Hüseyin YILMAZ
Nurların tahrif edildiği iddiası şeni bir bühtandır! (2)
1925’de patlak veren Şeyh Said kıyamının ardından Kürt coğrafyasında başlatılan saha temizliğinde Kürt ağa ve aşiret beylerinden din adamlarına kadar ileri gelenlerden nasibsiz kalan olmaz. Doğduğu topraklardan koparılıp önce Burdur, sonra Barla’ya sürgün edilenlerden biridir devrin meşhuru Bediüzzaman Said-i Kürdî…
Kamal Atatürk’ün Hanedan ile birlikte Anadolu’nun sınırlarından harice dehlediği İslâmiyet’in yerine Türkler için inşâ ettiği Türkçülük putuna perestişin devlet ve kanun cebri ile yerleştirilmeye çalışıldığı o korkunç ve şeni devirde, kendisinden önce “Kürt” ve “Kürtçü” yaftasının ulaştığı Türk kasabası küçücük Barla’da yerleşmesi, biçare bir tohumun yekpâre mermer bir kayanın alnına Yaz sıcağında kök salmasından daha zor, daha imkânsızdır.
Doğru dürüst Türkçe bilmeyen, konuştukları anlaşılmayan, tepeden tırnağa yabancılığını bağıran kıyafet ve görüntüsü ile öcü gibi gösterilmeye çok müsaid oluşu yetmiyormuş gibi, bir idam fermanı dehşeti ile boynuna asılan “Kürtçü” yaftasının meydana getirdiği cüzamlı yalnızlık ve çâresizliği içinde ölüp gidecektir. Zaten dağlar arasında, bir köy büyüklüğündeki bu küçük kasabaya da bu emel ve düşünce ile sürülmüştür.
Ne var ki, büyük mücadele adamı bu muvazzaf insanı yıldırabilecek, yolundan alıkoyabilecek herhangi bir mâni, bir mukabil güç çıkamamıştır. O çekirdek, dehşetli yaz sıcağına rağmen, yekpâre mermer kayanın alnına “Bismillah” deyip Allah’ın izni ile kök salacak, rahmanî bir tuba ağacı olarak boy atacak, Kur’an tezgâhından verdiği Cennet meyveleri ile önce Anadolu insanının, sonra Ümmet-i İslâmın ve nihâyet bütün beşeriyetin mânevî gıdası, Ankara’nın neşrine çalıştığı dinsizlik ve küfür zehrinin panzehri olacaktır.
Lâkin bu göz kamaştırıcı parlak zafere götürecek savaş, büyük orduları telef ettirecek bedeller istemektedir. Bediüzzaman o bedeli hayatının hiçbir safhasında sevinç ve sürurla ödemekte en ufak bir tereddüd yaşamamıştır, Barla’da da yaşamayacaktır. Yıllar önce idamla tehdid edildiği müntakim bir mahkemede, “Sen de şeriat istemişsin?” ithamına, “Şeriatın bir hakikatine, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir” diye cevab verdikten sonra beraatle çıktığı mahkeme kapısından “Zâlimler için yaşasın Cehennem!” diye haykırmış bir kahramandır. Kendisinin ifadesi ile o “korkuyu bilmemekte, korku da onu tanımamaktadır.”
Barla’da izn-i İlâhî ile telifine başladığı Kur’an hakikatleri Risale-i Nurların intişarı sebebiyle ceberrut Ankara muktedirlerinin bütün yıldırımlarını üstüne çekmesi kaçınılmazdır. Kaçınamaz da… Bir taraftan onu göz hapsinde tutan Şeddadî tecrid, öbür taraftan bin türlü yalan ve iftira ile insanlarla temasını imkânsızlaştırmaktadır. "Kürt" oluşu ve "Kürtçü" olduğu yalan ve iftirası, denebilir ki hayatı boyunca ayaklarına takılmış en büyük ve en çirkin mânidir.
Yukarıda tasvirine çalıştığımız fıtrî vaziyeti gibi eski eserlerinde yer alan ve devrin şartlarında mensubiyet ve coğrafî tariften öte bir maksad taşımayan “Kürt” ve “Kürdistan” gibi birkaç kelimeyi propagandasının merkezine yerleştiren Ankara, onu Türk çocukları ile Bediüzzaman’ın arasına aşılması imkânsız bir uçurum gibi koymakta, hayasızca bir yalan ve iftiradan ibaret olan “Kürtçülük” isnadına takılan Türk çocuklarının Kur’an hakikatleri Risâle-i Nurlar’a uzanmalarını, imanları ile birlikte ebedî hayat ve saâdetlerini kurtarmalarını zora sokmakta, ekseriyeti içinse imkânsızlaştırmaktadır.
Sırf bu sebebden dolayı Üstad Bediüzzaman, eski eserlerinde yer alan “Kürt” kelimelerini “şarklı” veya “şarklı vatandaşlar”, “Kürdistan” kelimelerini de “vilâyet-i şarkiye” diye tadil eder. Kürt coğrafyasında, Kürtçeden başka dilden tek kelime bilmeyen bir âilenin çocuğu olarak dünyaya gelen, kendisini Kürt bilen, Kürt hisseden, Kürt olarak yaşayan Bediüzzaman’ı vefatından yarım asır sonra Akgündüz Hocanın Arab ve Seyyid ilan etmesinden muradını da yukarıdaki meseleye bağlamak isterim. Ne var ki, Üstad’larının Seyidliği her Nur talebesi için sürur ve sevinç kaynağı olması gerekirken bir kısım Kürt Nur Talebelerinde itiraz ve tenkid sebebi oldu. Zirâ maksadın Bediüzzaman’ı Seyyidilkle şereflendirmek değil, Kürtlükten çıkarmak olduğuna hükmettiler. Oysa Seyyidlik arayışlarında Bediüzzaman’ı Kürtlükten çıkarmaktan çok, bu tarafıyla zayıf ve eksik gibi duran Mehdiyetini tahkim etme arzusunun rol oynadığı akla daha yatkındır.
Akgündüz’ün şecere çalışmasındaki zayıflıklar kadar, son yıllarda milliyetçilik maskesi altında yeniden kıymete binen Türkçülüğün tepkisi olan bu aksülamelin öncesi ise Nurculuk tarihçesine “Risaleler tahrif edildi!” diye girmişti. Aynı çevrelerin tekrarından usanmadığı bu isnadın mahiyetini yukarıda kaydettik. Daha geniş ve müdellel tevsik ve izah isteyenler merhum Abdulkadir Badıllı Abinin kapısını çalabilir yahut Üstad’ın tasarrufunu gösteren nüshalara ulaşabilirler. Kaldı ki, tadil tasarrufundan maksadın hasıl olması ve bahsini ettiğim çevrelerin kendi neşriyatlarında ilk telif kelimelerini kullanmaları, diğer naşirleri de aynı şekilde neşre sevketti. Bir bakıma bu haksız ve yersiz mesele de kapanmış oldu.
Tamamen Üstad’a aid bir tadil tasarrufuna “tahrif” demekte ısrar etmenin hak ve hakikatle de, insaf ile de alâkası yoktur.
Not: Devam edecek…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.