Bediüzzaman Kur'an’da farklı bir tevafuk buldu
Hukukçu-İktisatçı ve Hattat Muhsin Demirel, hat çalışmalarını Risale Haber’e anlattı
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
Hukukçu-İktisatçı ve Hattat Muhsin Demirel, hat çalışmalarını Risale Haber’e anlattı
Siz birçok konuda araştırma yapmış birisiniz. Birçok alanda da çalışmalarınız olduğunu biliyoruz. Bunlardan en önemlisi hat çalışmalarınız. Ve birçok eser verdiniz. Bizim bildiğimiz Hukuk ve iktisat Fakültelerini okudunuz. Oysa şimdi hat üzerine çalışmalarınız daha da arttı. hattatlık sizin asıl mesleğiniz diyebilir miyiz?
Asıl mesleğim değil ama şu anda artık asıl mesleğim gibi oldu.
GEÇMİŞLE BAĞLARIMIZI TEKRAR SAĞLAMAK VE BAĞLAMAK İÇİN
Arap harfleri ile yazı yazmaya teşvik eden ve bu mesleğe iten neden nedir? Hat sanatı üzerinde çalışmaya ne zaman başladınız?
Biliyorsunuz ki eskiden Risale-i Nur camiasına iltihak eden herkesin ilk vazifelerinden biri Risale-i Nurları Osmanlıca olarak yazmaktı. Fakat 1960 yılından sonra Yazıcı cemaati dışında Risaleleri yazarak çoğaltan pek kimse kalmadı. Şahsi olarak bir kaç kişi çalışıyor ama pek kalmadı. Ama keşke bu mübarek çaba devam etseydi. Bugün milyonlarca insan hatt-ı Kuran'ı okuryazar hale gelirdi ki, bu önemli bir şeydir. Geçmişle bağlarımızı tekrar sağlamak ve bağlamak için önemli olurdu.
O zaman, atmışlı yılların başı... Babam (Ali Demirel) da Risale yazardı. Zaten Üstad hazretlerinin sağlığında birkaç risale yazarak Üstada götürmüş... Üstad çok memnun olmuş. Mesela bir tanesi Tılsımlar... Üstad, “Tam da elimde tılsımlarım kalmamıştı. Çok iyi ettin getirdin” demiş. Böyle hatıralar var. Dolayısıyla babam risale yazardı.
O zamanki evlerde şimdiki gibi masa falan yoktu. Bir sedir vardı. İşte önüne bir döşek koyuyorduk. Masa olarak o sediri kullanıyorduk.
Aynı evde aynı şartlarda yaşamış olmamıza rağmen rahmetli ağabeyimde bu heyecan teşekkül etmedi. Ama çok ilginç gelirdi bana... Yazarken kalemin çıkardığı cızırtı sesleri, o harflerin güzelliği falan... Babamın yazısı güzeldi esasen. Ama bir hat eğitiminden geçmediği için Hattat olamadı. Eğer çalışsaymış iyi bir Hattat olurmuş diye düşünüyorum şimdi.
VE GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK HAT USTALARI
Hat eğitimi aldınız mı?
Babamı öyle görünce, “Ben de yazacağım” dedim. Bana da bir düzenek kuruldu. Mürekkep, uçlar, kazıma çakısı falan... O zaman ben de epeyce risale yazdım. Küçük Sözler, İhlâs Risalesi, Uhuvvet Risalesi gibi... Osmanlıcası olan küçük kitapları yazdığımı hatırlıyorum.
O sıralar Mehmet Fırıncı ağabey ile Ahmet Aytimur ağabeyler hizmet adına Halim Hoca'ya giderlerdi. Halim Hoca büyük bir zattır. Yani bir asrı tek başına (hat sanatı açısından) dolduracak kudrette bir zattı. Benim Hamid Hocamın ilk talebesidir. Tabi bizler son talebeleriyiz, o ilk talebesiydi. Yaşça da hocadan altı yedi yaş gençti.
İşte Fırıncı ağabey, Ahmet Aytimur ağabey Halim Hoca'ya Sözler ve Mektubat’ın içindeki ayet, hadis ve diğer hatt-ı Kuran'la yazılması gereken yerlerini yazdırırlardı. Oradan çıkınca birçok defa bizim eve gelirlerdi ve yazılanları bize gösterirlerdi. O orijinal yazıları görür çok heyecanlanırdım.
Babam hat dersi almak isterdi “beni Halim Hocaya götür” diye Fırıncı ağabeyden ricalarda bulunurdu. O da işte bu gün, yarın, gelecek sene derken, Halim Hoca 1964 yılında bir trafik kazasında vefat etti. Ben o zaman 10 yaşındaydım. “Babama beni de götür” diye askıntı olurdum. Daha sonra tabi benim bu heyecanım küllendi mecburen.
1971 yılında liseyi bitirdiğim zaman Fırıncı ağabey, İsmail Yazıcı’yla, Habip Akbulut’u Hamid Hoca’ya götürmüş. Hoca onlara ders vermiş. Çalışıyorlardı. Tabi ben onları öyle görünce tekrar o eski damarlarım depreşti. Daha sonra 1971 yılının şubat veya mart ayında soğuk bir günde Hoca'nın yanına gittim. Böylece Hoca'nın yanına kapılanmış olduk.
Şimdi Hizmet Vakfı’nın bastırdığı tevafuklu Kur'an’ı o zaman Halim Hoca'ya yazdırmak istemişler. Halim Hoca vefat edince Hamid Hoca'ya gitmişler. Şu kadarını söylemek isterim ki Hamit Hoca Osmanlı hattının son abidesiydi. Son üstadıydı. Ve gelmiş geçmiş en büyük Hat ustalarından biriydi. Hem Halim Hoca, hem de Hamid Hoca bir asrı tek başlarına dolduracak kudrette hattatlardı. Bunu kabul etmek lazım…
O zaman Hamid Hoca Tevafuklu Kur’an diye bildiğimiz Kur'an’ı 1964 yılından başlayarak 1971 yılına kadar yazmış. Altı buçuk sene sürmüş yani. O günlerde merhum Tahiri ağabey İstanbul'daydı. Diğer ağabeylerle beraber tevafuklu Kur'an’ı nasıl basacağız diye düşünüyorlardı. Tabi işin hem teknik boyutu var yani yazılmış bir Kur'an’ı basıma hazırlama işi var. Hem de ondan evvel Kur’an’ı tashih vs. işleri var. Büyük patronumuz Tahiri ağabeydi. Tashih gibi işlerle o ilgileniyordu. Fırıncı ağabeyin başkanlığında ben, İsmail Yazıcı, Habip Akbulut, zaman zaman Erzincan’dan gelen Refet Kavukçu Ağabey. Hamdi Yüce askerdeydi o sonra askerden geldi. O matbaa mezunu olduğu için Kur’an’ın matbaa işleriyle ilgilenmeye başladı.
Şu kadar söyleyeyim o gün manuel imkânlarla yapıyorduk. Yani bilgisayar gibi imkânlar yoktu. O zamanki şartlarda tevafuklu Kur'anı basıma hazırlamak neredeyse gece gündüz çalışmak şartıyla dört buçuk sene sürdü. Kur'an işi çok zor bir iştir. Yani bugünkü bilgisayar teknolojisini kullansan bile çok zordur.
LEM’ALAR, MESNEVİ-İ NURİYE, İŞARATÜL İ’CAZ’IN YAZILMASI GEREKİYORDU
Ne gibi zorluklardı bunlar?
Mesela vav harflerinin ucunu Hoca yaşı itibariyle biraz küt yazmış. Şimdi ben de Kur'an yazıyorum, yani kolay bir şey değil. Elden çıkmış bir Kur'an’ı çok ince tashih yapmak lazım. Kelime atladıysa veya kelime hatası varsa onları hocaya yaptırıyorduk yeniden. Ama sair rötuşları biz yaptık. Tabi bunun yanında motif işleri vardı. Film işleri vardı. O zamanki şartlarda inanılmaz zordu.
Biz bu işlerle uğraşırken Hoca bizi çok severdi. Hem heyet olarak severdi, hem de şahsen beni de çok severdi. Ondan sonra Hoca Efendi kendi Kur'an’ının üzerine bizim düzeltme yapabileceğimiz konusunda tarihe bir not düşmek babında, “Benim talebelerimden…” gibi şeyler yazmıştı. Yani onun eseri üzerinde çalışabileceğimiz ehliyetini verdi bize. Bir nevi icazet diyelim... Şu an o yazının İsmail Yazıcı’da olması gerekiyor.
Tabi daha sonra o heyetten bir tek ben kaldım. Habip 1974'de okumak için Erzurum'a gitti. İsmail Yazıcı askere gitti. Sonunda ihale neredeyse tek başıma benim üzerime kaldı. Zaman zaman bazı arkadaşlar bana yardımcı olduysa da işi biraz ben tek başıma yürüttüm.
Şimdi tabi bir taraftan da başka işler vardı. Mektubat ve Sözler'i Halim Efendi yazdığı için, onun dışında kalan Risalelerin yazılarını hocaya yazdırmak gerekiyordu. Yani Lem’alar, Mesnevi-i Nuriye, İşaratül İ’caz gibi sair eserler... Hizb-ul Envarul Hakaikin Nuriye gibi eserlerin de yazılması gerekiyordu.
O zaman Hocayla olan münasebetlerim çok iyi olduğu için o gibi işleri de bana yüklediler. Çünkü bir sanatkârla, bahusus yaşı doksana yaklaşmış, bir de dünyanın en nadide, en büyük hattatıyla muhatap olmak kolay bir şey değil. Hoca bizi sevdiği, nazımız geçtiği için, o zamanki hizmetlerle meşgul olan ağabeyler bizi bu görevle vazifelendirdiler. O gün yazılan eserleri ben yazdırdım.
Dolayısıyla bunu söylerken, bu gün bilgisayarlarda artık Hatt-ı Kur'an yazılabiliyor. Yeni Asya’nın, Yeni Nesil’in ve bazı basımevlerinin bastıkları eserlerde Hattı Kur'an yazımı var. O zaman bu imkân yoktu. Şu anda Sözler'in, Envar'ın bastığı kitaplar o günkü Halim ve Hamid Hoca'nın yazdığı yazılar üzerine basılıyor. Fakat mesela Yeni Asya'nın, Yeni Nesil'in ve çeşitli yayınevlerinin bastığı eserler başka...
Her neyse biz Hamid Hocayla o dönem hem hoca-talebe ilişkisini yürütüyoruz, hem de tevafuklu Kur'an gibi eserlerin basımları işlerini yürütüyoruz. Yani bir yerde hem patronum, hem talebeyim, hem arkadaşı, dostuyum Hocanın. Yani böyle sarmal bir münasebet içinde cereyan ediyordu herşey.
HERHALDE BAST-I ZAMANA UĞRUYORDUK
Bu arada okula da gidiyordunuz. Üniversite okuyordunuz o işlerin içinde okul işlerini nasıl yürütüyordunuz? Aksama olmuyor muydu?
Okul benim için 8.-9. sıradaydı. Kur'anın neşri, Risalelerin tashihleri, şunları, bunları... Yani üzerinden bunca zaman geçti. Şimdi o zaman bir günde yaptığım şeyleri alt alta sıraladığımda 24 saat yetmiyor. Herhalde Allahu alem yaptığımız hizmetlerden ötürü bir cins bast-ı zamana uğruyorduk. Yani şu an bakınca ürperiyorum. Bu kadar işi bir arada nasıl yapmışız? Bu arada Cemil Meriç'e gidiyordum. Bu arada Köprü Dergisini çıkarıyordum, gazetecilik yapıyordum... Hizmetin şoförlüğünü yapıyordum ve sekizinci onuncu vazife olarak aynı zamanda Hukuk Fakültesinde de öğrenciydim.
Nasıl oluyordu hala anlamıyorum.
ÜSTAD HAZRETLERİ “BEŞ YÜZ KALEMLİ NURCU” DİYE İLTİFAT EDİYOR YA İŞTE O
Tahiri Mutlu ağabeyin Osmanlıca yazılmış Risaleleri mevcut. Hattat Hamid veya siz de basılan Risele-i Nur’lardan yazdınız mı hiç?
Basılacak Osmanlıca Risale biz yazmadık. Sebebi şu; o zaman mesela Mustafa Gül ağabeyi İstanbul'a davet ettiler. Mektubat’ı baştan sona o yazdı. O zaman Hatt-ı Kuran kitaplar teksirle çoğaltılıyordu. Ellili, atmışlı, hatta yetmişli yıllarda... Daha sonra Osmanlıca kitapların matbaada basılması çok önceki bir iş…
Ben teksirle çoğaltma zamanında bulundum, bizzat şahit oldum ama fiilen yapmadım. Birkaç tane teberrüken teksir çevirmişizdir falan ama teksir işi çok ayrı bir işti. Bir mumlu kâğıt... Mumlu kâğıdın üzerine ucu demir bir kalemle oyarak yazılıyor. Hata olduğu zaman hanımların kullandığı ojeyle üstü kapatılıyor. Daha sonra teksirin merdanesine takılıyor. Elle çevrilerek bir solukta 500 tane filan çıkarılabiliyor. Üstad hazretleri “Beş yüz kalemli Nurcu” diye iltifat ediyor ya işte o.
Ama biz matbaa ile ilgili çalışmalara yetiştik. Öbürünü de gördüm ama böyle bir şeyle uğraşmaya yaşımız müsait değildi. Tabii Risaleler o zaman matbaada kaçak olarak basılıyordu. Polis takibi vardı vs...
İşte kısmen Galip ağabeyin matbaasında, başka matbaalarda falan basılıyordu. Film işleri falan gizli yapılıyordu. Şimdiki gibi Cağaloğlu’nun ortasına Envar Yayınevi, Sözler Yayınevi gibi yerler kurarak o tabela altında eser basılması mümkün değildi.
TAKİP ALTINDAYDIK ŞİFRELİ KONUŞUYORDUK
Kaç yılına kadar sürdü bu takipler?
1984 yılına kadar sürdü. O zamandan sonra artık devletin takibi kalktı Elhamdülillah. Ama kolay olmadı tabi. Bizim bütün çocukluğumuz, gençliğimiz, bu sıkı takibin altında geçti. Bu takip için geliştirilmiş telefon şifrelerimiz vardı... İşte biz de matbaa yerine başka bir şey söylüyorduk, Risale yerine farklı bir şey diyorduk falan... Yani o dönemde de tele kulak vardı… Ondan kurtulmak için şifreli konuşuyorduk…
İşte o zaman 1971 ve 1980 arasında İstanbul'da olduğum zaman Hoca'ya, “ala kader-il imkân ve-l istitaa ve-l istidat” gittik, bir şeyler öğrendik yani...
SAHABELER TEVRAT VE İNCİL'İN KAYDOLMADIĞI İÇİN TAHRİP OLDUĞUNUN FARKINDAYDILAR
Kabiliyetiniz varmış ki bugün bir çok güzel eser yazmışsınız. Hatt-ı Osman diye bir ifade var. Hatt-ı Osman ne demektir?
Bu sorduğunuz teknik bir soru. Kur'anı Kerim’de bugün bilinen iki tane imla var. Şimdi bildiğiniz gibi Hz. Peygamber zamanında bugün bilinen Mushaf yoktu. Mushaf dediğimiz iki kapağın arasında bulunan bir kitap, o yoktu. Vahiy geldiği zaman deriye, kürek kemiklerine falan yazılıyordu.
Fakat Hz. Ebubekir zamanında bir kısım hafız-ı kurra sahabelerin harplerde veya başka nedenlerle vefat etmeleri endişelere sebep olmuş. O zaman Sahabe Efendilerimiz Tevrat'ın ve İncil'in vaktinde kaydolmadığı için tahrip olduğunun gayet iyi farkındaydılar. Bu itibarla Kur'anı Azimüşşan’ı geldiği gibi tespit etmek, hafızalar dışında zapt etmek gibi bir vazife ortaya çıkmıştı.
Peygamberimiz zamanında toplanamazdı. Çünkü vahiy son ana kadar devam ediyordu. Ancak Peygamberimiz (asm) her Ramazan-ı Şerifte Hz. Cebrail'le yaptığı mukabele sebebiyle hangi surenin nereye konulacağını biliyordu ve vahiy kâtibi olan sahabe efendilerimize hangi surenin nerede olacağına dair talimatlar veriyordu.
Bununla birlikte o zaman Zeyd bin Sabit (r.a) başkanlığında kurulan bir heyetle -ki büyük patronun Hz. Ali olduğunu biliyoruz- ama bizzat yürüten Zeyd bin Sabit hazretleri... İşte bu heyet bir takım kriterler belirliyor. O kriterlere müsteniden hafızasında ayet olan bütün sahabeler geliyorlar. Deklare ediyorlar. Şahidini gösteriyor vs... Metin böyle tek tek, ayet ayet zapt edilmiş.
İslam coğrafyası bilhassa Hz. Ömer zamanında oldukça büyüyor, Hz. Osman zamanında da bir takım fütuhatlar meydana geliyor. Bir yanda İran, diğer yanda Mısır ve Kuzey Afrika, bir yerde Anadolunun ta iç kısımlarına kadar Bizans İmparatorluğunun büyük bir kısmı, Arap yarımadasının tamamı İslam Devletinin eline geçiyor. Belki tamamı İslam olmuyor ama kitleler halinde insanlar İslamiyet’e giriyor.
Şimdi mesela Türkiye'de de Diyarbakır olsun, Karadeniz olsun, Trakya olsun veya batı Anadolu olsun bir kelimeyi her biri farklı farklı telaffuz ediyor. Yani şiveler var. Ondan sonra diyalekler geliyor. Çağatay Türkçesi, Azeri Türkçesi gibi... İşte Arap coğrafyasında da buna benzer şiveler var. Değişik bölgedeki Araplar Kuran-ı Kerimi okurken kendi şivesine göre okuyor. Bu bir...
RESM-İ OSMANİ DENİLEN KUR'AN İMLASI…
İkincisi İslam coğrafyasına yeni katılmış, Arapçayı da bilmeyen bir sürü kavim, millet, ırk, aşiret vs. var. Arapçayı sonradan öğreniyorlar. Bu sebeple Kur’anı Kerimi okurken telaffuz farklılıkları, ifade farklılıkları doğmaya başlıyor. Bir sürü problem ortaya çıkıyor. Bir yanda da hafızalarda unutulanlar oluyor.
İşte bütün bunları engellemek amacıyla Hz. Osman, Kur'anı Azimüşşanı bir rivayette sekiz nüsha, bir rivayette beş nüsha ama sekiz nüsha olduğunu zannediyorum belirli bir imlaya göre, çoğaltıyor. Ve o zaman İslam merkezi olan beldelere gönderiyor. Mesela birini Yemen'e, birini Küfe’ye, birini Medine'ye, birini Şam'a, birini Mısır'a gönderiyor. Bunlar, bilinen yerler. Bir tanesini de ana Kur'an olarak kendisi muhafaza ediyor.
Hz. Osman ümmete talimat veriyor. Diyor ki; “herkes Kur'anı bu metne göre yazacak, okuyacak, ezberleyecek, çoğaltacak.” Yani öyle kimse kendi kafasına göre okumayacak. Bu çok önemli bir hizmettir. Şimdi bu imlaya göre yazılan Kur'anların bu günkü Arapçaya göre farklılıkları vardır. Bu imlaya göre yazılan Kur’anlarsa bu güne kadar geliyor. Bunlara Hatt-ı Resmi Osmanî deniyor. Bu Hatt-ı Resmi Osmanî kelimesi hat manasında değil, imla manasındadır.
Daha sonra başka bir imla, bu günkü Arap fonetiğine, dil yapısına, modern yapıya daha uygun bir imla gelişiyor. Buna da “Aliyyül Kari” deniyor. Benim kanaatime göre Aliyyül Kari 1605 de vefat etmiş bir Türk muhaddis ve kıraat âlimi. Fakat ondan yüz sene evvel yaşamış Şeyh Hamdullah Efendinin yazdığı Kur'an bu günkü Aliyy-ül Kari Kur'an’ıyla aynı imla kurallarını taşıyor. Her halde Şeyh Hamdullah Efendi bunu kendi kafasına göre yazmamış. O da birine bakarak yazmış. O da kendinden önceki birine baktı. Bu silsile nereye kadar gidiyor bilemiyoruz. Aliyy-ül Kari adıyla belirtilen bu imlanın 1605 yılında yaşamış Aliyy-ül Kari'yle ne gibi münasebeti olduğunu da bilemiyoruz.
Tahminim şu ki; Aliyy-ül Kari Efendi bu imladaki bazı tutarsızlıkları düzeltip, bir takım çalışmalar yapmış olmalı ki, böyle bir isim verilmiş. Yani bu günkü ikinci imla Aliyy-ül Karidir. Türkiye'deki cari Kur'an’lar şu anda Aliyyül Kari imlasıyla maruftur. Ecdadımız her nasılsa Aliyy-ül Kari imlasını beğenmiş. Fakat dünya üzerinde cari imla Resmi Osmani’dir. Yani aşağı yukarı yüzde sekseni doksanı Resmi Osmani'ye göre yazılmaktadır.
Şimdi benim kanaatime göre Türkiye'nin de Resm-i Osmani’ye geçmesi hem Sahabe Efendilerimizin hatırasına hürmeten, hem de tüm Müslümanlar arasında birlik ve beraberlik oluşturması açısında önemlidir.
Yalnız bir de Suud'dan, Körfez ülkelerinden, Mısır'dan gelen bazı Kur'an’lar var ki, onlar imlası Resm-i Osmanî olmakla beraber, hattı tecvid esasına göre yazıldığı için, bizim bu gün Hacca veya Umreye gidip oradan Kur'an getiren vatandaşlarımız -Suud hükümeti her giriş, çıkış yapana hediye ediyor onları- o Kur'anları okuyamıyorlar. Neden? Çünkü Türkiye'de tecvid bilen o kadar da insan yok. Onlar tecvid esasına göre yazıldığı için nasıl okunacağını bilemiyor. Bu ayrı teknik bir konudur. Yani Resm-i Osmani denilen Kur'an imlası Hz. Osman'dan bu güne kadar tevatürle gelen bir Kur'andır.
DİYANET RESM-İ OSMANİYE GEÇME DÜŞÜNCESİ VAR
Diyanet bu durumun farkında mı? Ya da bu konuyla ilgili çalışma yapıyorlar mı?
Diyanet Kurumunun Resm-i Osmaniye geçme düşüncesi ve eğilimi var hali hazırda. Fakat bu bir gecede olacak bir şey değil. Zannediyorum beş yılı, on yılı geçecek bir zaman diliminde bu geçiş sağlanacak. Sayın Tayyar Altıkulaç Bey bu konuda çok ısrar ediyor ki bence haklı. Çünkü Resm-i Osmani daha doğru bir imla... Kur'an imlası olarak... Ama bu günkü Arapça fonetiğini göz önüne alırsak Aliyyül Kari daha doğru. Fakat Aliyyül Karideki tutarsızlıklar fazladır. Mesela “Aliyyül Kariye göre yazılmış Kur'anlarda Rahman” kelimesi Resmi Osmani gibi yazılıyor. Niye? Madem onu da elifle yaz.
O KUR'ANLARDAN İKİSİ TÜRKİYE’DE
Hz. Osman zamanında yazılmış Resm-i Osmani imlasıyla şekillenmiş olan ilk Kur'an’larda tevafuklu yazma olayı var mı?
Yok. Tevafuk yok. Zaten o Kur'anlar yedi-sekiz tane yazılmış. İkisi Türkiye’de. Birisi Topkapı Sarayı’nda diğeri İslam Eserleri Müzesinde bulunan iki tane Kur'anın Hz. Osman'dan gelen Kur'anlar olduğu söyleniyor. Bir tane Taşkent’te var. Bir tane Petesburg'da var. Zannediyorum bir tane British Museum'da. Bir tane Yemen'de, bir tane Mısır'da var. Bunların Hz. Osman'ın yolladığı Kur'an olduğu iddia ediliyor...
Ama yapılan tetkikler neticesinde hiç birinin orijinal nüsha olmadığı, fakat yine de orjinallerinden bakılarak yazıldığı tahmin ediliyor. Ama ne olursa olsun bunların da tarihi değerleri çok fazla.
ÜSTAD HAZRETLERİNİN ORTAYA ÇIKARDIĞI KUR'AN FARKLI BİR TEVAFUK ÖRNEĞİDİR
Peki Tevafuklu Kur'anı ilk keşfeden ve bunu talebelerine yazdırıp, çoğaltmayı sağlayan Bediüzzaman Hazretleri midir?
Hayır. Bunu ilk Bediüzzaman keşfetmemiş. Zaten kendisi de böyle bir şey söylemiyor. Tarih içerisinde tevafuklu olarak birçok Kur'an yazılmış. Ben bunlardan 5-10 tane kadar gördüm. Bende de şu anda üç tane tevafuklu Kur'an var. Bir tanesi Pakistanlıların yazdığı Kur'an. Orada basılmış. Bir tanesi Mısır'lıların yazdığı Kur'an. Beyrut'ta basılmış. Bir tanesi Tunusluların yazdığı Kur’an İtalya’da basılmış. Üç tane... Bunların tevafukları birbirinden farklı…
Mesela Pakistanlıların bastığı Kur'an’da bütün satırlar Elif harfiyle başlıyor. O da değişik bir cins tevafuk. Tunusluların bastığı Kur'an'da karşılıklı tevafuk var. Mesela bir sayfada 3. satırın ilk kelimesi “innellezine” hemen karşısındaki sayfanın 3. satırında son kelime “İnnellezine” Kur'anı kapattığın zaman bu iki kelime üst üste geliyor. Bu olaya Resm-i Davudi deniyor. Bu tabir nereden geliyor, onu bilmiyorum ama tarih içerisinde pek çok farklı tevafuklu Kur'an yazılmış, basılmış.
Fakat o günkü Kur'anlar el yazısı olduğu için genellikle ya yazan kişinin evinde bulunurdu ya da numune olarak bir kütüphaneye koyulurdu. Bu sebeple bu olay fazla taammüm etmemiş. Üstad Hazretlerinin ortaya çıkardığı Kur'an daha farklı bir tevafuk örneğidir. Benim kanaatime göre bu 1930 yılında Üstad'ın keşfen ortaya çıkardığı ve ona bildirildiği bir şekildir.
HÜSREV ALTINBAŞAK AĞABEY TEVAFUKLU KUR'ANI BAŞTAN SONA KADAR BİTİREBİLMİŞ
Hüsrev Altınbaşak ağabey yazmış değil mi?
Sadece o değil. Benim tesbit ettiğim beş- altı kişi vardı tevafuklu Kur'an yazan. Birisi Şamlı Tevfik, biri Hafız Ali, biri Hüsrev Altınbaşak, biri Zühtü Hafız, biri de şefkat tokatları risalesinde adı geçen Hakkı Tığlı... Benim tesbit ettiklerim bunlar ama tevafuklu Kur'anı yazan birkaç kişi daha vardı.
Üstad hazretleri bu isimleri çağırarak onlara Kur'anı cüz cüz dağıtmış. Herkesin yazacağı yeri belirlemiş. Bu Kur'anın yazılmasının bir kısım esaslarını 29. Mektubun sekizinci kısmı olan Rumuzat-ı Semaniye Risalesinde anlatmış Üstad. Belki bütün kaidelerini değil ama birçok kaideleri orada söylemiş. Ondan sonra kimin ne kadar yazdığını bilemiyoruz. Sadece Hafız Ali ağabeyin evinin harabelerinden çıkan -ki şimdi orası kız Kur'an kursu olmuş- Necmeddin Şahiner o harabede çalışma yaparken, evin gizli bir bölmesinde tahtaların altında birkaç cüz tevafuklu Kur'an bulduğunu söylemişti. Ben şahsen görmedim. Veyahut gördüysem de hatırlamıyorum.
Diğer ağabeylerin mesela Hakkı Tığlı'nın, Şamlı Hafız Tevfik'in yazıp yazmadığını bilmiyoruz. Veya yazmışlarsa da şu an ortada görünen bir şey yok. Ama bunun olması da çok normal tabii. Çünkü o kadar çok mahkemeler, hapisler, sürgünler falan olmuş. Bu sebeple ya gizlediler yazdıklarını veya devlet el koymuş da olabilir.
Bununla beraber bütün bunların yanı sıra Hüsrev Altınbaşak ağabey bu işi tamamlamış. Tevafuklu Kur'anı baştan sona kadar bitirebilmiş. Yazdığı ilk nüsha da şu an İslamköy’de hafız Ali ağabeyin çıraklarından Hasan Ergüner ağabeyin evinde otuz cüzün on dokuz cüzü kendisinde bulunuyor.
Geri kalan cüzler nerede?
O zaman Köylülere okumaları için hatim dağıtılmış. Her nasılsa zaman içinde bir araya toplanamamışlar. On dokuz cüzü şimdi kendisinde. Teberrüken bir sayfanın renkli fotokopisini bana verdi. Şimdi daha sonra Hüsrev ağabeyin yazdığı ikinci nüsha Üstadın Kur'anı olsa gerek.
HÜSREV HATTI ALİYYÜL KARİ İMLASINDA YAZILMIŞ
Kaç nüsha yazmış Hüsrev ağabey bu Kur'anlardan?
Dokuz nüsha yazmış. Ama diğerleri şimdi nerededir, kimlerdedir bilmiyorum. Kendi sadık talebelerinin muhafazası altında olduğunu zannediyorum ama görmedim. Şu an da Hayrat Neşriyatın basıp piyasada sattığı Hüsrev hattıdır diye yayınladığı tevafuklu Kur'anlar Orijinal Hüsrev hattı değildir. O Kur'anı Hüsrev ağabeyin yazdığı kelimelerden en güzel gördüklerini yansıma makinesinde büyütüp, rötuş yaptıktan sonra onları küçültmüşler. Üzerinde yüzlerce bölme olan, kutucuklar bulunan bir masa yapmışlar. O kelimeleri cımbızla arkasına yapıştırıcı sürerek kutucuklara yerleştirmişler. Ve bu şekilde tek tek yan yana getirilerek basılan bir Kur'an ortaya çıkarmışlar.
Şimdi bilgisayar teknolojisiyle falan daha rahat hazırlıyorlardır mutlaka. Ama ilk çıktığı zaman yani 1980’li yıllarda böyle oluşturdular. Bu Kur'an’lar orijinal Hüsrev hattı değil, Hüsrev ağabeyin yazdığı harflerin, kelimelerin yan yana getirilmesiyle oluşan Kur'an’lardır. Yani yeniden tanzim edilmiş Kur'an'lardır.
Hüsrev hattı hangi imla düzeninde yazılmış?
Aliyyül kari imlasında yazılmış. Şimdi yazının kalitesiyle, sanat değeri taşıyıp, taşımamasıyla, bu imla meselesi ayrı olaylar. Ama tabi Resm-i Osmani deyince akla hemen hattat hafız Osman da geliyor. O tabir de işi karıştırıyor tabi.
(Devam edecek)