Zübeyir Gündüzalp ve Tahiri Mutlu ağabeylerin tavsiyeleri
Risale-i Nur gönüllülerinden Mehmet Baytekin, Bediüzzaman Said Nursi’nin talebelerinden Zübeyir Gündüzalp ve Tahiri Mutlu ile olan hatıralarını anlattı
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Mehmet Baytekin Kimdir?
1953’te Kayseri’de doğdu. İlk ve ortaokulu burada okudu. 1967’de Risale-i Nur'u tanıdı. 13 yıl gönüllü olarak Risale-i Nurlara hizmet etti. 1980 yılında evlendi. Üç çocuğu var. Emekliliğini yaşıyor.
KOMUTAN ÜSTAD’IN ALEYHİNE KONUŞUNCA…
Risale-i Nur'u ilk defa nasıl tanıdınız?
Risale-i Nur'u ilk olarak teyzemin eşinde görmüştüm. “Hakikat Nurları” isimli bir kitaptı. Üstad'ı daha evvelden duymuştum zaten. Duymam da şöyle olmuştu: 1960 senesiydi. Çocuktum o zaman, ağabeyim geldi: “Said Nursi vefat etmiş” dedi. O zaman bir alim vefat etmiş diye üzülmüştüm. Daha sonra ikinci kez asker Faruk Güventürk'ten duymuştum bu ismi. Kayseri'de Cumhuriyet meydanında eski bir medrese vardı. O binanın içinde bir sendika vardı. O sendikanın toplantılarından birinde, Faruk Güventürk resmi üniforması ile oraya gelip konuşma yaptı. Konuşma Üstad'ın aleyhindeydi. Ben de o toplantıdaydım. On beş yaşlarındaydım. Bu toplantı ve konuşma gazetelerde çıktı.
Konya'dan Said Gecegezen isminde bir Nur talebesi ağabey Faruk Güventürk'e bir telgraf çekmiş. Telgrafta, “Sen resmi elbiseyle, bir sendikada konuşma yapıyorsun. Bu, kanunen suçtur. Sen Türk Ordusunun subayı mısın? Yoksa muhafız subayı mısın?” diye ağır bir ifadede bulunuyor. Altına da Said Gecegezen ismini yazıyor. Said ağabeyi altı ay tevkif ettiler. Fakat iddiasından da vazgeçmedi. “Bu adam suç işliyor” dedi. Sonunda Said ağabey beraat etti. Faruk Güventürk bir daha böyle bir konuşma yapamadı. Onun sonu oldu yani bu konuşmalar açısından.
Büyük bir cesaret örneği sergilemiş...
Evet. Çok cesur, çok kahraman bir insandır. Şu an hala Konya'da hayattadır. Mümtaz Nur talebelerinden birisidir. İşte Risale-i Nurları ikinci defa o olaylarda duymuştum. Üçüncü defa da dediğim gibi teyzemin eşinde gördüğüm Hakikat Nurları adlı kitabı okudum. Nurları tanımam o kitap sayesinde oldu. Matbaa baskısı olarak ilk Sözler vardı, bir de Hakikat Nurları adlı eser... Ben hastaydım, evde yatıyordum. Hakikat Nurları isimli kitabı eniştemden istedim. Kitabı getirdiler. O kitabı okuduktan sonra namaza başladım. Hafta sonları, özellikle pazar günleri daima sinemaya giderdim. Sinemayı terk ettim. Amatör takımda futbolcuydum. Onu da terk ettim. Ama henüz cemaatten kimseyi tanımıyordum.
O zaman akşamları okula gidip, gündüzleri çalışıyordum. Bir gün gene okula giderken baktım, bir genç yeni abdest almış, suları yere damlayarak namaz kılıyor. “Sen kimsin?” diye sordum. “İsmim Hasan” dedi. Zaten çocuğu çalıştığım piyasadan tanıyordum. Namazdan sonra Risale-i Nurdan bir ders okudu ve bir dershane olduğundan bahsetti. “Ben de sizi arıyordum” dedim. Bir cumartesi gününe sözleşip, dershaneye gittik. Ama o hafta dershane kapalıydı. İkinci hafta tekrar gittik. Şerafettin Kartal ağabey, Mersin'den tahliye olmuş, oraya gelmiş. Biz orada dershanede tanıştık. Risale-i Nur'a hazırdık, bir itirazımız da yoktu. Böylece hizmetlere başlamış olduk. Tabi Şerafettin ağabey Risale-i Nur'u doğru anlamamıza vesile oldu. Oldukça bize emek verdi. Şerafettin ağabey orada vakıftı.
ONLAR BİZİM ÖNÜMÜZDE BİRER ÖRNEK TEŞKİL EDİYORLARDI
Sizin hizmetleriniz de bu yıllarda mı başladı?
Bizimki asıl 1967 senesinde başladı. Kayseri'de cemaat çok azdı. On kişiyi bulmazdı. Bir sene süresince aynı kişilerle ders yaptık. Ama onlar Kayseri'nin temeli oldular. Osman Kaya, Hasan Tahsin, Ömer Balıkçı, Şerafettin Kartal, Celaleddin İstanbullu, Mustafa Alçı, Ahmet Gültekin... Bu isimler güzel hizmetler yaptılar. Daha sonra bunlara başkaları da katıldı. Ali Küsen mesela, Kayseri'de oldukça hizmet etti.
Hizmette vakıf olma isteğine kendiniz mi karar verdiniz?
1962 senesiydi... Şerafettin ağabey astsubayken ordudan atılmıştı. Onun teşvikiyle biz de vakıf olmaya karar verdik. Bu arada Ankara'ya gelip gidiyordum. Adana'ya gelip gidiyordum. Ankara'da Bayram ağabeyle görüşüyordum. Adana'da Abdullah ağabeyle görüşüyordum. Sonra da G.Antep kahramanları… Nazım Gökçek, Mehmet Kaya, Bekir Yalın, Mehmet Polat...
G. Antep'te hizmet eden böyle yedi sekiz tane vakıf vardı. Onlar bizim önümüzde birer örnek teşkil ediyorlardı. Şerafettin ağabeyin yönlendirmesiyle biz de vakıf olmaya karar verdik. Ankara'ya geldim. Daha on sekiz yaşında olmadığım için, babam gelip beni götürdü. Sonra Erzurum'a geldim. Erzurum’dan da gelip götürdü. Daha sonra on sekizimi doldurunca, bir sabah yanıma Hiçbir şey almadan, üzerimde ne varsa onunla Kayseri'den otobüse binip, Ankara'ya geldim.
1970 yılında... Bayram ağabeyin yanında bir hafta kadar kaldım. Bayram ağabey benim Bursa'ya gidip, oradaki dershanede kalmamı söyledi. Ben o zaman bütün ağabeyleri tanıyordum. Ama Zübeyir ağabeyi hiç görmemiştim. “Eğer izin varsa, İstanbul'a gidip Zübeyir ağabeyi göreyim, ondan sonra geçeyim Bursa'ya” dedim. O da “Tamam… İsabetli olur” dedi. Bir kutu bal verdi, bir de Zübeyir ağabeye verilmek üzere bir mektup verdi. Ekrem Bedük de İstanbul'a geliyordu. Onunla beraber bir Mayıs günü İstanbul'a geldik. Süleymaniye'ye vardık. Zübeyir ağabeyle görüşemedik. Emanetleri Mustafa Ekmekçi ağabeye verdim. İki üç gün sonra Zübeyir ağabey bizi yanına çağırdı.
Zübeyir ağabey nerede kalıyordu?
Zübeyir ağabey üst katta kalıyordu. Süleymaniye’de özel bir odası vardı. O zaman gördüm odasını.
Süleymaniye dışında kaldığı başka bir yer var mıydı?
Zaman zaman Çamlıca'da kaldığı bir yer vardı. Bir de o zaman neşriyat yapılan bir dershane vardı. Orada bir odası vardı. Zaman zaman oraya gidiyordu, zaman zaman Çamlıca’ya gidiyordu. Ama Süleymaniye'yi hiç ihmal etmiyordu. Zübeyir ağabeyle görüştük. Bana, “Sen burada kalacaksın” dedi. Tabi önce “Hoş geldiniz kardeşim” dedikten sonra, “Benden ne duyarsanız ya aynen, ya da mealen Risale-i Nur'da vardır. Külliyatı okurken bunlar karşına çıkar” diye bir cümle sarf etti.
KARDEŞİM KÜLLİYATI BİR DEFA YÜKSEK SESLE BAĞIRA, BAĞIRA OKU
O anki duygularınızı hatırlıyor musunuz?
O an karşımda çok farklı bir insan gördüm. Yarım saat kadar ayaküstü konuştuk. Her şeyi kapsayan, farklı bir insan... Bakışları, duruşu, hareketleri, şefkatle yaklaşan bir baba, bir ağabey gibiydi. Bana “söylediklerim aynen veya mealen Risale-i Nurda vardır. Külliyatı okurken görürsünüz” deyince, ben iki üç defa külliyatı okumuş olmama rağmen, “Ağabey, ben külliyatı yeniden okumak istiyorum. Nasıl okuyayım?” diye sordum. “Kardeşim Külliyatı bir defa yüksek sesle bağıra, bağıra oku, hem kulağın, hem de dilin alışsın. Bir Sözler, bir Tarihçe-i Hayat… Bir Mektubat, ardından bir lahika… Yani imani mevzularla lahika mektuplarını karıştıra karıştıra oku. Bir ondan, bir ondan...” diye bana cevap verdi.
Ben onun tavsiyesi üzerine Haliç’e bakan Süleymaniye bahçesine gidiyordum. Orada bir ağacın tepesine çıkıp, günde beş, altı saat yüksek sesle külliyatı okuyordum. Bu şekilde bir defa daha bitirdim külliyatı...
Zübeyir ağabey ilk görüşmenizde mi, “Burada kalacaksın” dedi?
Evet. Ben de “Bayram ağabey beni Bursa'ya gönderdi” deyince, “Ben onunla konuşurum, sen buradasın” dedi. Ben de Süleymaniye'de kaldım. Zübeyir ağabey 1971 yılında vefat etti. 12 Mart muhtırasına kadar orada kaldım. Toplam 7-8 ay falan. Zübeyir ağabey zaman zaman inerdi. Aslında çok az inerdi. Bazen de yanına çağırırdı. Ben o zaman içerisinde yedi sekiz defa ancak gördüm kendisini. Çünkü aynı odada yaşamadığımız için çok fazla göremiyordum.
12 Mart'tan sonra ne oldu?
O zaman Zübeyir ağabey dershaneyi boşalttı. Ahmet Gümüş, Ali Zeyrek, Mustafa Ekmekçi ve oradaki herkesi Süleymaniye’den gönderdiler. Ondan sonra ben de oradan ayrıldım.
TARİHÇE-İ HAYATI ÜSTAD İKİ DEFA OKUTTU
Zübeyir ağabeyle beraberken hatırladığınız başka neler var?
Diyarbakır'da bir arkadaş vardı. Dershanede sürekli imani bahisleri okuyordu. Lahikaları ve Tarihçe-i Hayatı okumuyordu. Bazı problemler de çıkarıyordu. Onun babası Kayseri'ye geldi. Bekir Mutlu onun kızıyla evlenmişti. Ali Mutlu ağabeyin yeğeni... Ali ağabeyin Hacılardaki evinde Lahika ve Tarihçe-i Hayat için “Bunlara gerek yok” diye sözler sarf etti. Şerafettin ağabey ve Ali ağabeyler o konuyu cevaplandırdılar. Biz de beraber dinledik. Ben bu olayı gelip İstanbul'da Zübeyir ağabeye anlattım. “Kardeşimiz Tarihçe-i Hayat ve lahikaları kabul etmiyor. Bu ne demektir? Böyle bir şey olur mu?” diye sordum. Zübeyir ağabey güldü, “Bu asır çok bereketli bir asır. Çok mehdiler var. Bir insan neden tarihçe-i hayatı ve lahikaları okutmaz? Çünkü kendisi bir şeylere talip” diye cevap verdi. Bu konuyu böyle değerlendirdi.
Sonra ben bu mealde Tahiri ağabeye de soru sormuştum. “Siz 1951 ile 1960 arası Isparta ve Emirdağ’da Üstadla beraber ne yapardınız? Bir gününüz nasıl geçerdi?” gibi bir soru sordum. O da bana, “Üstad sabahleyin kahvaltıdan sonra derse başlardı. Öğleye kadar her gün ders yapardık. Bazen ikindiden sonra da ders yapardık. Bu sırada Sözleri, Mektubat’ı ve Lemalar’ı birer defa okuduk. Tarihçe-i Hayatı Üstad iki defa okuttu” dedi. Ben bunun nedenini sordum. “Neden Tarihçe-i Hayat iki defa?” diye. Tahir ağabey cevaben, “Üstadın şahsiyeti maneviyesini anlamayan, Risale-i Nur'u anlamaz. Tarihçe-i Hayat bu anlamda çok önemlidir” dedi. Tahiri ağabey de bu şekilde yorumladı bu konuyu. Çünkü o kitapta, Üstadın meslek ve meşrebi var. Normal hayatı yok orada. Yani Zübeyir ağabeyle, Tahiri ağabeyin görüşleri aynı bu konuda.
Zübeyir ağabey bizim, vakıfların her şeyiyle ilgilenirdi, hususi işlerimizle bile ilgilenirdi. Mesela ayakta konuşurken, zarfın içinde cebimize para bırakırdı.
Haberiniz olmadan mı?
Yani oluyordu da, istemiyorduk. “Yok, bu size lazım olur” diyordu. Zaman zaman böyle para veriyordu bize.
Kendisi de çok zor şartlarda geçiniyormuş?
Evet. Onun parası hep ayrı olurdu. Mesela Risalelerin parasını hiçbir şeyle karıştırmazdı. Sonra ben diğer vakıf ağabeylere de sordum, onlara da zaman zaman böyle para verirmiş.
Süleymaniye'de bir gün şöyle bir olay olmuştu; İsmail Gültekin adında İttihad Gazetesinde yazı yazan birisi vardı. Milli Nizam Partisi de yeni kurulmuştu. Partililer gelip dershanelere insan ayartıyorlardı. “Sizin hizmetiniz yanlıştır. Asıl İslamiyet’e hizmet budur” anlayışıyla partilerine adam götürüyorlardı. Bir gün İsmail Gültekin geldi dershaneye. Nizam partisi hakkında bir münakaşa oldu. O gece de mübarek bir geceydi. Orada adamlar duramadılar. Gittiler. Birazdan Zübeyir ağabey geldi. İtiraz eden adamın yerini göstererek: “O adamın niyeti menfiydi” dedi. Sonra Ahmet Gümüş ağabeyi de şahit göstermişti…
O Isparta'da Üstadın derslerine katılırmış, Rüştü Çakın ağabeyin komşusu, Isparta gazete baş bayiisiymiş. 1953'den sonra bütün gazeteleri Üstada gönderirmiş. Sadece Zübeyir ağabeye okuturmuş Üstad gazeteleri. Mesela işaret edermiş, “Şurayı oku, burayı oku.” gibi...” O da Üstada okurmuş. Her gün bu şekilde okurmuş. Üstad o sırada, “Neden size okutmuyorum da, Zübeyir'e okutuyorum biliyor musunuz?” diye sormuş. Oradakiler “Bilmiyoruz” diye cevap verince, Üstad, “Zübeyir ‘Üstad’ der, başka bir şey demez. Siz ise benim şahsımı siyasete alet edersiniz. Zübeyir camid kafalıdır. ‘Üstad’ der, başka bir şey demez” diye cevaplıyor.
Bunu Zübeyir ağabey mi anlattı size?
Evet. Ben ondan duydum. İşte o sırada Ahmet Gümüş'e bu olayı tasdik ettirdi Zübeyir ağabey. “Böyle olmadı mı?” dedi. O da “Evet. Böyle oldu” dedi. Üstad'ın, “Şahsımı siyasete alet edersiniz” dediği olay işte bu Nizam partisi olayıydı. Çünkü bazıları Nizam partisinden yana tavır içine girmişlerdi. Sadece Zübeyir ağabey çok net şekilde tavrını ortaya koymuştu.
Zübeyir abi çok tedbirli bir insandı. Mesela ben İstanbul’a gelince Zübeyir ağabey ismimi değiştirdi. Ailemden kaçıp geldiğim için beni bulamasınlar diye… “Samsun'luyum” dersin, adını da “Salim yapalım” dedi. “Yalnız, Sıla-ı Rahimi, akraba ziyaretini terk etmek caiz değildir” dedi. “Hamdi Sağlamer kardeşimin adresini sana vereyim. Ona on beş günde bir mektup yaz Samsun'a gönder. Ben iyiyim… gibi şeyler yaz. O oradan postaya versin. Ailene göndersin. Bunu ihmal etme. Akraba bağını kesmek caiz değildir. Mektupla da sıla-ı Rahim olur” dedi. Bu şekilde yolladım mektupları aileme.
Ailenizin yanına ne kadar zaman gitmediniz?
1970 Mayıs'ında çıktım, 1972'nin Temmuzuna kadar hiç gitmedim. İki seneden fazla... Bu arada bir gün gene Süleymaniye'deyiz. Zil çaldı. Baktım kapıda Zübeyir ağabey. Beni görünce “Salim Kardeş kapıyı hep sen açıyorsun değil mi?” dedi. Zübeyir ağabey böyle söyleyince, yani “o işi sen yap bundan sonra demek” istiyordu. Biz öyle anlıyorduk. Emir eder gibi hitap etmezdi böyle nazikâne söylerdi.
“Kapıdan kim girerse girsin, Nizam Parti rozeti varsa onu dershaneye bırakma. Çünkü burası iman ve İslamiyet’in talim dildiği yerdir. Burası siyaset yeri değildir. Onlara şöyle dersin, “Siz Risaleleri evinizde okuyun. Siyasi meselelerin taraftarları meydanlarda, siz derdinizi onlara anlatın” diyerek onları içeri bırakma. Bunu da nazik bir şekilde yap” dedi. Bu vazifeyi bana verdi Zübeyir ağabey.
Daha sonra kapatıldı o parti...
12 Mart’tan sonra kapatıldı.
Peki, bu parti kurulurken 24 Nur talebesi Milletvekili olarak katılmış. Bu doğru mu?
Evet. Hüsamettin Akmumcu, Vahdettin Karaçorlu gibi isimler olmak üzere 24 kişi katıldılar. Bizden önce Bekir ağabeyin yazıhanesinde üç dört gün üst üste uzun toplantılar yapılıyor. Siyasi meselelerle ilgili... Orada partiye girilmemesi kararı çıkıyor. Daha sonra Ahmet Tevfik Paksu bunu dinlemeyip parti kuruyor ve cemaatin adamlarını da alıp götürüyor.
Ama mesela Biz Vahdettin Karaçorlu’yla, Ankara'da bayram ağabeyin yanında beraberce yemek yerdik. Nihayetinde hepsi de Nur Talebesi kardeşlerimizdi. Ama siyasi alanda böyle bir işe girdiler. Daha sonra da 1974’te partiden istifa ettiler. Hizmetlere ciddi manada zararları oldu bu siyasi girişimlerin.
Tahiri abiye sorduğunuz aynı soruyu soralım. Zübeyir ağabeyle bir gün nasıl geçerdi?
Zübeyir ağabeyle beraber yaşamak diye bir durumumuz yoktu. Zübeyir ağabey yanına çağırırdı. Yarım saat, on beş dakika kadar konuşurduk. Tekrar aşağı inerdik. O aşağı indiğinde de aynı şekilde yarım saat, bir saat kadar konuşur, giderdi. Sadece bizim değil, hiç kimsenin onunla dershane hayatı yoktu. Sağlığı buna müsait değildi. Hastaydı. Bizim medresemizde normal dershane düzeni devam ederdi. Ben zaman zaman Nurtaşı’na da giderdim. 1968 yılında satın alınmıştı. Orası da devam ediyordu.
Bir gün Nurtaşı'nda kalırken, Şualar'ın ikinci baskısının çıktığını duyduk. O gün kapı çaldı. Kapıyı açtım ki Zübeyir ağabey kapıda, içeri aldım. Beş dakika kadar oturdu, ardından Abdulvahit Mutkan ağabey geldi. Meğer önceden haberleşmişler. Onun siyah bir çantası vardı. Şuaları çantasından çıkarıp, Zübeyir ağabeye verdi. Zübeyir ağabey kitabı aldı, açtı ve baştan sona tetkik etti. “Allah razı olsun bu Darendelilerden. Üstad zamanında bu kitapları basmışlar. Şimdi getirip, getirip bize veriyorlar” dedi. Ben şaşırdım. Çünkü Abdulvahit ağabeyi tebrik etmesini beklerken, o farklı şekilde konuştu.
O dönemlerde polisler dershaneleri basınca sordukları ilk soru şu olurdu: “Bu kitapları nereden aldınız?” Biz de, “Efendim ben yatsı namazı için Beyazıt’a gitmiştim. Cami çıkışında baktım bir adam orada kitap satıyor. Ben de dini hakikatlere ihtiyaç duyduğum ve sevdiğim için, baktım bunlar da Kur'an tefsiri, aldım” diyorduk. “O adam kimdi?” diye sorduklarında, “Efendim karanlıktı, seçemedim yüzünü” falan diyorduk. Böyle ifade verirdik. Zübeyir ağabey aynı tarzı orada kullandı. Ben şaşırdım. Sonra anlaşıldı ki, 12 Mart'tan sonra bütün dershaneler dinleniyormuş. Bir davadan dolayı mahkeme kitapları, eşyaları iade ederken, yanlışlıkla dinleme bantlarını da vermişlerdi. Oradan anladık ki, dinleniyoruz.
Telekulak o zaman da varmış demek ki...
Evet. Zübeyir ağabey o konuda çok dikkatliydi. Bantlar da Bekir ağabeyin yazıhanesine getirilmişti. Oradan anlaşıldı ki, sürekli dinliyorlar bizi.
Daha sonra ne yaptınız?
Zübeyir ağabeyle olan dönemimiz yetişme dönemiydi. Kendimiz Risale okuyorduk. Akşamları derse gidiyorduk. Dershanenin bulaşıklarını yıkayıp, temizliğini yapıyorduk. Bu arada lise talebelerinin de dersleriyle meşgul oluyorduk. Ömer Çiçek, Ahmet Emin Dernekli, Ahmet Tanyeri ağabeylerle birlikte lise talebelerine yardımcı oluyorduk. Hayatımız böyle geçerken 12 Mart hadisesi oldu. Beni Aksaray’daki Zeytinburnu’na gönderdiler. Orada üç ay kaldım. Doktor Uçkun, Yaşar Doğan vardı. Onlarla beraber kaldık. Sonra Nurtaşı’na geldim. Orada Tahiri ağabey vardı. Onunla beraber iki ay kaldım. Daha sonra Bekir ağabeyin İzmir mahkemesi oldu. Ben mahkemeyi takip için gittim. Birinci ağabey de oradaydı. Üç ay kadar orada kaldım.
Bekir abiye yardım etmek için gitmiştim. Bekir ağabeyin dışarıda yapılması gereken işleri vardı. Yemek meselesi, çeşitli ihtiyaçları oluyordu. Tireli Mehmet ağabeyle, Abdulkadir Badıllı ağabeyler onun işlerini görüyorlardı. Bir kısmını da bana verdiler.
Birinci ağabeyin yiyecek aldığı bir gün Üstadın talebelerinden Adile Hanım vardı. “Bunları ona götür” dedi. “Bunlarla Bekir ağabeye yemek yapılması lazım… Ama burayı Polislerin bilmemesi gerekiyor” dedi. Bize de “Polisleri atlatarak gelin” dedi. Tabi yaşlıydı Adile Hanım. O her gün yemek yapardı. Tabi biz daima takip ediliyorduk. İzmir'in Kemeraltı’nda hanlar üç dört kapılı olduğu için, oraları öğrenmiştik. Orada polisleri atlatıp, Adile hanımın evinden yemeği alıp getiriyorduk. Bekir ağabeyin tahliye olduğu gün İstanbul'a geri döndüm. Gene Nurtaşı’nda kalmaya devam ettim
O günlerde birden bire Tevafuklu Kur'anın basılması kararı çıkmıştı. Tahiri ağabey yaşlandığı için her yemeği yiyemiyordu. O zaman Kocamustafa Paşa'da Tevruz apartmanı vardı. Yedinci katında Tahiri ağabeyin kalması uygun görüldü. “Tahiri ağabeyin yemeklerini de sen yap” dediler. Ben gittim. Orada kalırken, bu Kur’an hizmeti başladı. Muhsin Demirel, Re'fet Kavukçu, İsmail Yazıcı gibi isimlerden oluşan bir kadro, bir araya getirildi. Kur'an hizmetine başladık. Ben onların yemeğini, çayını vs. getiriyordum, hazırlıyordum. 1972'nin Temmuzuna kadar Tahiri ağabeyle beraber kaldım. Zaman zaman boşluklar olurdu.
Ne yapıyordunuz orada?
Orada filimler üzerinden cüz cüz Kur’an okunuyor, hatalar tespit ediliyordu. Molla Hamit yazıyordu. Ama yanlışlıklar oluyordu. Üstün, esre eksikliği falan oluyordu. Onlar tekrar ayrı bir kâğıda not ediliyordu. Tekrar Hattat Hamit’e götürülüyordu. O da düzeltiyordu. O şekilde her sayfa, her cüz, tetkikten geçiriliyordu. Bu arada boş zamanlar olunca Tahiri ağabey hatıralarını anlatıyordu. Biz soruyorduk, o da tatlı tatlı anlatıyordu.
Ben ona bir gün şöyle bir soru yönelttim. “Üstadın cenazesini Isparta şehir kabristanına sen kaldırmışsın diye duyduk. Bize yerini söyler misin? En yakınında bizler varız. Bize söyle” dedim. “Olmaz söyleyemem, söylersem yayılır” dedi. “Peki” dedik. “Üstad'ın kabri hep böyle gizli mi kalacak?” diye sordum. “Olur mu? İleride şartlar müsait olduğu zaman, Mevlana gibi bir külliye şeklinde kabri ortaya çıkacak” dedi. Böyle bir yorum yapmıştı.
İhsan Atasoy'un Tahiri ağabeyle ilgili hatırasında da bu konu var.
Tahir ağabeyin anlattığı hatıralar içinde bir de Üstad'ın Rus kumandanına karşı ayağa kalkma olayı var. O olayı anlattıktan sonra Üstad ile bir muhaveresi olmuş. Şöyle, “Ben Üstad'a “Üstadım, Abdurrahim Zapsu bu konuyu anlatıncaya kadar siz bize bundan hiç bahsetmediniz. Bizim haberimiz yoktu. İnsanlar en ufak askeri hatırasını anlatırlar. Siz böyle ciddi bir olayı neden bize anlatmadınız?” diye sordum. Üstad, “Delilim yoktu kardeşim. Anlatsaydım davamızı tekzip ederlerdi. Ama şimdi şahit var. Hemen neşredelim onu” dedi. Önce anlatmadı, ama şahit çıkınca sahip çıktı bu olaya, tasdik etti” diye anlattı bize Tahiri ağabey.
Tahir ağabey denince aklınıza neler geliyor?
Çok farklı bir insandı. Onun yanında dolu dolu bir medrese hayatı yaşadık. Birlikte olduğumuz süre içinde bütün namazları beraber kıldık. Sabah namazı dahil, sabah namazlarının birinci rekatında Yasin, ikinci rekatında Tebareke okurdu. Bazen hasta olursa, birinci de Tebareke, ikinci de Amme okurdu. Gene taviz yoktu o konuda. Namaz konusunda her şeye çok dikkat ederdi. Dershane işlerinde de çok titiz idi. Teçhizatına, nizamına dikkat ederdi. Tesbihatları ne hızlı, ne yavaş yaptırırdı. Hizmet olduğu zaman sürekli tuttuğu nafile orucu bile terk ederdi, tutmazdı. Hizmet erbabının bütün özelliklerini birebir taşıyordu. Onlar gibi çalışırdı yani. Ehl-i hizmet olan talebelere karşı farklı bir ilgisi alakası vardı. Onları ciddi manada takip ederdi.
Külliyatı Osmanlıca mı yazıyordu?
Osmanlıca yazardı ama o dönem daha çok Kur'an’ı yazmakla meşgul oluyordu. Bence tevafuklu Kur'anın çıkmasında iki tane isim vardır. Birisi Tahiri ağabeydir, diğeri Fırıncı ağabeydir. O ikisinin gayreti, himmeti, herkesten fazladır. Onların dikkati bu işi tahakkuk ettirdi.
Fırıncı ağabey ne yapıyordu?
Fırıncı ağabey, hattat Hamit’le bağlantıyı sağlıyordu. Muhsin ağabey de Refet ve İsmail ağabeylerle beraber tashihat işiyle uğraştılar. Zaten daha sonra Muhsin abi, Hattat Hamit'ten icazet aldı. Onların da hizmetleri büyük ama bana göre esas pay o ikisine ait.
Daha sonra neler yaşandı?
Daha sonra birlikte kaldığımız arkadaşlardan bir kişi sebebiyle huzursuzluk meydana geldi. Bütün ağabeyler toplandılar. O kişi hakkında askere gönderilmesi kararı çıktı. Bu karar şahsa münhasır olmasın diye de, “Askere gitmeyenler, askere gitsin” şeklinde karar almışlardı, öyle açıklandı. Oysa askere gitmeyen sadece ikimiz vardık. Bayram ağabey, “Böyle bir karar verdik” dedi. Ben de, “Ağabey adam suçlu, onun hakkında karar veriyorsunuz. Benim ne kabahatim var?” diye sordum. “Salim kardeş! Şimdi onu da rencide etmeyelim. Git gel, askerlikte aradan çıkmış olur” dedi. Böylece Erzincan'a askere gittim.
Askerde peder, valide bizim eve döneceğimizi hesaplıyordu ama biz geri dönmeyeceğimizi hesaplıyorduk. Bir ara 17 gün iznim vardı. İzin aldım ama gene İstanbul'a geldim iznimi orada kullandım. Askerden sonra da eve uğramadan İstanbul'a geldim. Peder ve validemiz de bizden böylece ümidini kesmiş oldu.
Tahiri ağabeyle olan hatıralarınıza devam edersek hatırladığınız başka neler var?
Ben bir defasında Tahiri ağabeye, “Hüsrev ağabey hadisesinin aslı nedir?” diye sordum. Hatta, “Siz Hüsrev ağabeyin en yakın arkadaşısınız. Gül fabrikasında Rüştü Çakın, Hüsrev ağabey ve siz varsınız. Ama bakıyoruz ki Hüsrev ağabeyin yanından ayrılmışsın. Neden?” dedim. Ben bu meseleyi Sungur ağabeye anlattığım zaman, “Cahil cesur olur. Nasıl sordun? Böyle şey sorulur mu?” demişti. Ben de “Sordum işte…” demiştim.
Tahiri ağabey eline bir kitap aldı ilk sayfasını açtı, “Ahirette amel defteriniz böyle açılacak. Bakacaksınız ki birinci sayfa boş, ikincisi boş, üçüncüsü boş... Diyeceksiniz ki “Ya Rabbi! Ben bu kadar hizmet ettim, namaz kıldım, oruç tuttum. Hani nerede?” O da diyecek ki size, “Evet sen güzel işler yaptın ama gıybet ettin.” Gıybet ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi, amali salihayı yiyip bitirir. Ahirette müflis olarak kalkacak öyleleri” dedi.
Ardından da: “Kardeşim! Konuşmayın. Müflis kalkmak istemiyorsanız konuşmayın. İşinize, hizmetinize bakın” dedi. “Tamam, ağabey, bunlar doğru ama bu mesele yazı meselesi değil, zaten bir Nur talebesi nasıl İslami yazıya karşı olur? Burada başka bir şey var” dedim. Tahir ağabey gıybet meselesinde çok hassastı. Başkaları hakkında kimseyi konuşturmazdı…
Tahir ağabey bir hatırasını da şöyle anlattı, “1950 yılında Üstadımız, “İhtar var.” dedi. Hatta İmamı Ali emretti demişti. “İhtar var. Risaleleri Latince neşredeceğiz. Ama ondan önce İslam yazısıyla neşretmemiz lazım. Isparta'da toplanılsın, nerede, nasıl neşir yapılacağı kararlaştırılsın” Dedi… Toplandık işi başlatacağız ama kimse sahip çıkamıyor. Yani toplantıda kimse “bu iş benim evimde olsun” diyemiyor. Onun üzerine Savlı Mustafa Gül ağabey Diyor ki: “Benim amcamın oğlunun Sav'ın yukarısında bir evi var. Çoluk çocukları da yok. Evi de bahçe içerisinde, bu işe çok uygundur. Ben onunla bir konuşayım. Orada yaparız teksiri herhalde” dedi. Sonra haber geldi kabul edilmiş… Mustafa Gül'ün dediği evde, İbrahim Gül'ün evinde teksir işinin yapılması kabul edilmişti. Biz o eve kapandık her kitaptan bir tane olmak üzere tüm Külliyatı bastık, duyulmasın diye dokuz ay evden hiç çıkmadık. Bahçeye dahi çıkmadık. Sadece İbrahim Gül ev sahibi olarak çıkıyordu” diye anlatmıştı.
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.