Önce talebelerinin sonra Üstadın hayatını yazacağım

Önce talebelerinin sonra Üstadın hayatını yazacağım

Üstadın anlaşılması bir kişinin aynasında yansıyanla mümkün değil, hepsine yansıyan şahsiyetiyle tam anlaşılması mümkün olabilir

İhsan Atasoy’la Nur Kahramanları üzerine

Bu kitapları yazmaya nasıl karar verdiniz?

Merhum Bekir Ağabeyin vefatından sonra, onun çok fedakârane mücadelesini bir şekliyle yazmayı, ona vefa borcu olarak içimde bulunduruyordum. Vefatından on yıl sonra böyle bir çalışmaya başladım; ama bir mani ile devam etmedi. Kendilerinden onun bazı hatıralarını dinlediğim yakınlarının da etkisiyle, “Bu hatıraların yazılması lâzım diyerek harekete geçtim. Bu şekilde Bekir Ağabeyin hayat ve hatıraları ortaya çıktı.

Kitap yayınlandıktan sonra çok dostu “Bizim Bekir Ağabeyle daha çok hatıralarımız var” diyerek, sitemde bulundular. Ben bu kitapta onun hayatından bir kesit sunmaya çalıştım. Yoksa Bekir Berk gibi bütün ömrü hareketli geçmiş; gece, gündüz, kış, yaz demeden hayatının her safhası bir hatıra olan bir zatı bir ciltle anlatmak elbette mümkün değil.

Yayınevi tarafından Zübeyir Ağabeyin hayatını yazmamı söylediler. Yine on yıl kadar önce,  “Yolumuzu Aydınlatan Işık” başlığı altında Zübeyir Ağabeyi yazmaya teşebbüs etmiştim. Bekir Ağabeyin kitabını yazdığım zaman, kısmen Zübeyir Ağabeyin hatıralarından derlediğim bir çalışmaydı bu. Kitabı hazırladıktan sonra bunu genişleterek Zübeyir Ağabeyin hatıralarını yazmayı düşündüm. Ama o zaman bazı yakınları bunu çok olumlu karşılamadılar. Benim de şevkim kırılmıştı. Fakat Bekir Ağabey kitabından sonra tekrar başladığımda, aynı kişiler bu defa “Kaybolmasın bu hatıralar, aman yaz” dediler. Demek ki herşeyin bir vakti var dedim. Zübeyir Ağabeyi yazarken olumsuz davrananların bu defa büyük teşvikleriyle çalışmayı başlattık. Zübeyir Ağabeyin kitabı tamamlandı.

Zübeyir Ağabey’i yazarken, Tahiri Ağabey sanki manevî şahsiyetiyle karşıma çıktı. Sonra bunu bir seri halinde Üçüncü Said döneminde etrafında bulunan yakınları olarak ele aldım. Yani Üstadın en mütekâmil hizmetinin tesis edildiği, meslek ve meşrep esaslarının tahkim edilip ileriye götürüleceği dönemde yaşamış olanları yazdım. Bayram Ağabey, Ceylan Ağabey, daha sonra Sungur Ağabeyi yazmak nasip oldu. Sungur Ağabey de o dönemin çok büyük bir şahsiyeti ve hâlâ hayatta.

Yayınevindeki arkadaşlar bir set olarak bu altı kitabı piyasaya arz ettiler. Gerçi daha yazılacak zatlar var. Hüsnü Ağabey, Ahmet Aytimur, Said Özdemir… Genel hatlarıyla bu altı şahsiyetle Üçüncü Said dönemi halkası tamamlanmış oldu.

Şimdi Eski Said dönemi talebelerinin hayatlarını yazmaya başladım. İkinci Said dönemi, yani 1927’den başlayan, daha doğrusu Üstadın Van’a seyahatinden sonra Barla’ya gelişi ile başlayan ve Afyon hapsine kadar devam eden dönem. Bu dönem Risale-i Nur’un telif safhasıdır.

Üstadın yakınında bulunan mühim zatların hayatları konusunda çalışmaya başladım. Bunların arasında Kastamonu hayatında önemli bir yeri olan Üstadın sır kâtibi, ser kâtibi diye ifade ettiği Mehmed Feyzi Ağabey var. Şu anda onu çalışıyorum ama daha sonra Hulûsi Ağabeyin hayatını yazacağım.

Özellikle Ahmet Feyzi Kul ve daha artık sayabileceğimiz pek çok isim arkasından gelebilir. Belki Mehmet Feyzi, Ahmet Feyzi gibi, Hulûsi Ağabeyin dışındakileri bir kitapta 5-6 kişi birleştirmek suretiyle yazabilirim. Bu biyografi türündeki çalışmaları devam ettirmeyi düşünüyorum, dua ediyorum, niyet ediyorum.

Bu kitaplar yayınlandıktan sonra ne tür tepkiler aldınız?

Risale-i Nur’la alâkalı olarak tarihi belge niteliğinde çalışmaların öncüsü Necmeddin Şahiner Ağabeydir. 74’lü yıllardan itibaren bu hatıraları tespit etti. Kendi kitaplarımı da bu noktada bayrak yarışı gibi kabul ediyorum. Bir devamı olarak görüyorum. Buradaki hedefim yeni birşeyler bulmak, eskileri tekrar etmek değil. Çünkü Risale-i Nur talebeleri bunu bekliyorlar. Özellikle Üstad hakkında, Risale hizmetinin geçmişi hakkında, daha farklı ne bilgi ve belgeler var diye merak ediyorlar.

Ben bu çalışmalarda, bilinenlerin de ötesine geçip bilinmeyen yeni birşeyleri devreye sokma çabası içindeyim. Böyle olunca ciddî bir araştırma oluyor. Masa başında değil, bizzat o şahısların yaşadığı yerlere, memleketlerine giderek, oradaki yakınlarıyla görüşerek, çocukluğundan ele alıp, hizmet hayatın içindeki hatıralarını bir silsile halinde takip ederek yazmaya çalışıyorum.

Bu zatların Üstad ve Risale-i Nur’la bağları çok kuvvetli. İster istemez bu çalışmalar içinde aynı zamanda Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin belki bilinmeyen birtakım yeni yönleri açığa çıkıyor. Bazı yönleri bilindiği halde yeni hatıralar ile zenginleşmiş oluyor. Bu yönüyle okuyucularımızın çok büyük ilgisini çekiyor. Çok dualar alıyorum. Ben de bundan büyük şevk duyuyorum. Çalışmada bana yardımcı oluyorlar, ne arzu edersem şevkle ve gayretle “Biz de size yardımcıyız” diyerek beni teşvik ediyorlar. Bu bakımdan merakla da bekleniyor yeni kitap. Hattâ bazıları  “Ben kitabı okumayı bitirdim, sen yazmayı bitiremedin mi?” diye latife yapıyor. Ben de “Size yetiştiremiyorum” diyorum.

Bu çalışmalarda yaşadığınız zorluklar nelerdi?

Üstadın hayatında çok önemli üç tane mahkeme var: Eskişehir, Denizli ve Afyon. Bu mahkemelerin bir hapis hayatı ve bir de duruşma sahneleri var. Bununla ilgili çok fazla bilgi ve belge elimizde yok. Çalışmalar sırasında özellikle bunu da nazar-ı itibara alarak o duruşmaları daha fazla derinlemesine incelemek gerekiyor. Mahkeme kayıtlarına, arşivlere girmek gerekiyor.

Hatıraların ötesine geçmek lâzım. Meselâ şimdi Eskişehir’den Kastamonu’ya sürgün edilişinde, bütün kaynaklara ve yazılanlara bakıyorum. Eskişehir’de kardeşlerimin tahliyesinden sonra hapishanede yalnız kaldım diyor. Onlar dokuz ay kalmış, Üstad onbir ay kalıyor. O iki üç ay zarfında Üstadın Eskişehir hapsinden sonra Kastamonu’ya nasıl geçtiği, nasıl götürüldüğü bilgisi yok. Bu detaydır belki ama tarihçi ve araştırmacılar için böyle boşlukların kalmaması lâzım. Zihnimde bunun gibi pek çok soru beliriyor ve onları araştırmaya yöneliyorum. Bunların asıl cevabı arşivlerde. Ben de mahrumum bunlardan. Mahkeme arşivleri korunuyor mu korunmuyor mu, bu da bilinmiyor. Biz bu eksikleri yaşayan şahıslardan almaya çalışıyoruz.

Kaynaklarınız daha çok şahitler ve yazılı mektuplar mı?

Yaşayan kim varsa konuyla ilgili, önce ona soruyoruz. Bir de onların yaşadığı yerlere giderek, oradan birtakım bilgiler alıyoruz. Mesela Sungur Ağabey hayatta olduğu halde ben iki kez Eflani’ye, Kastamonu’ya gittim. Bizzat kendi yaşadığı coğrafyayı görerek, orada, onun yaşadığı yerde, onu tanıyan yaşlı insanlarla görüşerek çalıştım. Yani kendisiyle iktifa etmedim. O tabloyu görerek yazıyorum ki, bu da isabetli bir yol oluyor. Ağabeyler şahıslarıyla ilgili pek çok şeyi ketmediyorlar. Ama diğer yakınları onları güzelce anlatıyor. Hattâ ben Sungur Ağabeyi yazdıktan sonra Sungur Ağabey “Bunları nerden öğrendin?” diye hayretini bildirdi. Evvelâ aile yakınları, akraba yakınlarını konuşturmak çok önemli. İkinci olarak, hizmette yakınlarını konuşturmak önemli. Birincisi onun Risale-i Nur’dan önceki hayatını aydınlatıyor, diğerleri ise Risale-i Nur dönemlerini aydınlatıyor. Onun için biz bir bütün olarak hayatlarını ele alıyoruz.

Peki, bu süreçte sizi şaşırtan şeyler oldu mu?

Tabii, bu çalışma içinde olduğum andan beri hep olağanüstü inayetler, kolaylıklar oldu. Hattâ bir belge için yola çıkıyorum, o belgeye ve onunla ilgili olanlara beklemediğim bir kolaylıkla ulaşıyorum. Bundan da anlıyorum ki, Cenab-ı Hakkın burada bir yardımı var.

Üstadın ve bu büyük zatların da himmeti olduğunu düşünüyorum. Meselâ ilginçtir, Mehmet Fevzi Ağabeyle ilgili çalışmaya başladım. Kendisinin feyiz aldığı,  Üstaddan önceki ehl-i tarik ve âlim kişilerin bir hayli etkisinde kalmış. Üstadın meşrebi ise ne tasavvuf, ne ilm-i kelâm ağırlıklıdır. Ama her ikisini de birleştiren bir meşrebi var.

Bu çalışmayı yaparken tasavvuf konusuyla ilgili bazı ilginç şeylerle karşılaştım. Acaba onları alsam mı, lüzumu var mı, yok mu diye tereddüt geçirdim. Sonra Üstad bakalım ne diyor diye Emirdağ Lâhikasını açtım. Karşıma çıkan ilk mektup şöyle: “Aziz Sıddık kardeşlerim lüzumu olmayan…”  diyor. Ondan sonra okumadım. Dedim ki: “Ey büyük Üstadım, sen burada satırların arasında değil, capcanlısın” kalktım elinden (duvardaki resminden) öptüm.

Bu kitabı okuduklarında insanlara ne katacak?

En önemlisi bu kitaplar Risale-i Nur meslek ve meşrebine vurgu yapıyor. Yani bu zatların, Üstaddan sonra, Üstadın tarz ve hayatını meslek ve meşrebini en iyi temsil eden ve geleceğe taşıyan kişiler olması ilgi uyandırıyor. Hayatlarını da incelediğimizde Risale-i Nur’a sadakat,Üstaddan aldıkları bu hizmet tarzına azami sadakat ve onu yaşatma azmini görüyoruz.

Bu hatıraları okuyan insanlar da, “Üstadın son müceddid olarak ortaya koyduğu yahut onun vasıtasıyla gelen bu Kur’anî hakikatlerin talimi, tesisi, neşri nasıl olacak? Usulü, yolu, yöntemi nedir?” gibi sorularının ayrıntılarını bulacak. Daha doğrusu, belki bilinmesine rağmen zaman zaman ihmal edilen o düsturların, yeniden bu çalışmalarla takviye ve tesisine vurgu yapıyor. Bence en büyük özelliği bu olsa gerek. Çünkü onların hayatının, Üstadın onlara yüklediği formatı uygulamak şeklinde bir fonksiyonu var diye düşünüyorum. Okuyanların da ifadeleri bu şekilde. 

Üstad Hazretleri küllî bir şahsiyet, o zatı bir kişinin temsil etmesi mümkün değil. Onun o küllî şahsiyetinde ayrı karakter, ayrı mizaç, ayrı özellikler taşıyan pek çok insanın taşıyacağı bir şahsiyet. Zaten kendisi de talebelerine “Ben birinizle iktifa edemiyorum” dermiş. İşte bu da bir şahs-ı manevî mânâsı oluşturuyor. Bu önemli; Üstadın anlaşılması bir kişinin aynasında yansıyanla mümkün değil, belki bütün hepsine yansıyan şahsiyetiyle tam anlamıyla anlaşılması mümkün olabilir.

Bu çalışmalar beni Üstad Hazretlerinin hayatını yazmaya, onu anlamaya, açığa çıkarmaya sevk ediyor. Bilinmeyen boşluklar, detay gibi görünen şeyler var. Böyle üzerinden kırk küsür sene geçmiş bir zatın hayatında, bu boşlukların olmaması lâzım. Belki Risale-i Nur’un o güneş gibi hakikatlerine teveccüh etmenin, onların içinde haşrolmanın yanında çok önemsenmemiş.  Üstad da önem vermemiş. Tarihçe-i Hayat yazılırken şahsıyla ilgili kısımlar çıkartılmış, ama bizim vazifemiz Üstada ait en küçük teferruatı tarihe mal etmek olmalı.

Bir sosyologun bu noktada zihnime şimşek çaktıran bir ifadesi vardı. “Bu zatın hayatının en küçük karesini dahi tespit edin” demişti. Bu kitapları yazmamda belirleyici oldu bu söz. Hakikaten sürekli huzur-u İlâhide geçmiş bir hayatın her anı çok anlamlı olsa gerek.  Bu da beni içten içe Üstadın hayatını yazmaya sevk ediyor. Bunun altında eziliyorum şu anda. Bu zatların hayatını yazarken bile sorumluluk hissediyor insan. Yanlış bir şey yazmaktan çekiniyor.

Üstadın hayatı henüz yazılmamıştır diyorum. Tarihçe-i Hayat, Risale-i Nur’un tarihçesidir, Üstadın değil. Belki hayatından bazı kesitlerdir. Üstadın hayatını yazmak gibi bir düşüncem var. Dua edin, bu çalışmalar bizi oraya götürsün…

Nuraniyat.com