Risale-i Nur hizmetinde sahabevari hayatlar
Eğitimci Halil Köprücüoğlu, Risale-i Nur ile İslam’a yapılan hizmetlerdeki fedakarlıkları anlatıyor
Röportaj: Nurettin Huyut-Risale Haber
II. BÖLÜM
Okulda fikri mücadele var mıydı? Biraz o yılların talebe hareketlerinden bahseder misiniz?
Evet, müthiş bir mücadele vardı. Geceleri bile tartışmalar vardı sınıflarda o kadar enteresan şeyler oluyordu. Mesela, Milli Eğitim Bakanımız, Hüseyin Çelik, o zaman öğretmen okulunda öğrenciydi, onunla birlikte üç sene kaldık. Diyarbakır’da, onunla ilgili garip bir şey yaşadık, sınıfta bir coğrafya dersinde milliyetçi bir öğretmen dünyanın yeryüzü şekillerini, dünyanın güneşe uzaklığını, eğikliğini anlatıyor. Hüseyin Çelik kalktı, “hocam, dünyanın şekli, dünyaya uzaklığı, konumu değişmiyor, neden yağmur aynı tarihlerde, fırtına aynı tarihlerde olmuyor? Hani zaman zaman kocakarı soğuğu veya sıcaklığın gelme tarihleri değişiyor, nasıl oluyor da değişiyor, aynı olmuyor?” diye sordu.
Hoca büyük bir pişkinlikle, “ben bunu sana vazife verdim, bunu hazırla gelecek ders gel anlat” dedi. Fakat Hüseyin Çelik o soruyu sorduğu zaman ben de etkilendim, Risale-i Nurda her şeyin cevabı var diyoruz bunun cevabını niye bilmiyoruz. Biz bunu ağabeylere anlattık o zaman ilkokulu dışarıdan bitirmiş, Türkçesi bozuk olan Askeri abi vardı. Hala hizmetin içerisinde yaşıyor 80–90 yaşlarında, “e hadi bakalım bunun cevabını bulun bakayım. Ben cahilim siz üniversitelisiniz, Risale-i Nurda her şey var” dedi.
RİSALE-İ NUR'DA HER ŞEYİN CEVABI VAR DİYORUZ AMA...
Dedik “abi Allah aşkına biliyorsan bizi daha fazla yorma, elini öpelim bize cevap ver.” Onun üzerine 16. sözün arkasındaki küçük zeyli açtı. Orada “Cenab-ı Hak’kın âdeti, kanunları olduğu gibi diğer bir taraftan, iradesini göstermek ve dizginlerin elinde olduğunu ispat için kanunlara uymadan yaptığı işler var” mealinde bir bahis, benim manevi dünyamda önemli bir merdivendi. Hakikaten sıradan bir insan Risale-i Nurla, müthiş bir ufka ulaşıyor, hem cesaret açısından hem o üniversite hayatında beni etkileyen, o manayı ben hiç düşünmemiştim.
(Askeri Yıldız, sağda kürsüde oturan...)
Ayrıca abide bir hal daha gördüm. İhlâs risalesini okuyoruz, Tefani sırrı, sahabelerin canlarını bir birlerine feda etmeleri meselesi okunuyor. Ben o meselenin muhatabını orada o zatta gördüm. Askeri abinin sekiz-dokuz çocuğu var. Bağlarda oturuyor iki odalı bir ev, yerler beton, biz de garibanız, bursla yaşıyoruz, sık sık bizi evine yemeğe götürüyor, tabi gariban olunca o zaman dershane imkanları yok, fakirlik var. Benim çok hoşuma gidiyor ama işte “tırşik” diyorlar, patlıcan dolması diye bir yemek var, çorba veya bir çeşit makarna oluyor.
O gün divanlar yoktu, sedir gibi şeyler vardı, yemeğe oturuyoruz, hep aynı tabaktan yiyoruz. Yarısına gelince, yemeğin yarısını alıyor sedirin altına sokuyor. Makarnanın yarısı bitiyor, oraya sokuyor, biz bazen doymuyoruz, gidip peynir ekmek getiriyor, hani zengin olur, çok yemek çeşitleri verir. Karnı doymasın diye çorbayı yarım kaldırır, karnı bir yemekten doymasın diye fasulyeyi yarım kaldırır, et yesinler baklava yesinler gibi… Fakat ben burada farklı bir şeyler olduğunu hissettim…
Bir defasında burada bu yemek duruyorsa niye peynir getiriyor diye sedirin örtüsünü kaldırdım, ne göreyim, üç tane çocuk divanın altında bizim artıklarımızı yiyorlar. Yani tefani sırrı bizim Nur talebelerinde gerçekleşmiş. O hocamızın anlattığı Uhut’taki ölmek üzere olup su diye bağıran bir sahabenin, tam içerken bir başka sesi duyunca “ona götürün” diyor, ona götürüyor, bir başkası su diye sesleniyor, sonra bir başkası, ve en sonuncusu içemeden, gerisin geriye geldiğin de hepsinin vefat ettiğini görüyor, o hali orada o ağabeylerde gördüm…
Sahabeler bambaşka idi bu fedakârlık onlarda vardı değil mi?
Evet, bunlar vardı ve bence Nur talebelerinde de inşaallah bu hasletler vardır.
SIKIYÖNETİM DERSANEYİ KAPATMIŞTI
Dershane iki odalı bir yer dediniz 10 numara denen dershane daha sonra mı alındı?
On numara Türkiye’nin ilk mülk dershanesidir diyebilirim. Orası mühürlüydü, sıkıyönetim tarafından kapatılmıştı. Ayrıca koşu yolu yakınlarında iki gözlü bir yer vardı. Molla Sıddık Hoca diye mütevazı biri orada dururdu. Hakikaten ciddi bir âlim, o iki binanın arasında böyle giriş gibi bir yer. Biz oralarda perişan bir şekilde kalmıştık. Hatta ilk kovalı sobalar o zaman çıkmıştı. O zaman Hüseyin Bey vardı Gar Müdür muavini… O da bizi çok kollardı, iç çamaşırlarımıza kadar evine götürüp yıkatırdı. Şahsen kendi akrabalarımdan görmediğimi, şarkta gördüm. Esasında, bu şark meselesi bizim için çok önemli, o günlerde biz işte Bitlis, Batman, Mardin, Urfa falan, hakikaten benim bütün ruhi dünyamı alt üst etti.
RİSALE-İ NUR'U OKUMAYA BAŞLADIKTAN SONRA...
Bu durumu biraz açar mısınız?
Yani şark deyince hep menfilikler gelirdi aklımıza, öyle anlatıyorlardı o aralarda, hatta Ermeni, Yunan deyince canavar görmüş gibi oluyorduk. Ama Risale-i Nuru okuduktan sonra, onların da bizim gibi insan olduğunu anladık. Biz şarklı kardeşlerimizle dünyaya kafa tutmuşuz. Hele orada yaşarken, mesela Hacı Muhammet Bekir diye bir abi vardı, böyle elmacık kemikleri çıkık avurtları çökmüş, sırtı kambur, kara kuru bir adam. Ama o kıyafetin içerisinde altın gibi bir insan, her gece teheccüde kalkar. Tek odalı evde duruyorlar, ilk defa briketçilikten iki üç katlı bir ev imkânına ulaşınca, hemen bir katını dershaneye bağışlayacak kadar yiğit birisi.
Bu abiyi dersten sonra böyle muhabbetle Mustafa Canelli kardeşimiz bir sıkmış kucaklamış, bunun iki üç kaburgası kırılmış, fakat belli etmemiş üzülmemek için. “He he…” diye bize tebessüm etmiş sonra öğreniyoruz. Böyle bir insan. Evde yatalak bir annesi var buna rağmen her gün bizim evimizi kontrol eden, çamaşırlarımızı yıkatan, yemeğimizi kontrol eden biri…
Bizi genç yaşta Diyarbakır’ın meşveretine aldılar. “Hizmette bizim içimizde bulunmanız lazım” dediler. Fikret Özdemir abi vardı hakikaten müthiş birisiydi. Devamlı kalp ilacı kullanırdı. Talebelerle bir büro açtı. Büro bugünkü bürolar gibi değil. Mescidi, toplantı salonu olan bir daireyi tutup orada seminerler, dersler yapılırdı. Şahane bir hayat ve çok güzel bir dershane oldu.
Fikret abi ile ilgili hatıranız var mı?
Fikret abi ile çok hatıralarım var. Daha önce bu abi zengin imiş. Bitlis’te amcası Belediye Başkanlığı yapıyormuş, İstanbul’da bunların böyle büyük kumaş üzerine ticaretleri varmış. Diyarbakır’a gelen milletvekilleri uğramaya geliyormuş ona.
"BİZİ TÜRK SANAT MUSİKİSİ DİNLEMEYE GÖTÜRÜRDÜ"
Fenerbahçe’nin ikinci başkanlığını yaptı Nihat Özdemir yeğenidir sanırım...
Evet, Su Akar pasajında küçük bir ayakkabı dükkânı vardı. Oğlu çalıştırıyordu. Şu olaya hep kızardı; Diyarbakır çok sıcak bir şehir, oğlu kısa kollu bir gömlek giymiş. Risale-i Nuru bence hazmedememiş bazı yaşlı insanlar “sen nasıl böyle namaz kılarsın” diye bunu tenkit etmişler. Adam da tahsilli, kültürlü bir insan, çok rencide olmuş ve uzaklaşmış cemaatten. Ağlardı Fikret abi. “Ah sizin gibi Nurcular o zaman yoktu, benim oğlumu yaktı bu sofiler, yaktılar oğlumu” derdi.
Böyle zaman zaman o zaman televizyonda Türk sanat musikisi olurdu, bizi oraya götürür, derdi ki “bakın Risale-i Nurda musiki de var.” Bu abi bir ara çok hüsnü niyetle bizi evlendirmeyi falan düşündü ama biz de evlenmeyi falan düşünmüyorduk, Diyarbakır’da vakıf olarak kalmak istiyorduk. Aslında evlenmeyecektim, orada talebe olmak ve hayatımı o şekilde geçirmek ve Allah’ın izniyle bu yolda ölmek istiyordum. Şimdi de istiyorum ama o imkânı kaçırdık. Şarkta müthiş bir hava vardı. Muhabbet, sevgi, uhuvvet. Taşkale abi vardı. Askeri ağabeyler, okulların tatile girdiği gün, çantaya küçük risaleleri doldurup, otobüsle birkaç gün gidip gelip, talebelere kitap okutmak, hediye etmek için çırpınırlardı. Acaip şeyler bunlar.
RİSALE-İ NUR HAKİKİ ŞARKLILARI ORTAYA ÇIKARMIŞ
Talebe üniversite talebeleri mi?
Evet. Tanımadığı liseli, üniversiteli talebeler. İstasyondan biniyor trene Urfa’ya kadar gidiyor veya Silvan’a kadar gidiyor. Yolda karşılaştığı gençlere kitap hediye ediyor. Kitap açıyor öğrencilere “şurayı anlayamadım bana izah eder misiniz?” deyip onların okumasını sağlıyor. Enteresan şeyler, zahiren cahil gibi görünen bu insanlar âlimlerin yapamadığı bu fedakârlıkları yapıyorlardı.
Hatta yıllar sonra mesela bir altı ay önce gitmiştim, bahsini ettiğim Askeri ağabeyin hanımı çok güzel bir şey anlattı. Telefonların yeni çıktığı bir zamanda henüz onlarda telefon yok, kocasına haber veremiyor. Polislerin geleceğini öğrenmiş ama kimseyi arayıp haber veremiyor. Kitapları çuvala koyuyor, fakat korkudan o kitapları kimse eline almıyor. Bu da evden çıkaramadan polisler eve dayanıyorlar. Askeri ağabeyin hanımı, “ben o zaman dev gibi bir Kürt karısıydım Halilciğim. Bir dayadım ayağımı kapının önüne iki polis içeri giremedi” diyor. “Üstadımın kitaplarını vermem” diye direnmiş. Polisler silah bile çıkarmışlar, sonra birisi demiş ki “bu kesin Nurcu, ölecek, açmayacak bize kapıyı bırak.” “Vermedim külliyatı” diyor.
Hakikaten bazen insan düşünüyor, bu hizmet çok kolay buralara gelmedi, birileri hayatlarını, huzurlarını ortaya koydular, evlatlarının rızkını talebelere vererek bu günlere gelindi. Bir tane arabacı Mehmet abi vardı. O da eskilerden. Dış görünüşü itibariyle zayıfça, kuru bir insan, siması pek güzel olmayan biri ama iç dünyası çok güzel... Bir gün lastik tekerlekli at arabası vardı, fakirdi, üstü başı perişandı. Bizi o gün şehrin dışına götürdü, kendisi döndü. Piknik gibi oturduk zeytin ekmek yiyoruz, o günkü şartlarda alma imkânımız yok, bir arkadaşın bursu gelmiş beş tane küçük salatalık almış onu yiyoruz. Ben o zahmetinin karşılığı arkadaştan izin aldım hemen iki tanesini aldım arkasından koştum. “Mehmet abi Mehmet abi” diye durdurdum. “Buraya kadar emek çektin, Fikret abi göndermiş sen de bir iki lokma ye” dedim. Daha arabanın üstünde ağlamaya başladı, “Halil Bey benim Cennetteki köşkümün tuğlalarını mı yediriyorsun bana?” dedi. Yani o zaman o cahil gibi görünen insanın, hakikaten Risale-i Nurla ne kadar kemale erdiğini müşahede etmiştim. Ben de ağladım Allah için.
Daha sonra evine gittiğimde ayaklarında doğru düzgün şortları olmayan çocuklar vardı. Yeminle söylüyorum evin camları yoktu. Cam yerlerini naylonla kaplamışlardı. Kaba inşaatta kalıyorlar, Bağlar mahallesinde. O çocuklarla oynuyorduk, bir şeyler yapıyorduk. Üstlerinde elbise yok denecek kadar fakirlerdi. Ama kırk sene sonra Diyarbakır’a ziyarete gittim, bunu anlatınca Mehmet abi “bak” dedi, birisini çağırdı bana. “Bunu tanıyor musun?” dedi. Dedim “nerden tanıyayım.” 45 -50 yaşlarında birisi 60 yaşlarına gelmişim ben. Cemaatin içinde ısrarla “iyi bak” dedi. Dikkatli baktım “Vallahi bu arabacı Mehmet Abiye benziyor” dedim. Adam çok şık giyinmiş, elli yaşa gelmiş, iyi bir Nur talebesi, “Halil abi sen havaya attığında alttan birşeyler gördüğün çocuk vardı ya o benim” dedi. Beni ağlattı.
Yani Risale-i Nur şarkta hakiki şarklıları ortaya çıkarmış, eğer bunları devletin ciğerini söküp alır gibi bunları alırsa hiçbir şey kalmaz geriye. Yani devletin ruhu İnşallah bunları görmüş ve biliyordur. Yani bugün insanlar anlayamazlar. Esasında şarkı sevenler bu Nur talebeleri. Hele orada Türkü de ciğeri gibi sever, devletini de sever. Yani çok yanlış bilinen şeyler var. Talebelerin orada kalmasından sonra hizmetler hayli gelişti. Kısa zamanda dersler öyle kalabalıklaştı ki, artık o Melik Ahmet dershanesi cemaati almıyordu, sokaklara taşıyordu. O temiz ve güzel ruhlu insanlarla çok güzel hizmetler oldu…
RİSALE-İ NUR ARTIK TÜM DÜNYAYA YAYILDI
Sizin o gençlik yıllarınızda heyecanlı dönemlerinizde bütün insanlara Risale-i Nuru anlatacağız diye şevkle yaptığınız çalışmalar bugün meyvesini vermiş. O zaman sizin gibi Türkiye’nin her yerinde fedakar insanlar çalışıyordu. O çalışmaların sonunda bugün bir noktaya gelmiş bulunuyoruz. Aradan geçen bu kırk seneden sonra bakınca, o gün arzuladığınız seviyede bir gelişme var mı? Risale-i Nur hizmetleri sizce gayesine ulaştı mı? Veya size ümit veriyor mu?
Bu güne geldiğimizde olayın çok farklı bir boyutta seyrettiğini görüyoruz. Risale-i Nurlar dünyanın artık her tarafına yayılmış, bugün dershaneler heryerde var. Yüzlerce sempozyum olmuş. Kırk dile Risale-i nurlar tercüme edilmiş. Dünyanın her tarafında hem de üst seviyelerde mükemmel bir şekilde Risale-i Nur talebeleri Profesör seviyesinde sunumlar yapıyor. Sempozyum tebliğlerini okuyunca insanın eli ayağı tutmaz oluyor, heyecandan insan titriyor. Nur talebelerinin anlamadığı manaları onlar istihrac etmişler. Hatta bilseler belki bize gülerler. “Kur’an’ın nüzulü bitmiş ama manasının nüzulü bitmemiş diyor” ilim adamları. Müthiş şeyler bunlar. Risale-i Nurun henüz kenarlarında geziyorlar. Akademik çevreler Nurları iyice inceleyip özel metinler ortaya çıkarmalı.
Üstad öyle güzel ölçüler ortaya koymuş ki, hem hizmet ediyorsunuz hem de hiçbir zarar görmüyorsunuz. Bu mükemmel bir metot. Şayet savaşın deseydi ne halt ederdik. Nasıl olacaktı. Mesela fenlere karşı olsaydı anlatamazdık kimseye. Avrupa’ya külliyen karşı olsaydı, Aleviye, Kürde şuna buna küsseydi yanmıştık biz. Mesela Peygamberleri öyle anlatmış ki, kıssaları, Risale-i Nurda fıtratın, ilmin, aklın dairesinde herkes buna sahip çıkmış.
HULUSİ ABİNİN NEŞROLUNMAYAN BİR MEKTUBU VAR BENDE
Hedefine ulaşıyor diyorsunuz?
Bence o yolda büyük adımlar atıldı. Ama Hulusi ağabeyin neşrolunmayan bir mektubu var bende. Üstad diyor ki “Nur talebeleri aralarında muhabbet tam gerçekleşse iş biter” diyor. Hatta geniş dairede Müslümanları kucaklayacağını söylüyor. Üstad hakikaten çok farklı, tamamen imana tahşidat yapmış.
GAZETE VE TV.'LERİN ANLATTIĞI DİYARBAKIR DOĞRU DEĞİL
Diyarbakır’da üniversite okurken kaldınız, civar vilayetleri dolaştınız, Diyarbakır halkının ve o bölgenin yapısını da biliyorsunuz. Bir batılı olarak, hükümetin açılımını nasıl buluyorsunuz. Açılımın birleştirme ayrıştırma noktasında ne gibi neticeleri olabilir?
Benim uzun yıllar ilgilendiğim bir öğrencim şu anda Urfa’da öğretim üyesi. Onun bir kitabı çıktı Rojin diye. Bu kitabı okudum ve bazı değer verdiğim insanlara da gönderdim. Esasında çok konuşulacak bir konuda ben kısaca şunu arz etmek istiyorum. Ben bu menfi insanların dediği gibi olmayacağına inanıyorum. Bu dünyada bu insanlar doğruyu bulacaklar. Kur’an 1500 sene önce prensipleri ortaya koymuş. Bediüzzaman yüz sene önce ortaya koymuş. Bu gün insanlık o noktaya yaklaşıyor. Mesela, Viyana’da Avusturya’da ırkçı bir parti iktidar olunca, bütün Avrupa’yı ayağa kaldırdı Başbakanlık koltuğuna oturtmadılar onu. Dedim “ya Rabbi ben üç gün oruç tutacağım.” Dünyada terakkinin bir işareti gördüm bunu…
Gazetelerin, televizyonların anlattığı Diyarbakır doğru değil. Doğuda bana göre hakikaten çok harika insanlar, meselelerini aşan insanlar var. Üstad, “cennet ehlini görmek isteyen Norşin Medresesine gitsin” diyor. “Norşin’e Seydanın dergahına katıl böyle fukara kıyafetinde melekler göreceksin. Git Fransa’ya localara gir insan suretinde ayılar, hınzırlar göreceksin” diyor. Aynen bugün bu var. Ben şarkı, Üstadın tarif ettiği o insanlar olarak gördüm. Ve hakikaten yıllar önce Yavuz Sultan Selim’in dediği gibi biz elli milletiz ama bizi ancak din birleştirir.
Yani Bediüzzaman bunu söylemiş Ermenilerle ilgili şeyler de söylemiş. Risale Haber’de bunlar vardır. Ben biliyorum ki ve ruhu canımla beş vakit namazımda gözyaşlarıyla Cenab-ı Hakka dua ediyorum. İnşallah bu açılım en güzel şekliyle olur. Bazen şarktaki partilerin, ne gibi şeyler yaptığını görüyoruz. Hınıs’ta çalışırken Rızgari dergisi ve değişik şeyler buldum sınıfta, beni öldürmeye geldiler, sınıflara saldırdılar, evimin camlarını indirdiler, çok kötü günler yaşadım.
O zamanlar sağ sol davasından mı oldu bunlar?
Yok hayır. Hınıs’ta çalıştım. Şeyh Said’in torunları orada oturuyorlar. Çok karışıktı. Ama orada her hangi bir ücret talep etmeden çocukları üniversiteye hazırladım. Sınıfta Öğretmenlerin yazılı notlarına bakıyorlar. Karşı çıkınca öğretmeni yere deviriyorlar. O zaman Kürtçülük hakim her tarafta. Öğretmeni kan revan içerisinde görünce moralim çok bozuldu, orada karayağız bir abi vardı bana silah vermeye kalktı. Velhasıl o şartlarda derse gidiyorduk, yolda taşlıyorlar falan. Sınıflara “Nurçi, murçi” böyle garip garip laflar yazıyorlar. Hava da çok soğuk, eksi 44 derece… Şartlar bu kadar ağır. Ama orada Molla Fahrettin diye biri vardı. İşte görülmesi gereken meleklerden bir tanesi o idi. Sanki ahiretten dünyaya gelmiş, tevazusuyla, ihlası ile “sen sev beni, ben de seni, ikimiz iyi bir adam oluruz” diyordu. Hala sağmış Allah ona uzun ömürler versin.
Onların önüne böyle sağlam kudsi kaynaklar koymak lazım. O da Risale-i Nur’da var. Orada hakikaten çok güzel hizmetler var. Düğün salonunda kendi kıyafetleriyle, Nur talebeleri mezuniyet günleri yapıyorlar. Medresede çocuklar okul derslerini yapıyorlar Risale-i Nurları okuyorlar. Gaziantep’te dershaneler var. Her birisinde bir etüt merkezi var. Yüzde 65 oranında takdir-teşekkür var. Dört ton bulgur alınıyor. Her bir üniversiteli hayatını bu yola koymuş. Bu memleketin dindar, efendi, çalışkan, vatanını seven insanlar yetiştiriliyor. Şimdi o zaman bu açılım zaruretin de ötesinde bir şey. Vacip adeta. Nefes almak gibi bir şey.
ANA DİLDE EĞİTİM RİSALE-İ NUR'DA VAR
Açılım derken mesela ana dilde eğitim gibi şeyler gerekli mi?
Gerek ne demek bunların yapılması zaruri şeyler. Bazen insan böyle konularda -Risale-i Nurda ölçü olmasa- cidden konuşmaktan korkarım. İlim adamları da çok sağlam şeylere bağlayamıyorlar. İnsan hakları beyannamesi, tarihi gelişmeler bir şeyler diyorlar ama Bediüzzaman Hazretleri direk kudsi kaynaklardan Kur’an’dan, ölçüler çıkarınca insan daha da cesaret ediyor. Cenab-ı Hak men etmiş unsuriyeti. Hiç kimsenin kimseye üstünlüğü yok. Üstünlük takvada olanlarda. Tarih bunu göstermiş zaten. Dolayısıyla çok ayıp bir şey bu, bize gülerler yaaa... Bunlar o kadar basit şeyler ki biz bunlarla nereye varabiliriz, nasıl aşağılanmışız dünyaya. Mesela Sultan camisinde birisi “sen yanlış biliyorsun” dedi. “On altı tane devlet kurmadık on altı tane devlet yıktık” dedi. Ben şaşırdım. Bu manada güzel. Yani bir çok şeyi hep tersinden okumuşuz.
Yani biz bu açılımı mutlaka desteklememiz lazım. Siyasi olarak bakmamak gerekiyor. Mesele Ak Parti değil. Ben Allah için diyorum ki, “bu açılım gerçekleşirse sosyal barış gelecektir.” Bu kanaatteyim. Fakirlik biter. Devletin parası teröre gidiyor, evlatlarımız ölüyor. Bana deseler evladını askere göndermeyeceğiz 20 milyar ver, veririm göndermem askere. Benim kardeşim de asker muvazzaf. Canımı da vatana feda ederim yeri gelirse. Hala gazetelerde görüyoruz. Kaç ay geçti orada ölecek insanlar bitmiyor bir türlü. Neden istihbarat bu kadar zayıf kalıyor? Oralarda kaymakamlık yapan arkadaşlarım var. Neler yaşıyorlar? Bir bilsen. Oradaki insanlar neler anlatıyorlar. 18 bin faili meçhul mü olur ya. Benim evladımı götürseler, anamı, dedemi götürseler, ben biterim ya. Canavar gibi olurum ben. Buna izanla bakmak lazım. Ha elbette ki vatanımızı kimseye vermeyiz, elbette ki ortak bazı değerlerde birleşeceğiz. O da ayrı bir şey tabi. Yani açılımda yapılacak yanlışlara kimse katılmaz. Bizim böyle beynelmilel hukukla ve daha ilmi verilerle siyaset dışı bir şeyle hep birlikte, bu işi bitirmemiz lazım.
Manisa’da Erzurumlu bir çocuk, altı ay sırf çay içmekten sadece ekmek yemekten bağırsakları kurudu ve öldü. Anlatırken ağlayasım geliyor. Yazıklar olsun bize. Manisa’da açlıktan insan ölür mü? Böyle bir şey olur mu ya. Sahip çıkmamız lazım, bu memleketin her çocuğu bizim evladımız, hepsine kendi evladımız gibi sahip çıkmalıyız.
"SENİ TUTUKLAYACAKLAR" DEYİNCE "ŞEREFTİR" DİYORDUM
Bir ara aklıma geldi sözünüzü kesmeyeyim dedim. Hizmetleriniz esnasında her hangi bir tutuklanma veya benzeri bir hadiseyle karşılaştınız mı?
Benim üç beş defa sıkıntılı hallerim oldu. Fakat iki tanesi önemli inşallah ahirette kefaret olur. Ama nezarette kalacak kadar, iki defa başımdan hadise geçti.
Bir tanesi Gediz’de iken oldu. Zannedersem 1973’ün 27 Mayısı idi, tatildi. Kastamonu Lahikası yeni piyasaya çıkmıştı. Bir minibüste 11 genç öğretmen ile işte Ahmet Eserler, Mustafa Kahramanlar, birlikte başladık dolaşmaya. Simav’a Denizli’ye öyle hiç uyumadan iki üç günlük, durmadan dersler yaparak, oralara uğrayarak, kitap bırakarak dolaşıyoruz. Gediz’e geldiğimizde biraz yavaş hareket edelim dedik. İmsak yaklaşmış, namaz kılıp öyle yatacağız, yorgunuz üç gündür de uykusuzuz, arabanın içerisinde bekliyoruz. O arada dershaneden çıkan bir iki genç takkelerini çıkarmamışlar, orada beklerken bekçiler görmüş. Bir kardeşin elinde Kastamonu Lahikası var. Sabaha doğru “sen kimsin?” diye soruyor. O da dikkatsiz davranmış “sana ne, ben kimsem kimim? Her yer benim memleketim seyahate geldim” diye sert cevap veriyor.
Sonra o arkadaşın elinde kitabı da görünce karakola götürüyor ve telefonla hemen bildiriyor. Biz bilmiyoruz tabi yolumuza devam ediyoruz. Polislerin yanında bir ağabeyin dükkanı var biz ona bir şeyler anlatalım diyoruz, sabaha doğru polisler el ettiler. Arabaya aldık. Ne bilelim bizi durdurmak istediklerini. Biz anlatmaya devam ediyoruz onlar gülüyorlar, tam karakolun yanından geçerken indirelim dedik. Bunlar indiler, “Hadi siz de buyurun” dediler. Abinin biri de dedi “ya bu saatte çorba olmaz çay olmaz, biz gidelim de dershanede namaz kılacağız, yatacağız yorgunuz falan.” “Yok yok sizin inmeniz lazım” dediler. “Ya kardeşim gelemeyiz” diyoruz bunlar, “ya biz sizi davet etmiyoruz ihbar geldi, sizi tutuklayacağız” dediler. “Ya siz ne diye bizi tutuklayacaksınız. Biz sizden daha çok asayiş taraftarıyız. Bizim Üstadımız bin emniyet müdürü kadar bu memleketin asayişine hizmet etmemişsem Allah beni kahretsin diye bağıran biri. Adamlar dinlemediler apar topar kelepçelerle içeri aldılar bizi. Fakat karakolun camları, masaları falan kırık. Bir tane komiser var diyor ki, “11 genç siz dün başımıza gelenleri duymadınız mı? İki tane anarşist yakalamışlar, zapt edememişler kelepçe takamamışlar ellerine, camları çerçeveleri kırmışlar, polisleri yaralamışlar. Biz 11 kişi sessiz duruyoruz. Bir arkadaş boğazına hanımının örtüsünü takmış, bademcikleri şiş, ağrıyor diye. Korkudan sarık derler diye çaydanlığın içerisine koymuş, sabaha doğru baş komiser geldi, hudutlarımızı arıyorlar. Mavi diyor meğer o İsrail’de dershane basan bir adammış çok menfi biri. Ben en çok dövecekler rencide edecekler diye çekiniyordum. Dediler ki köylerini de basalım bunların. Bizi tutukladılar. Hani biz Cercis (as) ahbabı değiliz ki. Hiç unutmuyorum, Gediz’in insanları duymuşlar Nurcular tutuklanmışlar diye. Kaymakam’a, valiye, telgraflar, telefonlar, “bunlar iyi insanlar” diye. 15 kiloluk bir güveç geldi nezarethaneye, yani tutukluyuz ama Cenab-ı Hak gönderiyor. Arkadaşlar haydi Bismillah diye yiyelim şunu ve gülüyoruz, öyle bir hal.
Daha sonra bizi serbest bıraktılar. İlgili mahkeme devam edecek. Bana da isim takmışlardı Gediz’in Vakfı diye. Biz devamlı dolaşıyoruz, usül de bilmediğimizden mahkeme kitapların müsaderesine karar vermiş, bir hafta içersinde itiraz gerekiyormuş, o yapılmadığı için herkesin mahkemesi düşmüş. Beni bulamıyorlar ben imzaladığım zaman karara itiraz etme hakkım var. Neyse bir telefonla bana da ulaştılar. Salihlide, babam ağlıyor “ya seni tutuklayacaklar” diye. “Baba sen korkma ben iyi yoldayım, tutuklasalar şeref olur” diyorum. O zaman avukat mı var para mı var? İnanın kamyon kasasında, Reşat abi diye hala sağ bir abi var onun yanına gittik İzmir’e vekâlet verdik. O bize bir itiraz yazdı. İtirazı Gediz otobüsüne verdik. Gediz otobüsü normalde saat 3’te Gediz’e varması lazım. Otobüs Uşakla Gebze arasında bozulmuş, bize telefon geldi gitmezsek kitaplar gidecek. Tabi kitapların müsaderesi çok önemli yasaklanmaması lazım. Hacı Kazım Erfidan var, Uşakta, o abi o zaman genç delikanlı bir abi, ona telefon ettik “abi, böyle böyle araba orada kalmış, kırk dakika zamanımız kaldı mesainin bitmesine, bir şey bul, uçak bul uç, elini ayağını öperim bunu kurtar. Yoksa kitaplar yasak olacak.” Adam o eski şevrolelerden bir tane tutuyor “kaç para istiyorsan uç evrakı mahkemeye yetiştirelim” diyor şoföre. 10 dakika kala yetiştiriyorlar. Savcı alıyor, imzalıyor ve bizim kitapların tamamı iade edilmiş şerefle onları getirdiler.
İkincisi Hüseyin ağabeylerle oldu; Biz Ankara’ya Rahmetli Bayram ağabeyi ziyarete gidelim dedik. Ulaştığımızda sabah namazına çok az kalmış, rahatsız etmeyelim diye caminin önünde bekliyoruz. bir Mercedes arabası vardı bir ağabeyimizin onunla gitmişiz. Orada konuşurken, gülüşüyor şakalaşıyorduk, namaz vakti imsak girsin kılar öyle gideriz diye. Üç-dört tane polis gelmiş bir minibüsle, meğer gündüz orada sakallı bir adam, İslami kitaplar falan satmış ondan rahatsız olarak polis müteyakkız bir vaziyette imiş. Bir de yabancı plaka orada görünce “ne yapıyorsunuz, ne ediyorsunuz, inin bakalım” dediler. Bizi götürdüler 1980’den sonralardı zannedersem o tarihi iyi hatırlayamıyorum. O da öyle bir garip zamana denk gelmişti. Tatildi Milli Eğitim Müdür muaviniydim il dışına çıkmak için izin almıştım. Nezarette betonda yattık mecburen, masayı bile dışarı çıkardılar. O zamanki polisler problemli insanlarla uğraşa uğraşa çoğunun ruh sağlığı bozulmuş. Ayakkabıları çıkarıp oturalım ceketleri serdik, Ali abi buralar ter temiz dedi, ne temizi dedim her taraf toz içerisinde, biraz sonra ter temiz olacak dedi. Yani biraz sonra biri birimizin ayağını koyarak sabahladık, Allah’tan emniyet müdür muavinleri aldı ifademizi, tertemiz anlattık. Hüseyin abi “kitaplar benim” dedi. Bizi serbest bıraktılar.
Kaç kişi idiniz?
Dört kişiydik. Hüseyin Sel ağabeyi tutukladılar kitapların sahibi diye. Ertesi gün savcıya çıkardılar, çok garip bir şey polisler savcının yanına giriyor, kıp kırmızı çıkıyor dışarıya. Meğer hangisi savcının yanına giriyorsa savcı diyor “Ulan bana niye getiriyorsun.” Adam davaya bakmak bile istemiyor. Korku dağlara sinmiş. Nihayet bir nöbetçi savcı mecburen kabul etti. Hüseyin abiye bir kahve ısmarlamış. Hüseyin ağabeyi salıp kitapları müsadere etmek istemiş. Hüseyin abi de “beni tut ama kitapları müsadere etme” demiş. Sonra o mahkeme de Elhamdülillah müsbet bitti. Bunlar küçük şeyler ama ulvi bir davanın sıradan insanları olarak Cenab-ı Hak bizi böyle büyük bir davaya ümmet-i Muhammed’iyeyi (asm) sahili selamete çıkaracak bir gemide hademe olmak sultanlığa değiştirilmez. Cenabı Hak cümlemizi bu hizmette daim eylesin.
I. BÖLÜM: