Said Nursi eğitime ‘iman’ı ekledi

Said Nursi eğitime ‘iman’ı ekledi

Sosyolog Müfit Yüksel, günümüzün medreselerini ve demokratik açılım tartışmalarını Risale Haber’e değerlendirdi

 
Röportaj: Nurettin Huyut- Risale Haber
 
Sosyolog Müfit Yüksel, günümüzün medreselerini ve demokratik açılım tartışmalarını Risale Haber’e değerlendirdi
 
İLAHİYAT VE İMAM-HATİPLERDEN İSLAM ALİMİ ÇIKMIYOR
 
Bitlis ve çevresinde muazzam bir medrese mirası var. Hala devam ediyor. Son zamanlarda Risale-i Nurlar da bu medreselerde ciddi anlamda okunuyor. Ayrıca Risale-i Nur Medreseleri de var. Nur Talebeleri malum Risale-i Nurları okur ve neşrederler. Oysa diğer medreselerde Sarf, Nahiv ilmi ile berber İslami İlimler de okutuluyor. Bu iki gurup sanki birbirlerinden kopuk çalışıyorlar. Oysa kaynakları esasta birdir. Bu guruplar temel konularda biraraya nasıl gelebilir ve bunlar aracılığı ile Risale-i Nurdaki hakikatleri topluma nasıl aktarabilirler?
 
Bediüzzaman’ın 1913-14 Medresetüzzehra projesi bunu bir şekilde yapmaya yönelikti. Ama I. Dünya savaşının çıkması ve ittihatçıların geldiği nokta açısından böyle bir projenin gerçekleşmesi akim kaldı. Bırakın akim kalmayı 1924’lerde artık bu tarz projelerin önü tamamen kesilmiş oldu. Ama 1920’li ve 30’lu yılların şartları mazide kaldı…
 
Bundan sonra ne yapılabilir?
 
En önemli soru budur. Yani oradaki mevcut medreselerin durumu ve tekrar yaşatılması, ıslahı meselesi. Çünkü halen bölgede mevcutlar. Türkiye’deki İmam- Hatip okulları alim ve kaliteli din adamı yetiştirme konusunda hiç de iyi bir sınav veremedi. İmam-Hatiplerden bol bol vali, kaymakam, doktor, mühendis, teknokrat çıktı. Ama İmam-Hatiplerden İslam Alimi çıkmadı ve çıkmıyor. İlahiyatların da bu konuda durumu aynı.
mufit_yuksel_huyut.jpg
Şimdi bu bölgede devam eden medreseler var. Hem de bölgedeki medreselerde bölgenin, Kürt sorununu çözmeye ilişkin ciddi katkıda bulunacak bir zemin var. Bediüzzaman’ın düşündüğü Medresetüzzehra projesi hem yeniden  baz alınıp bugün gözden geçirilerek tatbikata konulabilir. Tabii, yapılacak ıslahatta o medreselerin Şafii özelliğine dokunulmaması şartıyla. Benim görüşüm o yönde. Çünkü o yapı çok önemli, Şafii mezhebi orada çok önemli, Kürdistan, Mısır’dan sonra Şafiiliğin en önemli merkezi konumunda. O özelliği ihmal edilmeden o proje ile uyumlu hale getirilerek uygulanabilir. Zaten bilindiği üzere Bediüzzaman da mezhepte Şâfii idi.
 
Yani mevcut medreseler o bölgede bir İslam Üniversitesi veya bir diğer ifade ile Medresetüzzehra şekline dönüştürülebilir mi?
 
Medresetüzzehra ile İstanbul’daki Darülfünunu birleştirmek. Aslında proje buydu.
 
OSMANLININ SON DÖNEMİNDE AÇILAN MEKTEPLERDE İMAN EĞİTİMİ EKSİKTİ
 
Böyle bir üniversitenin bünyesinde zaviye de var?
 
Şimdi zaviyelerdeki duruma gelince, zaten onun bir çekirdek ve nüvesi vardı. Çekirdek ve nüve nedir? Medrese ile Tekke orada yan yanadır. Hâlidîlik, medrese ile tekkeyi bütünleştirmişti. Yani bir Nakşibendi şeyhi hem Medresede Molla’dır hem de şeyhtir. Her ikisinde de vardır. Çünkü Nakşibendi-Halidi gibi bir ulema tabakası var. Mevlana Halid’in tanınmış ulemadan olması ve Halidî meşâyinin hemen tamamının ulemadan olması gibi özellikleri vs., mesela meşhur İbn Abidin dahi Mevlana Hâlid’ten icazet almıştır.
 
Bediüzzaman Hazretleri mektepleri de buna ilave ediyor değil mi?
 
Mekteplerin şöyle bir tanımı var. Mektepleri ve medreseleri birleştiren bir şey lazımdır. Mekteplerde batılılaşma var, modernleşme var. Ama orada bu durumu takip edebilecek, onu görebilecek, yani modernleşmenin, batılılaşmanın zararlarından emin kılacak bir donanım yoktu. O bakımdan ciddi eksiklik vardı.
mufit_yuksel1.jpg
Sultan II. Abdülhamid Han, bütün Osmanlı coğrafyasında bir hayli mektep, okul açtı. Sivil ve askerî rüşdiye, i’dâdiye gibi çok mektepler açtı. Aslında büyük bir eğitim atılımı yaptı. Fakat bu mektepler öyle bir batılı sistemle işledi ki buradan yetişenler sonradan gelip Sultan II. Abdulhamid’i devirdi. İttihatçı ve Jön-Türk oldular. Bu mekteplerden yetişenler daha sonraki sistem içerisinde İslam’a karşı en acımasız tavırları, uygulamaları sergileyen kimseler oldu. Bu mekteplerde en büyük eksiklik, dini ilimlerin, akâid-i İslâmiyye’nin  vikâyesiydi. Bediüzzaman’ın dediği gibi “İman” eğitimi eksik idi.
 
Medreselerde de bu gelişen hadiseleri, yeni olayları görebilecek bir perspektif yoktu.Bediüzzaman ise her ikisini cem’etti. Yani, bir yanda bu medreseler ihtiyaçlara artık tam cevap veremiyor, ama mükemmel  bir aslı ve kökü-geleneği var. Bu medreseler Selçuklu veziri Nizâmülmülk’ün açtığı Nizâmiye Medreselerinin devamı, bakiyyesi niteliğindeydi. Oradan beri süregelen bir geleneği temsil ediyordu. Kürdistan’daki  medreseler İmam-ı Gazzâlî’nin ders verdiği Nizamiye Medreselerinin günümüze gelmiş şekliydi. Fakat bugün ihtiyaca cevap verebilme özelliğini önemli ölçüde kaybetmiş vaziyetteydi ve vaziyetteler.
 
Sultan II. Abdulhamid’in açtığı okullar, mektepler ise modern mekteplerdi, evet fen ilimlerini veriyordu, ama bol bol dinsiz-imansız yetiştiriyordu. Ve o mekteplerden yetişen insanlar Sultan II. Abdulhamid’i devirenler oldu. Sultan Abdülhamid de bunu söylüyor, “Benim bu kadar bütçe sarfederek açtığım mekteplerden yetişenler beni devirdi.” Çünkü bu mekteplerin aşırı batılı sistemde insanları yetiştireceğini, Sultan II. Abdulhamid maalesef öngöremedi. Tahmin edemedi. Bu sebeplerden dolayı açtığı mektepler onun aleyhine işledi
 
Ama, bu eksiklikleri Bediüzzaman farkedip gördü. Her iki tarafın eksiklerini tespit etti. Bir taraftan mektepler. Mesela aşiret mektepleri açılmıştı Beşiktaş’ta.  Şu andaki Vakıflara ait Akaret  binalarında. Halen o binalar ayakta. Bu aşiret mektepleri de diğer mektepler gibi batlı/seküler niteliği ağırlıktaydı. Fakat bu mektep reformunu yaparken o mekteplerde aşırı derecede batı muhabbeti besleyen insan yetişti. Yani çok sayıda inançsız insanlar o okullardan çıktı.
 
BATIDAN GELEN KÜFÜR DALGASINI BEDİÜZZAMAN GÖRDÜ
 
Müfredattan mı kaynaklanıyordu bu netice?
 
Evet, müfredat daha çok batılı/sekülerdi. Dini dersler, Arapça dersleri vardı, fakat garip ve marjinal kaldılar. Batılı/seküler değerler çok büyük bir dalga halinde geldi. Batıdan gelen aydınlanmacı/pozitivist dalga, yani küfür dalgası idi. O dalgaların önünü alabilecek, kırabilecek dalgakıranlar da yoktu. Çünkü maalesef gelenek modernleşme karşısında direnemeyip çöküyordu.
mufit_yuksel2.jpg
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet, Hüseyin Cahid gibi lâdînî kimseler yetişti. Ahmed Cevdet Paşa, Girîdî Sırrı Paşa, Abdin Paşa gibi ulema-bürokratlar bu dalgaya karşı duramadı. Onların aileleri bile tamamen batılı tarzda yetişti. Bir Darüşşafaka‘yı düşünelim Daru’ş-Şafakati’l- İslâmiyye olarak açıldı. İsmi o şekilde koyulmuştu. Ama, bu okul istisnalar dışında sürekli dinsiz ve mason yetiştirdi günümüze değin. Çünkü müfredat o tarafa, batılı/seküler akımlara yakındı. Bunun dalgasını kırabilecek araçlar da  olmayınca bu anlamda, eğitimde, tâlim terbiyede büyük bir darbe yedi.
 
Şimdi Bediüzzaman bunu gördü. Medreselerin ıslah edilmesi gerektiğini tespit ettiği gibi, mekteplerin de bu trajik/hazin sonucu verdiğini farketti. Yani, mektep ile medreseyi olumsuz yönlerinden arındırarak birleştirecekti. Özellikle o bölgede çekirdeğini atacak hem o bölge için de onur ve şeref kaynağı olacaktı. O bölge güzel bir ürün verecekti, oranın insanlarına, o insanlara bir imtiyaz vermiş olacaktı. Ayrıca,  kendilerini İstanbul’a, hilâfet makâmına daha çok âit ve bağlı hissedeceklerdi.
 
Şarktaki/Kürdistan’daki problemler belki bu şekilde olmayacak, aynı zamanda  yüksek bir düzey yakalanacak ve o düzey her tarafa  yayılabilme istidâdına sahip olacaktı. Halk içerisinde olduğundan –şayet devam etseydi- İmparatorluğun öncü insanları, öncü kadroları meydana çıkmış olacaktı. Dahası,  o bölgenin insanları öne çıkacaktı. Cehaletten, aşiret yapısının getirdiği bazı olumsuz yapılardan kurtulup daha iyi bir konuma gelebileceklerdi.
 
Fakat bu gerçekleşmedi. I.Dünya savaşı patlak verdi. Bu savaştan sonra oluşan yeni rejim ve sistem ise her şeyi tamamen tarumar ve  darmadağın etti.
 
BEDİÜZZAMAN’IN ÜNİVERSİTESİNDEKİ OLMAZSA OLMAZLAR
 
İlahiyatlar da mı bu boşluğu dolduramıyor?
 
Evet, İlahiyatlar da… İlahiyatçılar, özellikle İmam Hatipliler bu konuda iyi bir sınav veremedi. Çünkü dini eğitimin birinci şartı, yani din adamı yetiştirmenin, Müslüman Din âlimi yetiştirmenin ilk şartı Kur’an’ı Kerim’in dili olan Arapça’yı iyi bilmektir. Arapça’ya olan vukufiyettir. İmam-Hatip ve İlahiyatlarda Arapça’ya olan vukufiyette ciddi bir zaaf söz konusu. Yani daha dini ilimlerin ilk anahtarına, mebâdisine bile sahip değiller.
 
Bir de aşırı reformist/modernist Muhammed Abduh, Reşîd Rıza, M. Ferid Vecdî gibi şahıslarla müşahhaslaşmış, Mısırdaki “reformist/batıcı”  olarak nitelendirdiğimiz akımlar İlahiyatçılar üzerine çok büyük bir etki oluşturdu. Bu etki nihayette, temel dini anlayışımızla zıt/ters düşecek ilahiyatçı tipinin yetişmesi sonucunu verdi. Medyaya yansıyanlar da bunlardı. Özellikle bu tarz ilahiyatçıların çoğalmasına sebebiyet verdi.
 
Bu anlamda ne ilahiyatlar ne de İmam Hatipler İslâm âlimi, Din âlimi yetiştiremedi. Bu konuda sınıfta kaldılar.
 
Evet, İmam-Hatip mezunlarından çok sayıda mühendis, doktor, teknokrat, kaymakam, vali çıktı. Ama İslam Âlimi, din âlimi, din adamı yetişmedi. Mesela, beş altı dil bilen, İslami ilimlerde tekâmül etmiş, Hadis İlminde olabilir, tefsir ilminde olabilir, çeşitli ilimlerde böyle Arapça’da rahatlıkla kitaplar kaleme alabilecek vukufiyette, vüs’atta vesair… kimseler çıkmadı. Ne entellektüel alanda, ne de İslami ilimlerde tebahhur sahibi, mesela sarf-nahiv ilmiyle başlayan, Bedî’, Beyan, Mantık, Münazara, Akaid, kelam vesair ilimlerine kadar daha yüksek ilimlerde diyelim bir Buhari mütehassısı vs. olur, eskiden Daru’l-Hadisler vardı. Buradan da hadis ilminde mütehassıslar yetişirdi. Birde Daru’l-Kurralar vardı. Şubeleşme söz konusuydu. ilahiyatlar ve İmam hatipler bunu veremedi. Bir de toplum içerisinde bu okullara biraz daha küçümseyici yaklaşıldığı için bunlar toplumda pek değer verilmeyen, mezunları iş bulamayan vesair kimseler haline geldi. O yüzden de bu kurumlar gelişme gösteremedi. Dîni cemaatler bile bu etkileşim sonucu sadece mühendislik ve doktorluk mesleklerini önemseyip destekledi. Bu meslek sahiplerini yüceltti.
mufit_yuksel3.jpg
Maalesef ulema ve entellektüel yetişmediği gibi kişiliği ezilmiş, kompleksli nesillerin oralardan yetişmesine neden oldu.  Kolejden yetişen talebelere, batılı tarz talim terbiye veren okullardan yetişenlere yönelik, kompleks duyan, kişilikleri gelişmemiş kuşaklar  yetişti. Bu da, ilahiyatçılarda çoğunlukla ister istemez şöyle bir durum ortaya çıkardı. Çoğu dine güvenmeyen, dinî alanı küçümseyen, dîni/İslâm’ı,  modern ahlak ve söylemler doğrultusunda sürekli budamaya çalışan insanlar haline geldiler.
 
Doğudaki bu medreselerin, Kürt medreselerinin  asırlara dayanan bir kökü ve asaleti var.  Nizamiye medreselerinden, daha o dönemlerden gelen özellikle icazetli ulemâ yetiştiren bir asalet, mesela bunlardan birinin icazetine bakarsanız, adamın icazetinde 300 yıl 400 yıl geriye gidiyor. Şu şunda okudu, o da bunda okudu, derken böyle asırlara varan Hablu’l-Metîn diyebileceğimiz bir zincir görürüz. Gelenekten gelen bir zincir var bu anlamda, ıslah edilebilecek bir çekirdek var. Eğer o nüve olmasaydı Bediüzzaman ümidini keserdi. Gidipde Van’da, Van gölünün kenarında Medrese, Medresetu’z-Zehrâ açmak gibi, bir talebi olmazdı. Çünkü o bir nüve, bir çekirdek gördü.  O  nüvenin ciddi bir suretde ıslah edilerek daha güzel bir hale getirilmesine yönelik bir talepte bulundu. Yoksa, Bediüzzaman’ın amacı medreseleri medeniyet kök ve geleneğinden koparıp, modernleştirmek veya batılı eğitim tarzına uydurmak asla değildi. Bediüzzaman modernliği, modernleşmeyi tek başına öncelemedi. Kendi alanında çok yetenekli talebeler seçilerek bunlara Arapça vs. yanısıra çok iyi seviyede batı dilleri de öğretilecek, mesela çok ileri derecede İngilizce öğretilebilecek, hatta bunların bir kısmı, dünya tarihi falan çalışacaksa Latince ve Yunanca da öğrenecek. Arapça ise işin olmazsa olmazı, zaten onsuz olmaz da dini ilimlerde, Arapça, Farsça, Türkçe, Kürtçe birlikte  olacak. Nasıl ki, üniversitelerde iyi bir sosyolog, psikolog ya da uluslararası ilişkiler uzmanı olmak için en az bir batı dili bilinmesi öngörülüyorsa burada da olmazsa olmazlar var. 
 
MEDRESELERE FARKLI BİR STATÜ TANINMALI
 
Mevcut üniversitelerin bünyesinde mi olmalı bunlar?
 
Hayır üniversitelerin bünyesinde değil, medreselere farklı bir statü tanınmalı. Çünkü üniversitelerin batıdan gelen kökeni ve yapısı, medreselerin dini geleneği ile, İslâm medeniyetinin geçmişten gelen unsurları ile esastan çatışan bir konum arzediyor. Osmanlı’nın 19. Yüzyıldaki batılı tarzda, batılılaşma sürecine mutabık talim- terbiye reformu bu anlamdaki çatışmanın başlangıcını teşkil ediyor. Heleki, İmam-Hatip ve İlahiyat tecrübesi din eğitimini batılı okul sistemi çerçevesinde vermek gibi ucube bir durumdan dolayı, dinin hiç de lehine olmayan, aksine aleyhine olacak sonuçlara yol açtı. Medreselere hem yasal bir statü verilecek hem de resmi olacak, hem de denetlenebilecek… Mesela milli eğitim denetleyebilir, isterse YÖK denetlesin, önemli değil.
 
Mesela eskiden akademiler vardı, 80-82’den önce, YÖK kurulmadan önce; onlara benzer yeni bir statü tanınabilir. İlla fakülte ve üniversite bünyesinde olmamalı. O şekilde dar sınırlar içerisine alınmış olur, o sınırlar içerisinde yine budanmış olur. İmam-Hatipten farkı kalmaz yeni bir İmam-Hatip doğmuş olur. Yani, ne dar sınırlar içerisine, ne de dar kalıplar içerisine sokmadan bunlara,  buralarda okuyanlara statü ve güven verilmeli…
 
Bakın “biz Selçuklu vezîri Nizâmu’l-Mülk’ün kurduğu Nizamiye medreselerinin devamıyız” diyebilecek tarzda kendilerine asil bir güven gelmeli. Böyle olursa komplekse girecek bir halleri de kalmaz. Önemli bir kısmı iyi derecede İngilizce öğrenirse, komplekse sokulma sorunu ciddi oranda çözülmüş olur. Çünkü halen mevcut Kürt medreselerinde zaten Arapça sarf ve nahiv konusunda bir hayli kitap ve ders var. Bu anlamda, Arapça sarf-nahiv ve âlet ilimlerinde ciddi ve sağlam bir temel mevcut. Sadece Arapça konuşabilme problemleri var. O da bazı mükâleme dersleriyle çözülebilir. Yanısıra, o medreselerde eğitim almış medreseyi bitirmiş bir kimseyi, Şam’a ya da başka bir Arap kentine götürürseniz en fazla iki ay içerisinde
Arap dilini rahatlıkla konuşabilirler. Böyle bir alt yapı var. Zaten ciddi bir program ıslahı ve bu medrese kütüphanelerinin zenginleştirilmesine ihtiyaç var.
 
O medreselerde bu potansiyel var mı diyorsunuz?
 
Evet böyle bir potansiyel var. Bu durum aynı zamanda gelenekle devam edegelen ruhaniyetini de kaybetmez, bir taraftan Nakşibendî-Hâlidî geleneği, diğer taraftan da ilmi icazetten gelen özelliği… Yanısıra, bu insanların akidevi yönden bir iman kalesi oluşturabilmeleri, pozitivizm ya da bugünkü postmodern nihilizm dalgasına karşı bir direnme zemini oluşturulabilmesi için Risale-i Nur’un ders kitabı olarak buralarda okutulması lazım.
 
Risale-i Nur’un da bu medreselerde okutulması şart diyorsunuz?
 
Evet şart. İşaratu’l- İ’câz tefsirinden başlayarak, ilk önce Arapça risâlelerden başlayarak okutulup okunmalı.  Mesela Tabiat, Haşir ve İhlâs Risaleleri öncelikli olarak okutulmalıdır. Hem ilim adamı olurlar. Hem bir iman kalesi haline gelir, hem de  o gelenekten gelen özellikle İslami ilimlerle ikisi birleşir. Ayrıca da çok  iyi derecede İngilizce bilmeleri neticesinde batılı kaynaklara da çok rahat ulaşabilmeleri sağlanarak  oradaki gelişmeleri mukayese etmeleri açısından bir dinamik oluşturulur. Bu dinamiği sağlayabilmek lazım. Bu meselede sadece ve sadece oranın gelenekten gelen dini/akidevi yapısına dokunulmaması önemlidir. Yani onları Hanefileştirmeyi/Matürîdîleştirmeyi denemek veya benzeri bir şey… Diyanetin böyle bir şeyden kaçınmasını sağlamak lazım…
 
Oranın Şâfii-Eş’arî yapısı Abbasilikten geliyor. Abbasi döneminden beri gelen bir Şâfiî/Eş’arî geleneği var. Mısırdan sonra Şafiiliğin en önemli merkezini değiştirmeye gitmek, Hanefileştirmeye çalışmak yanlış bir tutum. Bugün mesela Afganistan’a gidip Hanefilik yerine veya başka bir mezhep koymaya çalışmak gibi. Hanefilik Afganistan’da  neyse Şafiilik Kürt bölgelerinde aynı dini işleve sahip. Her yerin kendisine has şartları, özellikleri var.
 
DOĞU KARADENİZDEN KÜRT MEDRESELERİNDE EĞİTİM GÖRENLER ÖNEMLİ
 
Bütün bunlar devlet eliyle mi olmalı?
 
Devlet de, vakıf gibi sivil kuruluşlar da yapmalı ama bugün resmiyette bizim önerdiğimiz anlamda bir eğitim sistemi yok. Tevhîd-i Tedrisât kanunu yüzünden İslami İlimlere karşı kanuni engeller var. Bu kanuni engellerin, müdahalelerin kaldırılması lâzım. Ya da yeniden düzenlenmesi lazım. Elbette bunların kontrol edilmesi, teftiş edilmesi de gerekir, devlet o işi yapabilir.
mufit_yuksel4.jpg
Mesela Diyanetin bazı şeyleri düzeltmesi lazım…Müftü, imam, murakıp, müezzin vs.  için İmam-Hatip, ilahiyat mezunu olama zorunluluğu konulmuş, bu kalkmalı. Eskiden, 1965’e kadar bu zorunluluk olmadığı için medrese mezunlarının bu görevlere gelebilmelerinin önü açıktı.. Müftülük, vaizlik vs. Kürt medreselerinden mezun olanlar bu vazifeler için Diyanet’in açtığı imtihanlarda derece aldıysa göreve başlıyordu. Mesela devlet memurluğu için KPSS puanı şart koşuluyor veya Kur’an Kursu hocalığı için sertifika isteniyor. O gibi evraklar buradan mezun olanlardan da istenir başarılı olanlar girebilir.
 
Mesela, bu medreselerden mezun olanlar zaman zaman müftülük imtihanlarında Türkiye birincisi oluyordu veya yüksek dereceler alıyordu. Rahmetli babam da bunlardan biri, 1958’de müftülük imtihanında Türkiye birincisi oldu. Bunu söylemeye çalışıyorum, bu anlamda ciddi bir potansiyel var. Yani medreseden gelen birisi burada birinci oluyor. Ayrıca bölgeler arasındaki oluşturulmak istenen gerginliğin de önü kesilmiş olur. Mesela birçok Karadenizli bugün bile gidip bu medreselerde okuyorlar. Doğu Karadeniz’de medreseler tarzında ders veren yerler kalmadı. Zaten eskiden de Kürt Medreseleri kadar güçlü değildi. Doğu Karadeniz’de daha çok hafızlık ve kıraat ilimleri vardı. Doğu Karadeniz’de, Kürt medreselerindeki gibi sarf- nahiv, bedi’, Beyan, Münazara, fıkıh gibi âlet ilimleri güçlü değildi. Doğu Karadenizliler de gelip orada okuyorlar. Bölgeler arasında kaynaşmayı sağlamak açısından bu önemli bir veri.
 
Doğu Karadenizliyi doğu insanıyla, Kürt insanıyla karşı karşıya getirmek, çatıştırmak isteyen projeler var.. Bunu önleme açısından da önemli medreseler. Yani doğu Karadeniz’den insanlar gelip doğu/Kürt medreselerinde okuyacaklar. Bu bölgeler arasında oluşturulmak istenen gerginlikleri önleyecektir.
 
Buradaki en önemli husus, bölge sorunlarının çözümünde ne olursa olsun dinin/İslâm’ın merkeze alınması hususudur. Kürt sorununun çözümünde dini bir kenara koymak bu coğrafyaya memlekete yapılmış en büyük kötülük olur… Şöyle bir örnek vereyim (çok yerlerde de verdim televizyonlardaki programlarda da bunları bizzat görsel malzemelerle birlikte  belirttim) Diyarbakır’da basılmış bir tablo var. Bu tabloya baktığınız zaman orada, o bölgedeki Kürt meşâyihinin, Bediüzzaman da dahil bölge âlimlerinin fotoğraflarının yer aldığını görürsünüz. Ama Fatih Sultan Mehmed ve Sultan II. Abdülhamid’in de resimleri var. Bu tablonun Trabzon’da ve Türkiye’nin çeşitli yerlerinde, köylerde, köy odalarında asılı olduğunu gördüm. Hatta Trabzon’da gördüğümde takılmadan edemedim, onlara dedim ki “Maşallah. Ne güzel, Kürt büyüklerinin resimlerini asmışsınız”…
 
Bu olay çok önemli bir örnek. Bu tip veriler çok olumlu, bu sorunun çözümüne yardımcı olacak ve zemin oluşturacak bunun gibi diğer veriler de var. Medreseler bunların en başta geleni.. Yukarıda belirttiğim gibi bölgeler arasındaki soğukluğu, tetiklenmek istenen gerginliği ortadan  kaldırıyor. İnsanlar gidipte Kürtler arasından çıkmış laik, anti-İslam-milliyetçi insanların resimlerini asmıyorlar. Ulema ve meşâyihin resimlerini asıyorlar. Bunu unutmamak lazım…
(Devam edecek)