35 yıl önce iman propagandası yaptık
Muzaffer Avcı, radikal fikirlerinden Risale-i Nur ile nasıl kurtulduğunu, Zafer dergisinin yayın hayatına başlama hikayesini Risale Haber’e anlattı…
Röportaj: Abdurrahman Iraz - Nurettin Huyut / Risale Haber
1. BÖLÜM:
Muzaffer Avcı kimdir?
1949 da Adapazarı’nda doğdu, İlk ve Ortaokulu Adapazarı’nda, Liseyi İzmit’te Üniversiteyi de 1972’de Yıldız Teknik Üniversitesinde Elektrik bölümünü tamamlayarak Mühendis oldu. Sekiz yıl özel ofisinde ticaretle uğraştı.
1980’den 2008 yılına kadar da Elektro Mekanik Sanayinde üretim yaparak, sanayici olarak faaliyetlerine devam etti. 2009’un başından itibaren de kendini emekliye ayırdı.
ORTAOKULDAYKEN ELİME GEÇEN İLK ESER İÇTİHAT RİSALESİ’YDİ
Öğrencilik hayatınız var, ticaret hayatınız var, bir de sanayici ve işadamı hayatınız var. Bunları sormadan önce Risale-i Nurla tanışma ve bir gönüllü olarak hizmet eden yönünüz de var. Öncelikle hayatınızın o kısmını sormak istiyoruz. Risale-i Nurları nerede ve nasıl tanıdınız?
Dindar bir ailenin çocuğu olduğum için acizane daha Ortaokulda iken namazlarımı kılardım. 1960’lı yılların henüz başında –Allah uzun ömürler versin- Mehmet Şevket Eygi Beyefendinin çıkarmış olduğu Yeni İstiklal gazetesi vardı. Bu gazeteye abone idim. Devamlı bu gazeteyi takip ederdim. O günlerde bu gazete de Üstad ve talebeleri ile ilgili mahkeme safahatları ile ilgili haberler yayınlanırdı, Nur Talebeleri hakkında yapılan haksız uygulamalar bu gazetede haber olarak verilirdi. Ben ilk defa işte bu gazetede yayınlanan haberleri okuyarak Üstad ve Nur Talebeleri hakkında genel bir bilgi sahibi olmuştum.
Daha sonra Rahmetli Eşref Edib’in Üstad hakkında yazmış olduğu eserini okudum. Daha ortaokul talebesi iken Üstad hakkında genel bir bilgi sahibi olmuştum. Bugünkü gibi yayıncılık mükemmel olmadığı için ancak bu kadar öğrenebilmiştim. Ve her kitap her yerde bulunmuyordu. Risale-i Nurlar parça parça dolaşıyordu.
O nedenle benim de elime geçen ilk eser İçtihat Risalesi oldu. Yani düşünebiliyor musunuz? Bir ortaokul çocuğunun eline İçtihat Risalesi geçmiş, sayfaları karıştırıyorum, okuyorum ama bir şey anlamıyorum. Ama bu kitap iyi bir kitap olsa gerek diyerek de kitap dolabında muhafaza ediyorum. Bu şekilde Üstad’a ve Risale-i Nur’a karşı muhabbetimi muhafaza etmeye çalışıyorum. Bu tavır ona olan bir muhabbetin neticesidir. Bunu sizinle paylaşmamın nedeni gerçekten o gün o şekilde davrandığımdan dolayı bir haz duyuyordum. Anlamasam da dediğim gibi Üstadın hatırasına zevkle muhafaza ediyordum.
Aslında bir ortaokul talebesinin eline geçmesi gereken kitap Haşir Risalesi veya Ayetü-l Kübra Risalesi, Küçük Sözler olmalı ama o kitaplar her yerde bulunmadığından bu elime geçmişti. Bu psikoloji ile üniversiteye gitmiştim. Yani, Yeni İstiklal gazetesini devamlı takip ettiğim için sadece Nur Talebeleri hakkında değil, dindarlar hakkında uygulanan menfi icraatları da okumuştum, o nedenle fazlasıyla tepkili bir ruh haliyle başlıyordum. Hep haksız uygulamalar, Müslümanlar üzerindeki baskılar ve zulümler beni iyice germişti, adeta patlamaya hazır bir bomba haline getirmişti.
O halet-i ruhiye içinde üniversiteye başlamış oldum. Üniversitede Allah’a şükür ki, Nur Talebeleri ile tanışma imkanım oldu ve Nur Talebeleri ile derslere gitmeye başladık. Risale-i Nurları okumam beni o durumdan kurtarmaya yetti. Kısa zamanda benim o gergin halimi tadil etti.
YANLIŞA GİRMEKTEN BENİ RİSALE-İ NURLAR KURTARDI
İlk derse nerede katıldığınızı ve o ilk dersi hatırlıyor musunuz?
Evet ilk defa Süleymaniye’deki Kirazlı Mescit dershanesine gitmiştim. İlk dersi orada Edebiyat Fakültesi öğrencisi olan Nurettin Tokdemir isimli bir arkadaştan dinlemiştim. Şu noktayı özellikle vurgulamak istiyorum: Eğer o gün ben Risale-i Nur talebelerinin arasına düşmeseydim, Risale-i Nurlarla tanışmasaydım, büyük ihtimalle radikal gurupların ileri gelenlerinden olurdum. Çünkü, o zamanki halet-i ruhiyemi iyi hatırlıyorum. Her gördüğüm yanlışı kaba kuvvetle düzeltmeye meyilli bir anlayış taşıyordum. O nedenle o tip insanlardan biri olurdum.
O halet-i ruhiyeyi taşıyan bir insan için meydana gelen bir yanlışı kaba kuvvetle düzeltmek gayet masum ve doğru bir anlayış olarak görülebiliyor. Bir düzeltirsin, iki düzeltirsin, üçüncüde birileri çıkar seni düzeltir. Yanlışı yanlış bir yolla düzeltirseniz, kaos ortamı oluşur ve anarşi olur. İyilik yapıyorum zannıyla gerçekte kötülük yapmış olursun. Düzeni bozduğun için arkasından daha büyük yanlışların yapılmasına neden olursun. Böyle bir yanlışa girmekten beni Risale-i Nurlar kurtardı.
BİZE SİLAHLA ATEŞ EDEN İNSANLAR MAHKEMENİN BİR KAPISINDAN GİRİP ÖBÜR KAPISINDAN ÇIKIYORDU
Sizden bir kuşak sonra olduğum için o zamanlar sizi duyuyordum. Yıldız Teknik Üniversitesinde okuyordunuz. Çok ciddi olaylar oluyordu ve siz de benim bildiğim kadar bu olayların tam ortasındaydınız. Sizinle beraber tanıdığımız Nurettin Tokdemir, Mehmet Soslu, Tuncel Arabul vardı… Sizin bir şehidiniz de var. Bunlarla ilgili söyleyeceğiniz bir şey var mı?
Şimdi tabi insan bütün hayatı boyunca Allah’a ettiği duaların en büyüğü şu olması lazım: Allah’ım beni yanlış bir yolda olmaktan muhafaza eyle diye dua etmesi lazım. Biz gençtik, yaşımız küçüktü, fakat bu duayı demek fiilen yapıyorduk ki, yanlış bir işte bulunmaktan muhafaza etti. Evet, bizim zamanımızda bir çok talebe hareketleri oldu bu hareketlere müdahale ettik, müdahil durumlara da geçtik, fakat hepsi hukuk çerçevesinde meşru müdafaa sadedinde olmuştur.
Siz 68 kuşağı mısınız?
Evet… Biz hiçbir zaman hukuku aşan taşkın bir harekette bulunmadık. Yani sadece bize tecavüz ettiklerinde mukabele ettik, o vesile ile bizi Allah o hadiselerde çok korudu. Çok şiddetli saldırılar olmasına rağmen hasar almadan o günleri aştık. Bu gün 30-40 sene sonra ortaya çıkan gizli eller operasyonunda o günkü hareketlerin kimler tarafından desteklendiği, yönlendirildiği daha iyi görülüyor.
Bize elinde silahla takır takır ateş eden insanlar mahkemenin bir kapısından girip öbür kapısından çıkıyordu. Belli bir gücün bunların arkasında olduğu, onlara destek verdiği, güvence verdiği aşikardı. Onlar bu gizli güce dayanarak hareket ediyorlardı. Ama biz Allah’a güvenerek hareket ediyorduk. Hakkımızı, hukukumuzu, davamızı meşru dairede kalarak korumaya ve yaymaya çalışıyorduk. Bundan dolayı da; Allah bizi bu zalimlere karşı devamlı hıfzetti ve bizi muhafaza etti. Bizim zamanımızda -biliyorsunuz- Türkiye’yi sarsan olaylar meydana gelmişti. Ama biz hiç birinden bir fiske almadan kurtulduk.
Risale-i Nur’dan aldığınız terbiye ile mi kendinizi muhafaza ediyordunuz?
Şüphesiz tabi Risale-i Nur bir denge unsuru olmuştur bizim için. Yani fiili tecavüz durumundan bizi alıkoymuştur. Silahla cihad etmekten bizi men etmiştir. Ancak yapılan tecavüzleri def etme sadedinde biz mukabelede bulunuyorduk. O da öyle bir durum olunca mecburiyetten. Ama hiçbir zaman meşru müdafaayı aşan ve taşan bir hareketimiz olmadı.
BİZİM YAPTIĞIMIZ ŞEYLER, AKILLICA VE PLANLI İDİ
Eskiden beri hep inananlara saldırı olmuştur. İnananlar hep meşru müdafaada kalmış, daima savunma pozisyonunda bulunmuştur…
Şimdi tabi yapılan meşru müdafaa idi. O gün o müdafaalar olmasaydı, o zaman üniversitelerin tamamı yabancı bir ülkenin fikri paraleline girerdi. Gençlik tamamen inkarcı daha açık bir ifade ile komünist fikriyata sahip olarak yetişirdi. Bu da ülkenin felakete gitmesi demekti. O zaman biz buna kendi çapımızda müsaade etmemeye gayret gösterdik. Bizim meşru müdafaa sınırları içindeki hareketlerimizi birileri aşırı sağ - aşırı sol çatışmaları içinde kullanmak istedi. Fakat bizim yaptığımız şeyler, akıllıca ve planlı idi. Hissi hareketten uzaktı. Herhangi bir taşkın hareketimiz de olmamıştı. O nedenle bu fırsatı değerlendirmek isteyen insanların eline de koz vermemiş olduk.
Daha sonra kendileri tamamen profesyonelce tertip ettiler. Sağ guruplarla, sol gurupları çarpıştırdılar. Bunları biliyorsunuz daha büyük hadiseler oldu. İşte Maraş olayları vs... Bunların hepsi provokasyondu. Bizim zamanımızdaki olayları da kullanmak istediler ama başaramadılar. Tertip komiteleri asla muvaffak olamadı, içimize yerleşip kök salamadı.
68 kuşağı dediğimiz zaman nedense akla hep sol geliyor. Halbuki siz de 68 kuşağısınız. Sizden birçok kişi provoke olayların önünde durmuş ve kendilerini feda etmişlerdir ve bu provoke olaylar o gün için en azından durdurulmuştur. Yani sağ tarafta da ciddi bir 68 kuşağı var. Her neyse… Biz asıl konumuza dönelim isterseniz. Üniversitede okuduğunuzda dershanede mi kalıyordunuz?
Dershane diye tutmamıştık ama zamanla kaldığımız yer dershane olmuştu.
Bu çok güzel bir durum, bunu açar mısınız?
Şimdi biz aynı vilayetten Yıldız Teknik Üniversitesini okumak için giden arkadaşlarımızla Beşiktaş’ta merkezi bir ev tuttuk. Beraber kalmak üzere kendimizin barınacağı bir ev olarak tutmuştuk. Fakat sonra onu dershaneye çevirdik. Dolayısıyla dershanede kalıyor olduk. Ders yapılan yer dershane haline gelince otomatikman biz de dershanede kalan insanlar olduk.
Mezun olduktan sonra ev kapanmadı. Ev olarak devam ettirseydik mezun olduktan sonra orayı terk ederdik ve kapanırdı. Ama kapanmadı. Ondan sonra orası bir okul gibi devam etti, çok değerli mühendis arkadaşlarımız yetişti. Daha sonra profesyonel oldular, üst düzeyde idareci oldular. Devletine, milletine faydalı insanlar olarak yetiştiler. İyi ürünler meydana getirdiler. İyi hizmetler yaptılar.
Yani daha önce söylediğim gibi, siyasi, tahripkar adamların tesirinde kalarak, devletin altına dinamit yerleştirmek değil, Risale-i Nur ve Üstadın terbiyesi altında devletini, milletini yücelten bir çalışma içinde bulundular. Üniversitede kalıp kariyer yapmak fikrini, hep milletin menfaatine, hep millete yardımcı olmak, devletine yardımcı olmak, devleti teknolojik bakımdan daha güçlü hale getirmek dersini Risale-i Nurdan aldık.
Eğer bu dersleri almasaydık o zaman iyi bir mühendis olurduk, güzel bir müteahhit olurduk, ama sadece kendimiz için çalışırdık, devlete bir şey veremezdik. Ama dershanede kalırken, evimizi dershaneye çevirme haleti ruhiyesi, Risale-i Nurun ışığında aldığımız dersler “bize milletin için okuyacaksın” diye ruhumuza işledi, dolayısıyla bizimde arkadaşlarımızın da hepsi devletin iyi kademelerinde görev aldılar. Bilim adamı yetiştiler. Yani anarşist, terörist değil, anarşi ve terör hareketlerine bulaşmamış, değerli bilim adamları, devlete teknolojik bakımdan katkıda bulunan arkadaşlarımız yetişti. Saymakla bitmez...
Bu bahsettiğiniz dershane Sinan Paşa Camisinin hemen yanındaki dershaneydi değil mi?
Evet Camiye elli metre mesafedeydi…
Doğru, ben hayatımda ilk girdiğim ikinci medresedir orası. 1975’te beni hemen oraya götürdüler. Yusuf Kavşut, Batmanlı Abdulhadi Orak vardı...
Evet o da orada kaldı.
Onunla beraber kaldınız mı?
Yok, o sonradan geldi.
BİR İNSANIN YETERİ KADAR BİR İNANCI VARSA SERMAYE İZAFİ BİR KAVRAMDIR
İstanbul’dan hangi tarihte ayrıldınız?
Mezun olur olmaz ayrıldım. Kendi felsefeme göre mühendislik okulları harp okulu gibidir. İnsanlar sürekli olarak teknolojik bir savaş içerisindedir. Yani ekonomik savaş… Ekonomik savaş teknolojik savaşı meydana getirir. Eğer teknolojik gücünüz yoksa kendi ülkende bir şey üretip diğer ülkeye satamazsan, ekonomik gücün de zayıftır demektir. Dolayısıyla ekonomik savaşın ana motoru teknolojidir. Teknolojiyi de ancak teknik okullardan mezun olan mühendisler meydana getirir.
Ülkeler sıcak savaşa girmeden evvel ekonomik savaşın içerisindedirler. Yani ekonomik savaşta netice alamayan devletler sıcak savaşa başvururlar. Sıcak savaş olmadığı vakit insanlar arasında gizli bir savaş vardır. Biz buna ekonomik savaş deriz. Ekonomik savaşta güçlü olmak için teknolojik gücün kuvvetli olması lazımdır. O nedenle biz burada kendimizi harp okulunda yetişen bir subay gibi kabul ederek, cepheye koşar gibi kendi vilayetimize geldik, kendi vilayetimizde teknolojik bir hamle yapalım diye burada kendi şirketimizi kurduk. 8 sene, 72’den 80’e kadar alt yapı oluşturma faaliyetlerinde bulunduk. Ne zaman ki bu kadro hazır oldu, o zaman harekete geçtik.
1980 yılında sıfıra yakın bir sermaye ile başladık. Benim inancıma göre bir insanın eğer yeteri kadar bir inancı varsa bunun yanında sermaye izafi bir kavramdır. Bunun için dedik ki eğer ülke için faydalı şeyler yapmak inancındaysan param yok, sermayem yok deyip oturup, yeis içinde koltuğun içinde oturup kalmayacaksın. Bu inançla başladık ve bugünlere gelmek nasip oldu.
ZAFER DERGİSİ’NİN DOĞUŞU
1970’li yıllarda Türkiye de bir gençlik teşkilatları hareketi var, Nur talebelerinin kurduğu… Bunların bir lokomotifi var, Sakarya Gençlik Teşkilatı… Türkiye de ilk defa kuruldu. Ondan sonra İstanbul’da, Gaziantep’te, Adana’da, hatta Batman’da, gençlik teşkilatları kuruldu. Çok önemli işlere imza attılar. Bundan önce Türkiye’de ilk defa bir dergi çıktı, Zafer Dergisi… Ondan sonra onun arkasından Köprü dergisi çıktı… Hizmetler hep sanki ilk defa İstanbul’da başlatılmış gibi biliniyor, ama öyle değil. Muzaffer Avcı Adapazarı’na geliyor ve Sakarya’dan bir lokomotif muharrikliğiyle önce bir Sakarya Gençlik Teşkilatı kuruluyor, Zafer Dergisi çıkarılıyor. Zafer dergisi şu anda Türkiye’nin en saygın dergilerinden biri, bugün onu yönetenler talebeleriniz. Yani ben önce onlardan bahsetmenizi istiyorum.
Gençlik teşkilatları, Zafer Dergisi ve devamında gelen yayıncılık hizmetleri ve buna benzer birçok kuruluşları Sakarya’da kurduk. O gün gençleri topladık, eğitim görmeyen insanların bir topluma karşı cevabı, menfi bir harekete karşı cevabı sağlıklı olmaz. Maruz kaldıkları yanlış hareketlere gerekli cevabı uygun şekilde vermeyi bunlara eğitim sağlar. İşte bu eğitimi vermek için o zamanki şartlarda bir teşkilata ihtiyaç vardı. Biz de Sakarya Gençlik Teşkilatını kurduk. O gün herkesin bir görüşü vardı. Ve her siyasi akımın kendine göre gençlik teşkilatları vardı. Bizim de bir davamız vardı, bir siyasi ve içtimai görüşümüz vardı. Buna inanmış bir de gençlerimiz vardı. Bu gençler devleti, milleti için çalışır, devletin temeline dinamit koymak isteyen, milleti dejenere etmek isteyen insanlara karşı mukabele etme faaliyetinde bulunmak istiyorlardı. Ama müspet hareket çerçevesi içerisinde kalarak bunu yapmak istiyorlardı. Biz bu gençlere bu faaliyetleri yapmalarına fırsat tanımak için gençlik teşkilatını kurduk.
O zaman, yani ülkedeki tabiri caizse komünizmin gelmesine sed çekmek, komünizme karşı, komünist fikirlere karşı insanları korumak ve bir arada tutmak niyeti ile kurmuştuk. Bu gençlere o teşkilat adı altıdan seminerler tertip ettik. Allah’ın varlığını, kainatta tesadüfün olmadığını, insanların öldükten sonra nasıl dirileceğini göstermek hususunda kendilerine belgesel filimler seyrettirdik, insanları aydınlattık, bu programları Sakarya’daki gençlerin hepsine ulaştırmayı başardık.
Bu faaliyetleri yaparken Risale-i Nur doğrultusunda siyasetten, politikadan uzak bir tavır sergiledik. Her ne kadar siyasi guruplar kendi siyasi düşüncesini desteklemediğimiz için bizi karşı tarafın adamı gibi gösterseler de, biz hiçbir zaman karşı tarafın adamı olmadık. Biz Resulullah’ın (ASM) adamı olmaya çalıştık, O’nun sadık bir talebesi olan Üstadımızın talebesi ve ona layık olmaya çalıştık. Siyaset ve politika üstü olan tavrımızı muhafaza etmeye özen gösterdik.
Bu tavrımızı bozmaya çok insanlar yeltendiler, buna fırsat ve imkan vermedik. Siyasetin dışında ülkesi için vatanı ve milleti ve devleti için çalışan gençleri muhafaza eden bunları bir çatı altında barındıran bunların kültür bakımından yetişmesini sağlayan dokümanter filimler, kitaplar, dergiler çıkartan teşkilatlar kurduk kamplar kurduk bu gençleri buralarda eğittik.
Bizim yaptığımız bu hareketlerde kimse diyemez ki falanca genç devlete ait okulun bir camını kırdı veyahut devletin şurada ki şeylerine zarar verdi diyemez. Tam aksine bu gençlik teşkilatından ülke içinde çok faydalı gençler yetişti.
Buna paralel olarak; Allah’ın varlığı ve birliğiyle alakalı neşriyat eksikliği gözümüze çarpıyordu, Yani Risale-i Nur Külliyatı bir hizmet yapıyor ama bundan nebaan etmiş bundan nemalanmış, bundan lamalar, pırıltılar şeklinde ortaya çıkmış eser yoktu. Mevcut olan eserlerimiz de, biraz siyasi kimlik taşıyordu, Risale-i Nurdaki hakikatler lise ve üniversite tahsilindeki insanlara hitap eden şekle dönüşürse büyük ilgi ve alaka toplayacağını düşünerek, siyaset ve partiler üstü bir dergi çıkardık. Yani siyasete bulaşmayan Allah’ın varlık ve birliğini anlatan bir dergi çıkarttık. Bu dergi o günkü şartlarda çok ilgi ve alaka gördü. Bu derginin temel felsefesi demek doğruymuş ki bugün hala devam ediyor.
Bu dergi yüzünden 1980 yılında Sıkıyönetim Mahkemesine çağırdılar, duruşmaya çıktık. Savcı Bey “bunlar din propagandası yapıyor” çerçevesinde iddianamesini okudu. Savunmamda hakimlere şunu söyledim: “Çıkarmış olduğumuz bu dergide Pascal’dan, Nevton’dan örnekler var. Bunlar Allah’ın varlığı ve birliği hakkında mükemmel şeyler söylemişler, biz onları yayınlıyoruz. Bu saydığım bilim adamları her biri ayrı bir dine mensup, bunlar Müslüman da değil, o zaman sayın savcıya soruyorum ‘ben hangi dinin propagandasını yapıyorum” diye cevap vermiştim. Mahkeme Heyeti benim tezimi doğru ve isabetli bulduğu için savcının tezi çürüdü, bizi de beraat ettirdiler dava düştü.
Bediüzzaman Hazretlerinden aldığımız bir düstur var. Bütün insanları evvela Allah’ın varlığı ve birliği noktasında birleştirmek, tevhitte birlik sağlamak…
İMAN PROGPAGANDASI YAPTIK
Din propagandası değil iman propagandası diyebilir miyiz?
Evet İman propagandası… Allah’ın varlığı ve birliğini dikkatlere verdik. Zafer Dergisi de halen bu tarz neşriyat yapmaya devam ediyor. Büyük ilgi gördü. Demek ki bu çizgide hem dergi, hem gazete, hem televizyon çıksaydı çok başarılı olurdu. Zafer yayınları doğrultusunda bir televizyon kurulsaydı, Türkiye’nin bir numaralı televizyonu olurdu.
O günün şartlarında bu yayınları sürdürebilmek için Avrupa’dan kamera, video çekimleri için cihaz getirdik, bant çoğaltma sistemleri geliştirdik, ilk defa Risale-i Nurlardaki hakikatlerin, Ayetül Kübra’nın, Haşir Risalesi, İhtiyarlar Risalesinin, elli risalenin seslendirmelerini yaparak kayda geçirdik. Amacımız kendi işinde gücünde, gündelik çalışmalarında okumaya fırsat bulamayan şoför esnafına veya ticaret erbabına çalışırken Risale-i Nurları dinletmekti. Bunu yaparken en güzel şekilde yapmayı hedeflemiştik. En iyi diksiyon, en iyi ses düzeni ve en güzel okuma…
Evet ben de hatırlıyorum o günlerde yapılanları. Şimdiki gençlerimiz bugünün teknolojisi içinde belki bu çalışmayı basit görerek “çok büyük bir şey mi yapmışsınız? Şimdi cep telefonunun içinde Risale-i Nur Külliyatı hem sesli hem yazılı var. Dolayısıyla böyle bir zamanda sizin anlattığınız şey sanki çok önemli bir şey değil” gibi algılanabilir. Ama bundan otuz sene önce teknolojinin yokluğu zamanında, cep telefonu diye bir cihazın olmadığı bir dönemde, hatta evlere bile telefon bir bakanın onayıyla bağlanabiliyorken Risale-i Nur’u kasetlere doldurup her yere yaymak çok önemli bir hizmettir. Siz Sakarya’da arkadaşlarınızla bunu başardınız. Zafer neşriyat diye çok önemli bir hizmeti başardınız…
Evet. Bu söylediğin nokta çok mühim, şimdiki gençlere hayal gibi gelecek o zaman tek bir televizyon istasyonu vardı. Devletin televizyonu vardı, o da siyah beyaz yayın yapardı. Ama o zaman dedik ki, “bu Ayet-ül Kübra’yı videolara çekelim aktaralım bu televizyon istasyonları çoğalır, serbest olur bunlara materyal hazırlayalım” diye o zaman bu çalışmayı yaptık.
Kaldı ki şimdi televizyon istasyonlarının sayısının haddi hasabı yok, renkli televizyon çıkmış, güzel yabancı yayınlar var. Tevhitle alakalı filimler gösteriliyor ki bunu Risale-i Nurla yoğurduğunuz vakit büyük bir medya gücü elde edersiniz. İşte bunun temellerini 30 sene evvel attık. O zamanki o çalışmalar yürüseydi bugün dünya çapında ses getiren, dergisi olan televizyon yayını olan, gazetesi olan kurumlar meydana gelirdi ve bu kurumlar siyaset üstü, politika üstü, sadece Türkiye insanına dönük değil dünyaya hitap ederdi.
Yani şimdi Risale-i Nur Türkiye’de diye Türkiyelilerin bir imtiyaz hakkı var gibi algılanmasın, Kur’an Araplara nazil oldu sadece Arapların hakkı var demediğimiz gibi. Yani nasıl Kur’an üzerinde bütün insanların hakkı varsa, Risale-i Nur üzerinde de bütün insanlığın hakkı var. Burada meydana getirilen ürünler tüm dünyaya pazarlanması lazım, nasıl pazarlayacaksın, işte televizyon yayınları ile güzel yayınlar yapacaksın, kitap olarak her lisandan yayın yapacaksın. Üstad Hazretleri iki kere iki dört eder derecesinde iman hakikatlerini anlatmış. Biz bu hakikatleri her lisana tercüme edip bütün insanlara anlatmamız lazım.
Üstadımızın bize kainat kitabını okumayı öğrettiği gibi biz de bütün insanlara kainat kitabını, büyük öğretmenimiz, büyük Üstadımızın, bizi öğretmen yetiştirmiş biz de dünyadaki talebelere öğretmen olarak bu kainat kitabının okunmasını öğretmemiz lazım. Bu bizim üzerimize borç, sadece okumayı, kendisi öğrenip de sadece kendisi için kitap okuyan, gazete okuyan insan değil, okumayı da diğer insanlara öğreten öğretmen olmamız lazım Nur talebeleri olarak.
ARADAKİ YİRMİ BEŞ SENEYİ KİM YEDİ? NEDEN YEDİLER?
Şimdi bunu yapan televizyonlar var, Türkiye’de var, dünyada da var. Amerika da bu anlamda yayın yapan televizyon var biliyorsunuz. Artık sizin o söylediğiniz şey bugün yapılıyor. Ama otuz sene önce bunu yapmak, hatta bunları düşünmek bile büyük başarıdır. O nedenle o günkü çabalarınızı alkışlıyoruz.
Anlattığım görsel yayınlar dediğimiz video kayıtları, Ayet-ül Kübra’nın, Haşir Risalesinin, Risale-i Nur Külliyatındaki bütün eserlerin televizyona aktarılması, sesli neşriyatın üretilmesi, dergilerin çıkarılması o günkü otuz-otuz beş sene evvelki fikirler bugün bunlar realize oluyor diyorsun güzel bir şey fakat bu arada bir kayıp zaman var bu kayıp zaman niçin ve neden oldu? Otuz beş sene evvel bu fikirler atıldı da şimdi on seneden beri yapılıyor. Aradaki yirmi beş seneyi kim yedi? Neden yediler? Bunun sorgulanması icap eder. Yirmi beş sene niye patinaj yaptık? 35 sene evvel sesli, görüntülü neşriyat fikirleri ortaya atıldığı vakit niye revaç bulup gelişmedi? Ayet’ül Kübra’nın televizyona aktarılması fikri niye revaç bulmadı? Neden bu fikirler patinaj yaptı da 25 sene sonra faaliyete geçti bunların sorgulanması lazım.
Bu toplumda bir hastalıktır, cemaatlerde de bulunur bu hastalık. İyi fikre karşı çıkmak, iyi fikri hapsetmek, işte toplumlar bundan dolayı geri kalır, aydın insanları, iyi fikir sahibi insanları mahkûm etmeye çalışırlar. Her toplumda reaksiyoner dediğimiz insanlar vardır. Fikirlere karşı çıkan insanlar var. Bu dindarlarda da vardır. Teknolojide de vardır. Şimdi bu bizim camiamızda da yaşanmış olaylardır. Halen de devam ediyor, tekrar etmemesi için söylüyorum.
Yani iyi yapan, güzel şeyler düşünen insanları tasfiye etme hareketi. Bu şeyi izale ettiğiniz vakit o zaman yani bir tarladaki ürünün gelişmesine engel olan ayrık otları vardır, bu ayrık otları temizlerseniz o ürün kuvvetli olur. Risale-i Nur tarlası da öyle. Burada ayrık otları var, ayrık otları esas bitkinin gelişmesine engel olur bunların temizlenmesi lazım bunlar temizlense cemaat çok hızlı gelişir. Hızlı gelişince ne olur? Türkiye’deki insanlar Risale-i Nura daha rahat kavuşur, Risale-i Nur bu insanlara kavuşsa ne olur? Türkiye’ye huzur gelir, sükunet gelir ekonomisi düzelir. Türkiye düzelirse ne olur? Balkanlar düzelir, Kafkaslar düzelir, Ortadoğu düzelir. Türkiye’nin üç tarafı, Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu düzelirse dünya düzelir.
Hani bir söz vardır Risale-i Nur ve talebeleri için çok geçerli bir sözdür. Bir çivi bir nal tutar, bir nal bir atı yürütür, bir at bir komutanı taşır, bir komutan da savaşın seyrinin değişmesine sebebiyet verir. Onun için ben bunu iddialı olarak söylüyorum, Risale-i Nurdaki hakikatler değil Türkiye’yi, değil dünyayı, kainatı düzeltecek hakikatler. Bunları iyi anlayıp bunlara sahip çıkmak lazım. Okuyup içindeki şeyleri iyi anlamak lazım…
Üstad Hazretleri diyor ki elinizdeki elmasları cam parçalarıyla değiştirmeyin. Şimdi biz bütün Nur talebeleri ekseriyetle okuyoruz, fakat aynı hatayı yine yapıyoruz. Kendimiz elması veriyoruz camı alıyoruz. Böyle meselelerle ilgilenmiyoruz elimizdeki elmas gibi hizmetleri geri bırakıyoruz. Risale-i Nurlardaki hakikatler gün yüzüne çıkmıyor, çıkmayınca, insanlar okuyamıyor, sahip çıkamıyor, sahip çıkamayınca da Türkiye huzur ve sükun bulamıyor. Sükun bulamayınca Türkiye’deki çok karanlık oyunlar devam ediyor.
Dolayısıyla biz şimdi Risale-i Nurlardaki hakikatlere sahip çıkmamız lazım. Risale-i Nur içinde ihlas var, uhuvvet var, bu ihlas ve uhuvvet dünya insanlarını birbirine bağlayacak kadar mükemmel düsturlardır. Bu düsturlara riayet edilmeli ve arkadaşlarımız arasındaki ihtilaflar ortadan kalkmalıdır. Bunu yapmamız icap eder. Bunu yaptığımız vakit hem Türkiye hem diğer insanlara karşı vazifemizi yapmış oluruz.
(Devam edecek)