Hüseyin YILMAZ
Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (1)
Metin Külünk’ün son zamanlarda Risale-i Nur ve Nurculuğa alâkasını bir su-i niyete bağlamak istemem; bir ikbâl arayışı olduğu vehmi de taşımıyorum. Tamamen dinî bir hamiyetin tezahürü olduğu zan ve temennisindeyim.
Ne var ki, bu kadarcık bir hamiyetin teşvikiyle büyük bir ummanın girdablarına dalmasını, ilim ve mantık zemininde makul bir yere koymanın imkânı yok. Karadeniz mizacının coşkun bir tezahürü olması ihtimali de Külünk’ün hatalarına mazeret teşkil etmez, edemez…
Risâle-i Nur, altı bin sahifelik bir umman, tarihin kaydettiği birçok dâhiyi boğacak girdab ve fırtınaları olan bir ilim ve irfan denizi. Rehbersiz ve pusulasız yol almak ne mümkün! Bugünün nesilleri için ise büsbütün yabancı bir dünya. Ne zeminini teşkil eden ilimlerden haberimiz var, ne de diline âşinayız. Kamal Atatürk’ün harf ve dil inkılâbıyla kapı ve mazgallarını açılmamak üzere kapadığı kadîm irfân hisarımızın bu son ve en parlak külliyatını tahkik ve ihata etmek bir yana, şöyle-böyle anlamaktan bile aciziz.
Ayıp değil, tahrib edilmiş bir medeniyetin dilini, ilmini ve düşüncesini mektebsiz sökmeye çalışıyoruz.
Külünk’ün bu büyük eser külliyatını yıllarca diz çökmeden, dirsek çürütmeden, uzun geceleri kızarmış uykusuz gözlerle sabaha bağlamadan anlaması da, ihata etmesi de mümkün değil. Risale-i Nur Külliyatı sayfaları karıştırılarak, merak ve tenkid kasdıyla göz gezdirilerek fethedilemez. Mukaddes bir mâbedin rahmanî dünyasına girer gibi huşû ve vecd ile heceleyecek, öğrenmeye, bilmeye talib olacaksınız, hürmette kusur etmeyeceksiniz ki, sonsuz hakikatlerinin büyüleyici dünyasını açsın size.
Kulaktan dolma bilgilerle, medya sayfalarına akseden dedikodularla, siyaset sahnesinin maksadlı tertibleri ile Risale-i Nur ve Nurculuk hakkında konuşamaz, ahkâm kesemezsiniz. Hayır, konuşmasına konuşursunuz da, söylediklerinizin bir değeri de, tesiri de olmaz.
Hele de Risale-i Nurların “tahrif” edildiğini söyleme cür’eti gösterecekseniz, ayaklarınız değil kafanız yere sağlam basacak, her türlü itiraz ve tenkide de hazır olacaksınız…
Şunu tehir etmeden, hiçbir şübhe ve tereddüde yer bırakmadan söylemek isterim ki, Risâle-i Nurların tahrif edildiği iddiası yalanın büyüğüdür; yalan ve iftiranın. Bu habis iddiada bulunanların tamamı aynı mevziin neferleri değil şübhesiz. Metin Bey gibi bu habis yalanı hakikat sanıp dostane yaklaşanlar gibi, bu büyük hizmetin önünü kesmek, insanların artan taleb ve alakalarını durdurmak, kafa karıştırmak için kullananlar da az değil. Ama bu şeni iftiranın asıl menşei Nurlarla ve Üstad’ın yakın talebeleri ile muarazaya giren dâhildeki şerir fırkalardır.
Önce hemen şunu kaydedelim ki, tahrif adına ortaya konanların tamamını doğru ve bozma maksadlı tasarruflar olarak kabul etseniz bile ne Nurların hedef ve maksadına halel verecek çaptadır, ne de Nur Talebelerinin istikametini bozacak vahamette. Zirâ, binde biri teşkil etmeyen bu tahrif (!) noktalarının zayıflığını ademe mahkûm edecek dokuz yüz doksan dokuz kuvvetlinin varlığı yerinde duruyor.
Önce tahrif iddialarını ana hatları ile tasnif edelim:
1–Kürt, Kürdistan ve Kürtlere dair bazı ifadelerin değiştirildiği
2–Hristiyanlık başta olmak üzere muharref semavî dinlerin hoş gösterildiği
3–İngilizlere dönük bazı sert ifadelerin yumuşatıldığı
4–Bazı mektub veya kısımların Latince baskılarında yer almadığı…
Bu iddialara tek tek eğilmeden önce “tahrif” mefhumuna bir nebze vuzuh kazandıralım. Lügatler mefhumu iki kelime ile karşılıyor: Değiştirmek, bozmak… İkisi de tahrif, ikisi de merdud. Ancak aralarında niyetten kaynaklı büyük bir uçurum var. Faraza kısa bir cümle üzerinden meseleye bir nebze aydınlık düşürelim mi?
Cümlenin aslı şöyle olsun:
“Allah dedi ki!” Bu kısa cümleden iki muharref cümle çıkaralım. Birincisi, “Allah buyurdu ki!”; ikincisi ise, “Şeytan dedi ki!” Evet, her iki cümle de muharreftir, yani değiştirilmiştir. Yine de aralarında bir uçurum var. Zirâ muharref birinci cümlede maksad, mânâ ve hakikat sadece daha farklı, belki daha doğru bir kelime ile ifade edilmiş. En azından bir iyi niyetle karşı karşıya olduğumuz bedihidir.
Oysa ikinci cümlede tahrif, değiştirmekle sınırlı kalmamış, bozma kasdına varmıştır. Mânâ, maksad ve hakikat tamamen tersyüz edilmiştir. Hak ve hakikati bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Bu tasarruf kimden ve nereden gelirse gelsin, merdud ve menfurdur.
Gelelim Nurların Tahrif edidiği yalanına. Öncelikle şunu hemen söylemek isterim ki, değil Bediüzzaman gibi eşsiz bir dahi ve âlimin telifatına izni olmaksızın düzeltme kasdı ile bile müdahale etmek, herhangi bir yazarın da eserine müdahale edilemez. Zirâ kitab ve düşünce en kudsî mülkiyetlerdendir, izinsiz tasarruf edilemez.
Komşunuzun duvarında beğenmediğiniz bir taşa müdahale etmemekte gösterdiğiniz hürmetin çok daha fazlasını kitaba göstermeye mecbursunuz. Buna rağmen iyi niyetli müdahale ile bozma kasdı taşıyan müdahaleyi aynı kefede tartmak insaf değildir.
Vâkıa Risale-i Nurlarda bu her iki tahrif de bahis mevzuu değildir. Her geri zekâlı gibi, her hain de yüzlerce el yazması Osmanlıca nüshası imha edilmeden Latin baskılarına müdahalenin akîm bir tasarruftan öteye geçmeyeceğini bilir.
Binaenaleyh tahrifat yapılacaksa, hele de bozma kasdı taşıyan bir tahrifat yapılacaksa hareket noktası önce Osmanlıca nüshaları imha etmek olmalıdır, Latincelerini tırtıklamak değil.
Metin Bey ile birlikte hariçten gazel okuyanların tamamı da idrak etmeliler ki, Risale-i Nurları tahrif etmek ne hain ve münafıkların haddidir, ne de ahmak dostların uzanabileceği bir fiildir.
Üstad hayatta iken baştan sona kendisinin talimat ve emirleri harfiyen yerine getirilerek Külliyatın Latince baskıları tamamlanmıştır. Fasikül fasikül Üstad’ın tashihine mazhar olmuş Latince baskılara “tahrif” gölgesi düşürmeye çalışmanın müstahak ifadesi şeytaniyetdir.
“Üstad Latince bilmiyordu!” yollu eblehçe itirazlar ise iddia sahiblerinin şuursuzluğuna tutulmuş parlak bir aynadır sadece. Zirâ, Üstad’ın bu Latince fasikülleri yakın birkaç hizmetkârı ile birlikte dikkatle tashih ettiği, ilk el birçok kaynağın şehadetiyle sabittir. Bir talebesine bu fasikülleri okuturken kendisi de bazen dinleyerek, çoğu zaman da baskıya esas teşkil eden Osmanlıca aslından takib ederek tekrar tekrar tashih ve kontrol edip, baskıya öyle gönderdiği yazılı kaynakların uhdesindedir. Hüsnü Abi yakın bir şahid olarak hayattadır, kapısı da herkese açıktır, sorulabilir.
Kadran mihrakların ikide bir sahneye buyur ettiği, tedavülden bir türlü çıkmayıp Külünk gibi kendi halinde bir siyasinin beyanat malzemesi olacak kadar da hakikat vehmedilen “tahrif” iddiası şenaatı nereden mi besleniyor?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.