İbrahim KAYGUSUZ
Profanlaştırılan akıl
İran asıllı olup Amerika’da yaşayan düşünür ve felsefeci Seyyid Hüseyin Nasr, Muhammed Bâkır es Sadr’ın İslâm felsefesi ile ilgili kavramsal tercihine bir eleştiri getirir. Bu eleştiriyi hatırlatan yazar Ali Ünal, Pazartesi günkü köşesinde Bediüzzaman’a da göndermelerde bulunarak edebiyat, sanat ve felsefe ile ilgili yerinde açıklamalar yaptı.
Bilinmelidir ki, “Felsefenin bizcesi olmaz” diyen Seyyid Hüseyin Nasr’ın bu yaklaşımı aslında onun “dinlerin birliği” ile ilgili düşüncelerinin bir yansımasıdır.
Evvela fıtratın birliği ve ene’ye ait beşeri ortaklık, dinlerin birliğini zorunlu kılmaz. Aksine afakî malumat nefsi sürece girerken itikadi olarak farklı izdüşümleri ve tasdikleri beraberinde getirir ve bu durum itikat çeşitliliğine yol açar.
Bu çeşitlilik genelde iki ana yol (hayır/şer) ve onun tali uzantıları şeklinde ortaya çıkar.
Din, iman ve felsefe alanında bu iki zıt yolun belirgin izleri hep var olmuştur.
Nasr’ın yücelttiği felsefeyle temasa geçen “İslâm hükemasının” (İbn-i Sina, Farabi vb.) tavırları karşısında Bediüzzaman hiç tereddüt etmeden şu cümleyi kullanır: “Fir’avunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp, şirk derelerinde serbest koşturarak, esbapperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok envaı şirk taifelerine meydan açmışlar.” (Otuzuncu Söz)
Detayları ile irdelendiğinde Said Nursi’nin risalelerde şiddetle karşı çıktığı felsefe, aslında adı “felsefe” olan fakat aslında Allah’ı, ilahi vahyi ve nübüvveti bilerek ve isteyerek dışlayan “kabul-ü adem” tanımlamasındaki küfürdür. Küfre şiddetle düşman olan Said Nursi’nin bu felsefe karşısında yumuşak davranması beklenemez.
Bu felsefe salt akla dayalı olup ilahî olanı hesaba katmaz. Yani akıl bu felsefede profanlaşlaştırılmıştır yani arzileştirilmiştir.
Akıl ve tabiat bu felsefede otonomdur. Bu felsefede vahyedilen kitap (kur’an) ile kâinat kitabı arasında bir bağ yoktur.
Yunanistan’da milattan önce başlayan bu yaklaşım, İslâm dünyası ile temasa geçtiği günden beri şiddetli tartışmaları beraberinde getirmişti.
Said Nursi Ayet-ül Kübra risalesinde şöyle der: “Bin seneden beridir Kur’an aleyhinde teraküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları yol bulup ehl-i imana hücum ediyor.”
Nursi’nin “bin seneden beri” dediği tarihin başlangıcı, Mutezile’de saklı olan potansiyel fikri tehlikenin Abbasiler döneminde varlık göstermeye başladığı döneme kadar geri gider.
Belki Mutezile hakkında doğrudan böyle bir yoruma kalkışmak sağlıklı olmayabilir, ama Mutezile’nin “aklı hâkim kılan” yaklaşımları dolayısıyla böyle bir girişe zemin hazırladığı da tarihi bir vakıadır.
Münazarat’ın orijinal tesbiti ile filozofların Mutezile ile işbirliği yaparak Abbasiler devletinde iktidara geldiği ve siyasi istibdat yaparak mezheplerinin revacına çalıştıkları bilinmelidir.
Abbasiler devletinde Yunan felsefesinin devlet eli ile İslâm kültürünü yutmaya çalıştığı ve Ahmet İbn-i Hanbel’in “Kur’an mahlûk değildir” dediği için hapse mahkûm edildiği tarihler Said Nursi’nin işaret ettiği bu tarihlerdir.
Yunan eserlerinin “Beyt-ül Hikem”de çevrilmeye başlanması ile açılan gedik, Avrupa aydınlanması ile son haddine ulaşmıştı.
Aydınlanma ve çağdaşı Hümanizm/salt insanilik, insanı ve aklı hem merkeze alır hem de kutsal sayar.
Hem aydınlanma hem de hümanizm kalkış noktasında bugünkü masumiyetinden çok uzaktır. Akıl, vicdan ve duyguların bu akımlar özelinde mahiyeti özerk/otonom olup yaratıcı ile bağı koparılmıştır.
Aydınlanmada ve modernitede, Allah’a ait bütün güç ve nitelikler akla transfer edilmişti.
Böylece felsefi kaynaklarda zikredildiği gibi modernite, “ilahi vasıfları insan aklına indirgedi” ve Allah’ın lütuf ve inayeti ile insana ihsan ettiği bütün nimetleri “aklın kendi gücü ile elde ettiğini” ileri sürdü.
Descartes, Kant ve Hegel felsefelerinde akıl bizatihi “kurtarıcı”dır. Mesela Hegel, aklın yaratıcı ile bağını tamamen kesmiştir. Daha doğru bir ifade ile “akıl ve yaratıcı” onun nazarında aynı idi. Kendi ifadesi ile: “Tanrı, akılda bedenlenmiş”ti.
Tıpkı tahrif edilmiş Hristiyanlıkta “İsa’ya biçilen rol” gibi!
Aynı yüzyılların hâkim bilimsel paradigması olan Newtoniyen (mekanizm/determinizm) dünya görüşü de bu felsefeyi destekleyince önü alınamaz bir güç haline geldi.
Günümüze kadar şiddetlenerek devam eden ve pozitivizm ile doruğuna ulaşan bu felsefe, son dönemlerde atom altı fizik bulguları ile özellikle Max Planck’in Kuantum’u, Einstein’in rölâtivitesi ve Heisenberg’in olasılık teorileri ile büyük kırılma yaşadı.
Sonuç olarak, islamiyetteki ilahî şeriat; vahyi dışlayan, heva ve hevesine tâbi, aklı Rab telakki eden ve Kur’ana’a karşı sihir gibi hakikatleri ile muaraza eden felsefe ile barışık olamaz.
Hareket noktaları bir olan Yunan ve Roma felsefelerinin binlerce yıllık sürece rağmen asli ruhlarını muhafaza ettiklerine dikkat çeken Bediüzzaman, medeniyetlerin karışımı ve Hıristiyanlıkla sentezine rağmen bu felsefelerin asıllarını muhafaza etiğini söyler: “Yunan ve Roma felsefeleri tev’em ve esbab-ı temziç varken imtizaç olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz.”
Dolayısıyla mahiyeti ve kaynağı itibarı farklı olan İslamiyetin ve onun bir izdüşümü olan “Hikmet”in bu felsefelerle “bir” mümkün değildir.
Kaldı ki Seyyid Hüseyin Nasr bununla da kalmamakta çok farklı bir telden çalmaktadır!
Nasr’ın aslında bereketli olan zihni, bu felsefelerin çekim alanına fazla temas etmiş görünüyor.
Sınırları ortadan kaldırmak yerine doğru sınırlar tayin etmek çok önemli.
Bunun için Bediüzzaman’ı çokça okumalı!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.