mı?

 

Görevlendirme umumi olarak yapıldı. Siz müsbet hizmetinize devam edin, derken hepimizi kastediyordu zaten.           

 

Nasıl ayrıldınız Üstad Hazretlerinden?

 

Üstad gitmeye karar verince, biz bütün kardeşleri topladık. Bekir ağabey kol kola bir koridor meydana getirtti. Üstadın içinden geçebileceği şekilde. Ben Üstadın kolunda adeta yürüyerek, onların içinden geçtik. Üstad o sırada başını kaldırıp Bekir ağabeye, “Sen benim Abdurrahman’ıma benziyorsun” diyerek tazim etti.

 

Asansör olmadığından merdivenlerden indik. Gazeteciler fotoğraf çekmek için devamlı uğraşıp duruyorlar. Üstad onlara, “Din aleyhine neşriyat yapmayın. Zarar edersiniz. Yani dine dokunmayın. Dine hürmet edin. Dinî muhtevalı bütün hadiselere müsbet yaklaşın” diye telkinatta bulundu. Aşağı inince arabada Zübeyir ağabeyle, Bekir ağabey ön koltukta, Üstad Hazretleri de arka koltukta oturuyor. Üstad bana, “Sen de gel benim yanıma” dedi. Ben de arka koltuğa oturdum.

 

Araba Üsküdar’da araba vapuruna yanaşınca, gazeteciler fark etmemişler. Haber alamamışlar. Ama orada haber almışlar Kabataş’ta, daha yanaşırken hemen atladılar. Devamlı fotoğraf çekiyorlar. Flaşlar patlıyor falan. Üstad da rahatsız oldu. Bekir ağabeye, “Sen söyle benim mezhebimde fotoğraf çok iyi değildir. Çektikleri yeter. Bundan sonra çekmesinler” dedi. Bekir ağabey söyledi ama kimse dinlemiyor. Zübeyir ağabey, “Şemsiye var Üstadım” dedi. Üstad, “Sen şemsiyeyi aç” dedi. Açtım… O şemsiye gazetecileri çileden çıkardı.   

 

Sonra giderken de aynı şemsiyeyi kullandık. Yapmasaydık belki daha iyiydi ama Üstad böyle istemişti. Orada Üzeyir kardeşin ifadesine göre, o gazetecilerden birisi elini uzatmış. Üstadın yüzüne doğru... Tabiî ben de şemsiyenin altında olduğum için farkında değilim. Resimlerde vardır o görüntü. Bir yerde yüzüm de çıkmış. O gazeteci elini uzatmış, Üzeyir kardeş onu alıp, otelin duvarına çarptı. Mahkeme falan oldu tabiî. Ama isabetli bir çekiş olmuş. Sonra Üstadımız önce arabaya, ardından da araba vapuruna bindi. Üstadın yanında epeyce gittik. Kartal’a kadar… Ben orada indim. Üstadımla vedalaştık. Ve Üstad yoluna devam etti.  

 

ÜSTAD HAZRETLERİNİN GİTME KARARI BİZİ ÇOK MÜTEESSİR ETTİ

 

O anki duygularınızı hatırlıyor musunuz?

 

Üstad Hazretlerinin bir anda gitmeye karar vermesi bizi çok müteessir etti. Fakat Üstadın bu şekilde gezmesi acaba ne olacak diye beni hayli düşündürüyordu. Önce Konya’ya gitmişti, ardından İstanbul, Ankara… Yani bir gelişme var diye bekliyorduk. Öyle bir halet-i ruhiyedeydik... Ama ne olacağını bilmiyorduk tabiî. Daha sonra telefon geldi ki Üstad Urfa’da… Aniden Urfa’ya gitmeye karar veriyor. Ramazan’ın son 20. günü. Üstad cemaatle teravih kılıyor. Ondan sonra da hasta oluyor. Çok şiddetli şekilde devam ediyor hastalığı bunun üzerine Urfa’ya gitmeye karar veriyor ve gidiyor.

 

Siz Urfa’ya gittiniz mi?

 

Gittik, fakat yetişemedik. Perşembe günü defnetmişler, biz Cuma günü sabah ulaşabildik.

 

 

BUNLARI MUTLAK VEKİL TAYİN EDİYORUM

 

Üstad’ın vefatından sonra ağabeylerin bir toplantısı olmuş. Bundan sizin haberiniz var mı?

 

Kadıoğlu Camiinde Cuma namazının ardından oldu o toplantı. Orada Mehmed Kayalar ağabey bir teklif getirdi. “ Üstad Hazretleri vefat etti. Bir başa ihtiyaç olacak. Benim dışımda birini seçin” diye. Ama ağabeyler, “Risâle-i Nura göre her bir talebe bir Said’dir. Her talebenin üzerine düşen bir hizmet vazifesi vardır. Ve Risâle-i Nur hizmeti diğerleri gibi değil” dediler. Emirdağ Lâhikasındaki vasiyetname adındaki mektupları da biliyoruz. Üstad son anında Zübeyir ağabey, Ceylan ağabey, Sungur ağabey, Tahiri ağabeylerin isimlerini zikrederek, “Bunları mutlak vekil tayin ediyorum” demişti. Biz onları biliyoruz yani. O sebeple ağabeyler bu teklife sıcak bakmadılar.

 

Hüsrev Altınbaşak ağabey var mıydı o toplantıda?

 

Hayır. Zaten Hüsrev ağabey Urfa’ya gelmedi. Katılamadı.

 

MENDERES’LE GÖRÜŞECEKTİK Kİ ÜSTADIN VEFAT HABERİ GELDİ

 

Siz de bir gün sonra yetişebildiniz…

 

Evet. Biz İstanbul’dayken Üstad’ın Urfa’ya gittiğini duyduk, bir bekleyiş içindeyiz. İçişleri bakanı emir vermiş Üstad için, “Isparta’ya veya Emirdağ’a geri dönsün” diye. Emniyet Üstadı geri çevirmeye çalışıyor, ısrarla. O günlerde Menderes de İstanbul’daydı. Bize telefon geldi, “Menderes’le görüşün Üstadın Urfa’da kalmasına izin versinler” diye. Biz gittik. Taksim’de Bekir ağabey, Hakkı Yavuztürk ve Mehmed Birinci ağabeyle beraber özel kalem müdürüyle görüştük. Oteldeyiz. Adam bize, “Tamam… Biraz bekleyin. Sizi görüştüreyim” dedi. Tam bu esnada Hürriyet Gazetesinin haberlerinde, flaş haberde, “Bediüzzaman Hazretleri Urfa’da vefat etti” diye duyduk. Tabiî o haberi alınca Başbakanla görüşmeye ihtiyaç kalmadı. Hemen araba temin edip, yola çıktık.

 

Şu an Risâle-i Nur talebeleri hepsi ayrı ayrı hizmet ediyorlar. Peki Hüsrev ağabey olayı nasıl gelişti?

 

Üstad Isparta’da yeni yazıyla neşir başladığında, neşir işlerini bizzat kendisi yönetmeye başladı. Ondan evvel Emirdağ’da kendisi, Isparta’da ağabeyler… Teksir makinesi yeni çıkınca, bir tane İnebolu’ya, bir tane de Isparta’ya alıyorlar. Isparta’dakini Hüsrev ağabey, İnebolu’dakini Nazif çelebi ağabey yönetiyor. Yeni yazı dönemine geçilince Üstad bizzat kendisi muhatap olmaya başladı bütün çıkan eserlere. O dönemde Hüsrev ağabey biraz yaşlanmıştı, o nedenle hizmet içindeki aktifliğini de azaltmıştı. Herkes onu üstaddan sonra büyük bir abi olarak görüyordu. O nedenle Üstad’ı ziyaret edenler, Hüsrev ağabeyi de ziyaret ediyordu. Ben de kaç defa öyle yaptım mesela…

 

ÜSTADIMIZ AHİRETE GİTMİŞSE BİZ HEP BERABER HİZMETİ ŞAHSI MANEVİYLE YÜRÜTECEĞİZ

  

Bu cemaat ayrımı Husrev ağabey zamanında mı oldu?

 

Biz Urfa’dan dönüp Isparta’ya geldiğimizde, Sungur ağabey, Ceylan ağabey, Bayram ağabey ve Zübeyir ağabey, Hüsnü ağabey… Hepsi oraya gelip toplandılar. Tahiri ağabey daha önce gitmişti, dershanede kalıyordu. İstanbul arabasıyla biz gittik ama Ceylan ağabey bana, “Sen gitme kal” dedi. Biz Üstad’ın arabasıyla döndük Isparta’ya. Önce Konya’ya gittik. Bütün ağabeyler, talebeler hapishanede. Selâm verecek kimse yok. O sebeple Otelde kaldık. Sonra Isparta’ya giderek Hüsrev ağabey’i ziyaret ettik.

 

Orada bazı konuşmalar oldu. Hatta ben teklif ettim, “Şimdi matbu olarak risaleler elhamdülillah intişar etti. Fakat hatt-ı Kur’an’la biz gene devam ediyoruz. Çünkü İstanbul’da iki tane teksir makinesiyle Lemalar’ı basmıştık. Biz Lemalar’ı Küçük Ali ağabeyin yazısıyla tab ettirdik. Siz de Sözleri aynı şekilde yeniden yazsanız, onu da bastırsak” dedim. Hüsrev ağabey, “Kardeşim. Ben artık yaşlandım. Eskisi gibi o demir kalemi elime alıp yapamıyorum” dedi. Hatta, “Teyple okuyayım” dedi. Teyp getirdik. Okudu fakat dişleri olmadığı için telaffuzu çıkmadı. Böyle şeyler. Orada, “Müttefikane hizmetler devam edecektir. Üstadımız ahirete gitmişse biz hep beraber hizmeti şahsı maneviyle yürüteceğiz“ dedi. Biz oradan ayrılıp Emirdağ’a gittik. Emirdağ’da araba çalışmadı. Orada bıraktık. Sungur ağabeyle beraber Eskişehir’e geldik. Daha sonra Sungur ağabey Ankara’ya gitti. Biz de Hüsnü ağabeyle İstanbul’a geldik. 

 

Yani Hüsrev ağabeyi defalarca ziyaret ettik. Daha sonra da yanına gittik, geldik. Fakat hiçbir şey yoktu. 1963’den sonra bazı farklılıklar zuhura geldi. Öncesinde herhangi bir şey yoktu.

 

27 MAYIS İHTİLALI OLDU SÖZLERİ BASMA ÇABASI İNKITAA UĞRADI

 

Üstad’ın vefatından sonra İstanbul’daki hizmetlere devam ettiniz. Kimler vardı sizden başka?

 

Mehmed Birinci, Hakkı Yavuztürk, Üzeyir Şenler, Bekir ağabey ve bazı gençler vardı. Onlardan bazıları vefat etti. Abdülkafi adında bir kardeş vardı. O hãlâ hayattadır. Ahmet Aytimur ağabey de vardı. Biz o zaman karar verdik beraberce. Sözler ilk olarak Ankara’da basılmıştı. “İkinci baskısı da İstanbul’da olsun” dedik. Sözler’i “Fakülteler” matbaasına basılması için verdik. Yirmi beş bölüm falan basılmıştı. Sekiz bölümün de tashihi yapıldı, geldi.

 

Zübeyir ağabey o zaman Urfa’dan ayrılmadı. Abdullah ağabey de orada. Bayram ağabey Isparta’da… Hüsnü ağabey Karabük’de… Sungur ağabey de hem Ankara’da, hem Karabük’de, böyle muhtelif yerlerde hareket halinde… Biz de İstanbul’da Risâle-i Nurları yeniden basmak için hizmete devam ediyoruz. Bir Cuma günü kalan sekiz bölümü de basacakken, 27 Mayıs ihtilalı oldu. Bu sebeple Sözleri basma çabası biraz inkıtaa uğradı. Ama Uhuvvet Risalesini bastık. Uhuvvet Risalesini ihtilal içinde basmış olduk yani. Ondan dolayı mahkeme, şu bu falan bizi gözetim altına aldılar. Baktık ki olmuyor. Yeni yazı, teksirle başladık… Risâle-i Nur Sönmez, Hizmet Rehberi, Hutuvat-ı Sitte, Münazarat… gibi bazı eserleri yazdık. Hizmet Rehberi matbu idi. Sinan Bey hapisten çıktı. Bu İstanbuldaki Sinan… Ankara’daki Doğuş matbaasındaki Sinan değil…  Biraz tabiî darbeden sonra çok tevkifat oldu.

 

BÖYLE BİR KARAR, BÖYLE BİR ZAMANDA NASIL OLUR?

 

Darbe sebebiyle Baskı işi yavaşladı mı?

 

Aslında ağırdan alan biz değildik. Matbaacılar bizi yanlarına almak istemiyorlardı. Bu arada Üzeyir kardeş, Eyüp Sultan’da üsteğmen bir askerle kabristanda karşılaşmış. Ona risale okumak istemiş. O da onu şikâyet etmiş. Balmumcu’da bir askeri mahkemede tevkif ettiler Üzeyir kardeşi. Sonra orada müsbet bir heyet karşımıza çıktı. Risâle-i Nuru müdafaa eden çok mükemmel bir karar verdiler. Hem beraat ettirdi, hem de diğerlerine emsal olacak şahane bir karar oldu.

 

Daha sonra tam o esnada Sinan Bey hapisten çıkınca Risale basma işine devam edelim dedik. O da, “Şu anda hiçbir şekilde basım yapamayız” dedi. Endişeliydi. Ben de o kararı götürdüm. Yazıhanede Birinci ağabeyle beraber yaşlı, ak saçlı bir avukat vardı. Ben orada o kararı okudum. Kararı okuyunca, “ Ya!..” dedi. “Böyle bir karar, böyle bir zamanda nasıl olur?” diye çok hayret etti. Bu durumu gören Sinan Bey de ateşlendi ve “Tamam getirin risalelerin hepsini basalım” dedi…

 

1963’e kadar Hakkı Yavuztürkle beraber hizmetlere devam ettik. Zaten 1962 yılının Mayıs ayında Zübeyir ağabey İstanbul’a geldi. Onu Urfa’dan baskıyla çıkarmışlar. O da Konya Ermenek’de kalıyor. Biz de Zübeyir ağabeyi İstanbul’a davet ettik. Üzeyir’i Ermenek’e gönderdik, istişareyle. Üzeyir Ermenek’e gitti. Zübeyir ağabeyin İstanbul’a gelmesini rica ettik. O da. “Tamam kardeşim. Sen git, ben gelirim” demiş.

 

Ankara’ya geliyor. Biletini almış ama Murat Lokantasının üstündeki medreseye bir uğrayayım diyor. Bir gidiyor ki orada baskın var. Polisler, “ Hoş geldin Zübeyir Efendi” diye karşılıyorlar. Uğramasa hiçbir şey yok. O zaman bunda bir hikmet var diye Zübeyir ağabey Ankara’da biraz kalıyor. Zübeyir ağabey Ankara’da kalınca götürüyorlar, sonra serbest bırakıyorlar. Daha sonra da çok oldu böyle gözaltılar… Biz de bu arada sürekli Ankara’ya gidip, ne zaman İstanbul’a gelecek diye davet ediyoruz. Zübeyir ağabey Eskişehir’e gitti bir ara. Bir müddet orada kaldı. Sonra Birinci ağabeyle iki defa yanına gittik ısrarla, gelmesi için… Allah razı olsun, Daha sonra İstanbul’a teşrif ettiler…

(Devam edecek)