Ramazan BALCI
Osmanlının Doğu Siyaseti
Aziz dostlar aşağıdaki yazı “Osmanlının Doğu Siyaseti” adıyla yayınlanan yeni bir çalışmamın sonuç bölümü. Birlikte değerlendirmek düşüncesi ile bu hafta buraya taşıdım, anlayışla karşılamanızı umarım.
OSMANLININ DOĞU SİYASETİ
Osmanlı İdaresinde Kürtlerin yaşadığı problemler, klasik dönem, II. Mahmud ile başlayan yenileşme dönemi, Sultan Abdülhamid dönemi, yıkılış ve Cumhuriyetin kuruluş dönemlerinde farklılık gösterir. İdris-i Bitlisi’nin kullandığı “Sadece Allah’ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah böyle carî olmuştur” ifadesi, klasik dönemi veciz bir şekilde özetler. Kürt beylikleri ya da aşiretleri bu uzun dönemi birbirleriyle savaşarak geçirmiştir. Devlet otoritesine karşı önemli sayılacak bir isyan hareketi olmamıştır. Kanunla belirlenen sayıda askerle seferlere katılmışlar, Osmanlı ülkesinin geniş coğrafyasında sınırları korumak için Türklerle birlikte şehit olmuşlardır. Ancak bu uzun dönemde toplumu derinden sarsan problemler birikmiş, artık taşınamaz hâle gelmiştir. Halk kitleleri aşırı şekilde cahil kalmış, hiçbir hukuku bulunmayan sınıflar oluşmuş, kan davaları günlük hayatı etkilemiş, askere alınmayan, hiçbir vergiye tabi olmayan aşiretler zamanla itaat duygusunu yitirmişlerdir. Yurtluk ve ocaklıkların yönetiminde bulunan beylerin keyfi davranışları yüzünden, özellikle İran sınırında belirsizlikler artmıştır. Bir yıl Osmanlı’ya, bir yıl İran tabi olduğunu açıklayan büyük aşiretler vardır.
Bu problemler II. Mahmud ile başlayan yenileşme döneminde iyice su yüzüne çıkmıştır. II. Mahmud ile birlikte yerel yöneticilerin öteden beri sahip oldukları statüleri ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Yöneticiler merkezden tayin edilecek, nüfus sayımı yapılacak, araziler yazılıp vergiye bağlanacaktı. Bu uygulamalar, doğuda Kürt beylerini, benzer şekilde Rumeli’de aşiret yönetiminde bulunan Arnavud bayraktarları ve Arap Emirlikleri derinden etkiledi. Önemli ölçüde gelir ve itibar kaybına uğrayan yerel liderler (emir, ağa, bey, şeyh), askerlik ve vergi konusundaki düzenlemelerden rahatsız olan aşiretleri tahrik ederek isyan çıkardılar. Görünüşteki sebepler ise yeni atanan valilerin yaptıkları haksızlıklardı. Osmanlı’da Kürt, Arnavut ya da Arap meselesinin tohumları esas itibarıyla bu dönemde atıldı. Unutulmuşluğun, kendi kaderine terk edilmişliğin, çoğu asırlar süren ihmallerin, günü kurtarma anlayışı ile sürdürülen yönetimlerin, bir gün milletin önüne esaslı bir fatura koyması kaçınılmazdı.
Sultan Abdülhamid, Sultan II. Mahmud’dan itibaren sürdürülen, göçebelerin yerleştirilmesi ve aşiret ilişkilerini çözmeyi amaçlayan reform hareketlerini durdurdu. Yeni bir Kürt siyaseti geliştirmeyi başardı. Halkın en fazla tepki gösterdiği askerlik ve vergi konularında farklı formüller geliştirdi.
Göçebe aşiretleri ve asker kaçaklarını kendi liderlerinin emri altında Hamidiye Alayları adını verdiği bir teşkilata aldı. Yılda yalnızca 4 ay talim yapan alaylar, düzenli maaş alacak, arazi ve hayvan vergisinden muaf olacaklardı. Alaylar için Kürt köylerine cami ve mektepler yapıldı, askerlere namaz hocası ve Kuran-ı Kerim dağıtıldı. Alay mensuplarının çocukları için Erzurum ve Van’da özel okullar açıldı. Bölge telgraf hatları ile merkeze bağlandı. Sultan bu teşkilat sayesinde aşiretler arasında o tarihe kadar mümkün olmayan nüfus sayımını yaptırdı.
Sultan Abdülhamid, gerek Hamidiye Alayları gerekse Aşiret mektepleri ile yeni açılan modern mekteplerde Kürtleri sosyal hayata hazırlamak için çalıştı. Bu esnada Kürtlerin taltif edilmeye ve onurlandırılmaya fevkalade düşkün olduklarını fark etmiş, bunun için gerekli tedbirleri almıştı.
Halka, baba şefkati ile yaklaşma prensibi ile hareket eden sultan, bütün devlet memurlarını bu doğrultuda fikirler ve projeler üretmeye yöneltti. Bütün olumsuzluklara rağmen ekonomik ve siyasi olarak tarihinin en zor dönemini yaşayan imparatorluğun Kürt toplumu ile bu yakınlaşmayı sağlayabilmiş olması büyük bir başarıydı
Sultan II. Abdülhamid halkın kalbine büyük ölçüde şeyhler aracılığı ile girdi. Bölgenin nabzını tutmakta en etkili güç olan tekke ve şeyhlerden, İslam milletine bağlılık düşüncesini canlı tutmak için yararlandı. Islahat hareketlerinde halkın canlı noktaları ile temas sağlamanın önemini kavramıştı. Avrupa devletlerinin bütün ısrarlarına rağmen Doğu’da herhangi bir nüfuz bölgesinin kurulmasına ya da itibari bir sınır çizilmesine izin vermedi. Merkezde alınan ıslahat kararlarının uygulanmasını olağan üstü yetkiler verdiği müfettişler aracılığı ile sürekli kontrol ettirdi. Bütün bu çabaları sonrasında Sultan Abdülhamid, “Bavi Kürdan” Kürtlerin babası unvanını aldı.
Meşrutiyet sonrası örgütlü Kürt faaliyetleri ayrılıkçı bir karakter taşımıyordu. Kürt toplumunun gerçek liderleri İttihad-ı İslam’a ve hilafet makamına yürekten bağlıydılar. Bir takım isyanlarda İttihatçıların veya hürriyetçilerin dinsiz olduklarını ileri sürmeleri bu bağlılığın bir ifadesiydi. Kürtlerin otonomi veya bağımsız bölge talepleri, özellikle İngiltere’nin bölgede büyük Ermenistan kurma çabalarından sonra ortaya çıktı. Osmanlı’dan umut kesildiği bir dönemde Ermenilerin esareti altına girmektense bağımsız bir Kürt devletine taraftar olmak esasen millî bir duruştu.
Millî Mücadele ile Türk devletinin yeniden kurulma şansının ortaya çıkması, bütün Kürtleri tekrar aynı gaye etrafında topladı. Saltanat-ı Seniyye esaretten kurtarılacak, Hilafet-i İslamiye ebediyen yaşatılacaktı. Büyük Millet Meclisi’nde, Türk ve Kürt vekillerin tamamı aynı yemini
ederek Türkiye Cumhuriyetini kurma kararı aldı. Yeni dönemde en azından iki asırdır biriken sorunların çözülmesi beklenirdi. Amasya Tamimi’nde ilan edildiği şekilde Kürt toplumunun sosyal ve kültürel yönden geliştirilmesi için gerekli tedbirler alınacaktı.
Kürt meselesinin tarihi kodlarını tespit etmeye yönelik bu çalışma tekrardan kaçınmak için bazı noktalara işaretle sona erecektir.
Diyarbakır ve Van eyaletinde kurulan 14 ayrı sancakta şehir hayatı yaşayan Kürtleri, konargöçer aşiretlerden ayırmak gerekir. Diyarbakır’da kurulan Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho ve Paşa Sancakları ile Van Eyaletinde bulunan Erciş, Adilcevaz, Keşan, Siverek, Ergani, Çemişkezek ve Paşa sancakları, merkezden atanan mutasarrıflar tarafından idare edilmiştir. Şehirli Kürtleri temsil eden bu bölgeler, diğer Osmanlı şehirlerinden çok farklı değildir.
Islahatlar ancak devlet güçlüyken yapılabilir. Devletin gücünü kaybettiği bir zaman diliminde yapılan ıslahat çalışmaları, gerek yabancı güçler gerekse ayrılıkçı hareketler tarafından engellenir. Osmanlı’nın son döneminde yapılan ıslahat çalışmalarından hiçbir müspet neticenin alınamaması bu hükmün doğruluğunu ispat eder.
Sebepleri her ne olursa olsun bölgede iyileştirme, ancak isyan dönemlerinde gündeme gelmiş, olaylar bastırıldıktan sonra unutulmuştur. “Olay yoksa problem yok.” anlayışı, karşı tarafı “Ben ancak olay çıkardığım ölçüde varım.”’ düşüncesine itmiştir. Birçok değerlendirme, bölgede yaşanan kötülüklerin kaynağında ‘cehaletin’ bulunduğuna işaret eder. Yerel beyler kendi güçlerini bu cehaletten aldıkları gibi, devlet yetkilileri de yaptıkları yolsuzlukları bu cehalet sayesinde saklayabilmiştir. Öncelikle, halkın cahil bırakılması üzerine kurulan çıkar ilişkilerini bozacak tedbirlere ihtiyaç vardır.
Islahat kararlarını uygulama açısından denetleyecek bir sistemin kurulamayışı, yerel güçlerle çıkar ortaklığı kurup, halkın zararına göz yuman sivil-asker devlet görevlilerinin halkı devlete küstürmesi, meselenin can alıcı noktasını oluşturmaktadır. Gücün yetkililerde değil, kanun ve yasalarda olduğunu gösteren bir uygulama, hayata geçirilmiş olsaydı problem büyük ölçüde çözülmüş olacaktı.
Etnik unsurlara dayalı problemleri yabancı tahriki ile izah etmek eski bir alışkanlıktır. Ve kolaycı bir yöntemdir. Oysa yabancıların tahrik etmek için problemli yer aradıkları, birçok tarihî olayda görülmektedir. İslam medeniyetini bir araya getiren unsurların ayrı devletçikler halinde bölünmesi, halkların bilinçli tercihinden kaynaklanmış değildir. Bu durum Batılı güçlerin, İslam mülkünü sorunlu parçacıklar halinde bölüp birbiriyle kavga ettirme ve uluslararası alanda kendilerine rakip olmaktan çıkarma oyununun bir parçasıdır. İslam ülkeleri ve Balkan devletleri Osmanlı medeniyetini kaybetmenin acısını her geçen gün daha derinden duymaktadır. Batılı devletler de artık bu bölgelerdeki huzursuzlukların ve artan terörün Osmanlı şemsiyesinin kırılmasından kaynaklandığını kabul etme noktasına gelmiştir. Avrupa Birliği benzeri bir “Osmanlı Paktı”nın kurulması, bölgedeki kronik sorunları çözmede önemli katkı sağlayacaktır. Aynı zamanda bölücü akımları ve etnik ayrılıkları sınırlayacaktır.
Kürtlerin yaşadığı problemlerin çözümüne katkı sağlayacak taraflardan biri de hiç şüphesiz Türk milliyetçiliğidir. Osmanlı medeniyetinin mirasçısı ve Kur’an ahlakının temsilcisi olması beklenen Türk milliyetçiliği, asırlardır Türk devletlerinin idaresi altında aldığı etnik unsurlara sağladığı sosyo-kültürel hakların farkında olmalıdır. Aynı şekilde Avrupa birliği ruhunu ya da hiçbir etnik unsura dayanmayan süper güç ABD’nin varlık felsefesini en önce anlayan taraf olmaları yine beklenen bir durumdur. Bu beklentilerin aksine Türk milliyetçiliğini sığ bir ırkçılığa indirgeyip, ulusalcılığa teslim olmak bin yıllık tarihî tecrübe ve kültür birikimini inkâr etmek anlamına gelecektir. Milliyetçi misyonun, millî kimliği şüpheli bulunan ulusalcı söyleme destek vermesi, hareketin çizgisindeki en büyük sapmayı oluşturmaktadır. Kürt meselesinden daha önemli olan bu kırılma, yakın zamanda “Türk milliyetçiliği düşüncesini” yok olma problemi ile karşı karşıya bırakacaktır.
Bin yıllık tarihi süreç içerisinde Kürt halkı Türklerden daima iyilik görmüştür. Osmanlı yenileşme döneminde Kürtlerin medeni hayata katılmaları için yapılan çalışmalar ancak teşekkürle hatırlanmalıdır. Kürtlerin kaderlerini Türklerle ortak görme anlayışı, bu döneme damgasını vurmuştur. Bu iradeye saygı göstermek Kürtler üzerine de borçtur. Kardeşliğin hatırlatıldığı her ortamda yakın dönemde yaşanan tek parti zulümlerini hatırlatıp ayrılıkçı düşüncelerin haklılık kazandığını ileri sürenlerin gözden kaçırdığı çok sayıda hakikat vardır. Tek parti dönemi için, her iki milletin hafızasında ortak acılar vardır.
Yakın tarihe bakarken, bir kavmin asimile edildiği değil, bir medeniyetin yeryüzünden silindiği görülür. Van’dan Hakkâri’den Kürt aileler sürgüne gönderilirken, Edirne’den Kars’a camiler, tekkeler, medreseler yıkılıyor, insanlar Kur’an okuduğu için hapsediliyordu. Sadece Edirne’de yıkılan Osmanlı eserinin sayısı 350’yi geçmişti. Ancak Anadolu insanının engin bir tarih tecrübesi vardı. Tarihte birçok emsalini gördüğü bu fırtına dinecek, insanlar birbirlerinin yarasını saracak, yaşlı çınarın gövdesi kesilse de köklerinden fışkıran taze fidanlarla kendi dünyasını yeniden kuracaktı. Gerçekten de öyle oldu. Daha bir çeyrek asrı dolduramadan tek parti rejimi iktidarını kaybetti.
Halkın demokrasi mücadelesi, önünde durulmaz bir güç halinde sistemi değişime zorluyordu. Ülkeyi kılıç hakkı olarak gören zihniyetin, kanun hâkimiyetinin sağlanmasına kolayca rıza göstermesi mümkün değildi. Değişimi önlemek için yapılan son iki askerî darbe milleti işkence kamplarında, üç beş parçaya bölmeyi başardı. Aynı safta Kur’an’a hizmet edenler, aynı safta askerlik edenler, aynı safta hak hukuk diyenlerden biri, “Ben Türk’üm ırkım, cinsim uludur!” derken diğeri “ben Kürt’üm, mazlumum, eziliyorum!” demeye başladı. Toplumun genel demokratik taleplerini bırakıp, kavmiyetçilik davası ile ortaya çıkanlar, hak hukuk mücadelesini zayıflatmışlardı.
Cuntacıların istediği tam da böyle bir şeydi. Demokrasi cephesi, hiçbir zaman onaramayacağı bir yara almıştı. Artık bölündükçe bölünecekti toplum. Kürtçüler, Türkçüler, İslamcılar, cemaatler, liberaller, komünistler vesaireler. Bunlar birbiri ile çarpışıp bölündükçe onlar sahip oldukları saltanatın hiçbir keyfinden vazgeçmek zorunda kalmayacaklardı.
Üniter yapı ya da ulus devlet tartışmalarını bu noktada hatırlamakta yarar var. Kaos dönemlerinde en çok yaşanan şey, kavram kargaşası olur. Birlikte yaşamayı seçmiş iki etnik kültürün biri diğerini yok etmeyi seçmek zorunda değildir. Aksine idarede ve hukuk sisteminde birlik sağlandıktan sonra, etnik kültürler tam bir hürriyet içinde kendilerini ifade edecek imkânları ve vasıtaları bulabilirler. Dünyada pek çok modeli bulunan bu uygulamanın neredeyse bin yıl aynı idarî çatı altında bulunmuş, kültürler arasında uygulanması hiç de zor olmayacaktır.
Üniter yapıyı bozan farklı kültürlere hayat hakkı tanımak değil, devlet içinde bazı kurumların kendini hukuk üstü görmeleri, ya da kendilerini toplumdan soyutlayarak “özel hukuka tabi olma” hakkını elde etmeleridir. Bu anlayış zamanla halkı hizmetçi gören üst kurumların doğmasına yol açar ki böyle bir yapının adına üniter devlet demek mümkün olmaz. Aynı şekilde ulus devlet, boyu, rengi, dili ve zevkleri sipariş edilmiş insanların birlikteliğiyle kurulmuş devlet demek değildir. Genel bir değerlendirme ile her insan birden çok kimlik taşıyabilir. Dinî kimlik, devlet kimliği ve etnik kimlik birbirinden farklıdır. Eski çağlardan beri insanlar bu ayrımın farkındadır. Genelde dinî kimlikler en üst kimliği oluşturur. Sözgelimi bir insan önce Müslüman olmakla üst kimlik olarak ben “İslam milletindenim” der. Sonra tabi olduğu devletin kurucu kimliğini ifade etmek için “Türk milletindenim” tabirini kullanır. Daha özelde sıra etnik kimliğe geldiğinde Arap, Türk, Laz, Arnavud, Çerkez veya Kürt milletindenim diyebilir. İnsanlar kendi varlıkları inkâr edilmediği sürece, sayılan kimliklere mensubiyetleri ile şeref duyar. Bunlarla övünebilir. Çok farklı medeniyetlerin beşiği olmuş Anadolu toprağı üzerinde yaşayan insanlar köken itibarıyla, Anadolu baharının çiçekleri kadar farklı renkler taşırlar. Sunî isimlendirmelerle değil, ama gerçek varlığıyla Anadolu toprağı üzerinde tek bir millet yaşar. İhtiyaç duyulan şey ulus devlet- üniter yapı gibi kavramlara hayalî anlamlar yükleyip, çağa karşı direnmek değil, insan haklarını evrensel normların ötesine taşımayı başarmış, demokratik sistem içerisinde gerçek bir hukuk devleti olmanın yollarını aramaktır.
Kürt aydınları, kendilerine atfedilen bölücülük iddialarını kesin bir dille ve gerçekçi tavırlarla reddetmeli, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi ve insanlığa layık bütün hakların güvencesi olacak gerçek bir hukuk devletinin kurulması için Türk aydınları ile güç birliği yapmalıdırlar.
Tarih boyunca Türklerin Türk kimliğini, Kürdlerin de Kürt kimliğini koruyup geliştiren tek varlık İslamiyet olmuştur. Vatan, şehadet, namus, hayat, ölüm, ahiret, şeref, sancak, bayrak, anne, toprak, ordu, asker gibi milletin ana kodları, İslamiyet’in rengi ile boyanmıştır. Bütün tarihî şereflerini İslamiyet sayesinde kazanmışlardır. İslamiyet koruyucu bir zırh olmuş, asimile edilmekten, başka unsurların içinde eriyip gitmekten, yine İslamiyet korumuştur. Bu noktada Kürtler ve Türkler, Allah (C.C.) tarafından kardeş ilan edildiklerini unutmamalı, kardeşlik hukukunun gereklerini yerine getirmek için dört el ile İslamiyet’in yüceltilmesine çalışmalıdırlar. Allah yolunda fazilet ve iyilikte yarışmak yerine, Avrupa’dan bulaşan ırkçılık salgınına kapılmak, her hâlde övünç vesilesi değildir.
Son olarak ırkçının Türkçüsü ya da Kürtçüsü olmaz. Bunlardan biri diğerinden daha iyi değildir. Mazlum olanları da zalim olanları da kurtaracak yegâne sığınak, İslamiyet’in şefkatli kanatlarıdır. Yüzyılın bütün işaretleri gelen asrın İslamiyet asrı olacağını müjde etmektedir. Bu arada bin yıldır Anadolu’nun taşına toprağına hayat veren iman pınarı, beşerin kirli eli ve imansız kafası ile kirlenen coğrafyayı bütün kirlerinden temizleyecektir. Çekilen sancılar bu kutlu dönemin doğum sancılarıdır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.