Nurettin HUYUT
“O an” oradaydım
Manisa Akhisar Hilaliye Kur’an Kursunun Mezuniyet Törenine gitmem gerektiği söylendiğinde hayli duygulanmıştım. Zira her yıl yapıldıktan sonra bir şekilde haberimiz oluyordu.
İçimizde bir ukde idi oraya gitmek, oradakilerin ne yaptığını görmek ve onlarla olmak oradaki hafızların nefis ve lahuti seslerinden Kur’an’ı dinlemek hayli arzu ettiğim bir istekti. Ama gidememiştim.
Bu defa bizzat gidecektim. Hem de Risale Haber adına takip edip orayı okuyucuya aktaracaktım. İki türlü heyecan söz konusuydu.
Birisi, gidip bir dinleyici gibi oradakileri dinlemek manevi duyguların tümüyle istifade etmek ve derin hazlarla geri dönmek
İkincisi, görevli olduğumuz kurum aracılığı ile o anları okuyuculara aktarmak.
Manisa Ankara’ya sekiz saat mesafede o nedenle bir günde gidip dönemezdim, ayrıca orada hayli akrabalarım olmasından onları da bir şekilde ziyaret etmem gerekiyordu. O nedenle iki gün önce yola çıktım.
Cumartesi sabahı Manisa’daydım. “Hem ziyaret hem ticaret” kaidesiyle gelmişken bir iki röportaj mümkünse yapmalıydım. Oradakilerden sordum “kim var burada” diye ilk isim İsmail Hakkı Zeyrek oldu.
Onunla randevulaşıp maksadımıza ulaşmıştık, arkasından ikinci isme baktık Güney Afrika’dan gelen hizmet erleri vardı. Onlarla buluşup oradaki hizmetlerin hikayesini alacaktık ama o gün çok yoğun idiler alamadık. Sonra duyduk ki, Mehmet Kırkıncı hoca akşam derse katılacakmış. Bu defa ona odaklandık hem dersini dinleyecek hem de fırsat bulursak duygu ve düşüncelerini alacaktık.
Akşam derse iştirak ettik. Çok büyük bir dershane ve 500 kişilik ders salonu hemen hemen dolmuştu. Kırkıncı hoca o tatlı şivesi ile her zaman olduğu gibi okunan dersi ara ara durdurarak izahlar yapıyordu. İzahları nefisti, ortam sıcak ve kalabalık olmasına rağmen kimseden ses çıkmıyor, pürdikkat onu dinliyorlardı. Konuşmaları arasına bazen espriler yerleştiriyor, bazen kısa fıkralar anlatıyor, bazen de kısa bir hatırasını anlatarak dinleyicileri canlı tutmasını başarıyordu. Seksen küsur yaşına rağmen zekası ile hafızası ile bir derya olduğunu gösteriyordu.
Yaverine ulaşıp meramımızı ilettik o da kendisine iletti ve ders sonrasında kısa bir söyleşi yapma vizesi almıştık. Heyecanla beklemeye başladık. Ders bitti yatsı namazı kılındı ve cemaat dağılırken o da sakin bir odaya alındı. Biz de edebimizle gidip sorularımızı sorduk. Biz dışarı çıkarken yemeği gelmişti. Küçük bir tepsi içinde ayrana doğranmış ekmek “buyurun yiyelim” teklifine oradakiler ilgi ile yaklaştılar ama biz izin alıp dışarı çıktık.
Ertesi gün program 09:00’da başlayacaktı. O nedenle sabah namazından sonra hazırlık yapıp Akhisar’a doğru yola çıktık program başlarken biz de oraya ulaşmıştık.
Cami ve Külliye bir defada planlanıp yapılmadığı için programa göre hayli küçüktü. Çok katlı bina şeklinde yapılmıştı. Her kata en az beşyüz kişi girecek kadar büyüklükte idi. Cami altı kat olmasına ve yanına da takviye binalar yapılmış, onların da devreye sokulmasına rağmen cemaati almamış gelenlerin çoğu avluda serilen sergiler üzerinde kapalı devre televizyonlarda izlemek durumunda kalmıştı. Hatta burası da yetmemişti. Bir kısmı ayakta takip ediyordu.
Katlar, odalar, salonlar, merdivenler her taraf insanla dolmuş taşıyordu. Ama, en küçük bir itiş kakış veya en küçük bir hoşnutsuzluk yoktu. Her insan kendine bulduğu bir yerden programı takib etmeye çalışıyordu.
Program hakkında bilgi almak için yönetim katına çıktık, kursun müdürü Şahin Hoca’nın oğlu Abdullah bey bizi koridorda karşılamak zorunda kalmıştı. Çünkü onun odası da seçkin misafirlerle dolmuştu. Onlar da oradan takip ediyorlardı. Biz de Risale Haber kartımızla içeri girip birileri ile konuşmak, günün anlam ve önemi ile ilgili değerli ağabeyleri konuşturmak istiyorduk.
Bu düşünce içerisindeyken Prof. Dr. Ahmet Akgündüz hocamızı gördük ve ona yönelince o da kartımızdan bizi tanıyıp “O! Risale Haber! Gel hoş geldin, gel bakalım” diyerek bizi teşvik etmesi güzel bir sürpriz oldu ve hemen ona yönelip meramımızı anlattık. O da bu işlerde tecrübeli olması ve derin hoşgörüsü ile bize yardımcı oldu. Hemen röportajımızı yapmış olduk.
Bu şekilde dört beş kişi ile daha konuşma ve kaydetme fırsatı bulmuştuk ki, yani maksadımıza ulaşmıştık ki, baktım yaşlı ve sakallı daha önce tanıdığım bir abi yanıma oturdu. “Sen görevlisin herhalde.” “Evet görevliyim” diye cevap verince bu defa “sen beni tanıyor musun?” diye sordu. “Evet çok iyi tanıyorum, sen Teyip Tahiri abisin” diye cevap verdim. “O halde ben sana hatıralarımı anlatayım. Ben sekizyüz iplik makinesinin gürültüsü arasında on saat okuyacak kadar Risale ezberlemiştim ama sana hatıralarımı anlatacağım” dedi.
“Peki olur ben de zaten böyle bir şey arıyordum.” dedim.
Teyip Tahiri abi o tok sesi ve akıcı üslubu ile seksenbeş yaşına bakmadan konuşmaya başladı. Tam elli dakika hız kesmeden konuştu ve Üstadla ilgili duyduğu ve bildiği bir kısım hatıralarını anlattı, bizim için güzel bir ders olmuştu hem de işimizi yapmıştık. 85 yaşına da girse bir insanın milleti için nasıl çırpındığını görmek insana müthiş şevk kaynağı oluyordu.
Onu bitirdikten sonra biraz da programı takip edelim istedik ve programın yapıldığı kata gittik. Programın başrol oyuncuları oradaydı. Hafızlık diplomasını alacak kahramanlar üniformaları ile sıra sıra dizilmişlerdi. Herkes onları hayran hayran seyrediyordu. Birkaç kare almak imkanım oldu.
Derler ya “o an” oradaydım. İşte ben de “o an” oradaydım. Programın en güzel tarafı o ihlâslı hafızların lahuti seslerinin orayı inletiyor olmasıydı.
Orada şuna şahit oldum: Bir insan ancak bu kadar bahtiyar olabilirdi. Bu fani dünyayı terk etmesinden sonra geride öyle bir eser bırakmıştı ki, o eser kıyamete kadar ona hayır ve hasenat gönderecek ve arkasından hep hayırla yâd edilecekti. Zira O ve ekibi bunu fazlası ile hak ediyordu. Her türlü yokluk ve sıkıntıya aldırmadan bu eseri vücuda getirmek kolay bir iş değildi.
Ayrıca,“Bu zaman cemaat zamanıdır” hakikatini canlı bir şekilde orada müşahede etmiştim. Risale-i Nurun sıcak etkisini o insanların yüzlerinde görmek, hal ve tavırlarında hissetmek o kadar duygulandırıyordu ki, anlatmakla tarif etmek çok zor.
İnsanlar, ışığın etrafında dönen nur âşıkları gibi dönüp duruyorlardı. Kimin ücretli kimin meccanen çalıştığını fark edemezdiniz. Vakıa belki, birileri görevli elbisesi giymişti. Muhatab bulmak isteyenler için bunlar birer adres hüviyetinde idi. Ama uygulama çok farklı idi görevlilerin üç beş katı belki de on katı gönüllüler ordusunu hizmet ederken görmek mümkündü.
Orada bir ziyafet vardı. Manevi ziyafet, semavi ziyafet, ruhu, kalbi, aklı ve manevi duyguları tıka basa doyuracak bir ziyafetti bu. Manevi lezzetlerin her çeşidini tatmak imkân dâhilindeydi. Muhabbet bir sel gibi akıp duruyordu. İnsanlar o selden ihtiyari veya gayr-i ihtiyari faydalanma noktasında fevkalade istifade etmeyi bilen insanlardan oluşuyordu.
Manevi ziyafetin sunucuları hafızlar hayli bu işte mahir insanlardı. Saatlerce bu ziyafeti sunmaktan usanmıyor, her şekilde en mükemmel tarzda sunmayı bir marifet biliyorlardı. Biz de o manevi sofradan azami istifade etmek için bütün duygularımızı açık tutmaya çalıştık zira oradaki lezzetler paket edilip götürülemezdi.
Program altı saat sürmüştü ve biz altı saat cennet ehlinin içinde dolaşıp durmuştuk. O günü tespit etmek, siz okuyuculara ve gelecek kuşaklara aktarmak azm ve niyeti ile…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.