Himmet UÇ
Ramazan orucu-3 (Tabakalar arası uzlaşma, şefkat)
“Oruç hayat-ı içtimaiyeyi insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki; insanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmiştir. Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen zenginleri fakirlerin muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefisperest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elim ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise şükr-ü hakikinin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa şefkat vasıtasiyle muavenete mükellef olduğu ihsanı ve yardımı yapamaz, yapsa da tam olamaz. Çünkü hakiki o haleti kendi nefsinde hissetmiyor.”
Oruç bahsinin üçüncü nüktesinde Bediüzzaman, bu emrin sosyal hayata, bütün insanların ortaklaşa yaşadıkları hayata, diğer bir tabirle sosyolojik faydasını izah eder. Sosyoloji batının çok önem verdiği ve 19. yüzyıldan sonra bizim yazarlarımız ve ediplerimizin de etkilendiği bir ilim dalı. Ama biz sosyolojide mukallid olmanın ötesine gidememişiz. Kimi Len Bon’un, kimi Durkeim’in, kimi Marks’ın, kimi de Weber’in tesiri altında kalmış, papağan gibi onları aktarmışlardır ülkemize. Bizim sağlam dini ve milli hayatımızın felsefesini yapmak hatırlarından geçmemiştir, bu da batıya yönelen toplumun kişilik kazanmamasıdır. Büyük laflar edip büyük milletin hayatının sosyolojisini yapamamışız.
Ziya Paşa, “İslam imiş devlete pabend-i terakki-Evvel yoğ idi bu rivayet yeni çıktı” der. Devletin ilerlemesine engel İslam dini imiş, önceden böyle bir şey yoktu, bu da yeni çıktı. Aslında Ziya Paşa bizim aydınımızın batı tesirinde kaldıktan sonra bizi yorumlama tarzı budur.
Bu nüktenin ana cümlesi “insanlar maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmiştir.” Bu insanı farklılıklar arasında denge, merdiven kurmaya teşvik eder bunun kaynağı da İslamın emirleridir, bunlardan biri oruçtur.
“Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen zenginleri fakirlerin muavenetine davet ediyor. Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını oruçtaki açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa nefisperest çok zenginler bulunabilir ki açlık ve fakirlik ne kadar elim ve onlar şefkate ne kadar muhtaç olduğunu idrak edemez.”
Cümleye bak “zenginleri fakirlerin muavenetine davet ediyor.” Davet kelimesini kullanmış, ne kadar kibarca, yani onların üzerinde caka satmak değil onları davet ediyor. Davet yüksek kalitede bir davranıştır, davet edilen yaptığı işin değerine inanır ve yapar.
Şimdi zenginin yaşadığı hayat ile fakirin yaşadığı fakirane hayat arasında bir denge kurulması, zenginin bu insan tabakasına karşı onların acınacak acı hallerini görmeleri gerekir. Ne güzel bir cümle acınacak acı halleri. Sonra psikolojik derinlikli bir başka cümle “açlık ve fakirlik ne kadar elim.“ Ne kadar gözleme, izlemeye dayanan bir cümle. Bir başka cümleye bak “nefisperest çok zenginler.” Kendinden başkasını idrak etmez demiyor, edemez diyor, etmez ile edemez farklıdır. Edememek bir tavır ve psikoloji eksikliğidir. İşte aç kalınca o idrak edemezin yerini idrak eder alır. Orucun sosyolojisini yapmış. Ziya Gökalp’i ara bak, böyle bir yorum görebilir misin?
Üçüncü nüktede ana kelime şefkat kelimesidir. İnsan toplumlarının en çok ihtiyaç duyduğu bir kelime ve davranıştır.
Akif, “ihtiyarlar, çocuklar ve hele bir de karılar, merhamet görmeli insanlardan” diyor. Meyhane hikayesinde meyhaneye kapak atmış bir sarhoşun karısı meyhanenin kapısına dayanır eşini evine davet eder.
Baktım, açık duran kapının,
Fener elinde bir erkek, yanında bir de kadın.
Beş on dakika süren bir düşünceden sonra,
Kadın da girdi o zulmet sera-yı menffira.
Gözünde ebr-i te'essür, yüzünden hfin-i hicab,
Vücudu ra'şe-i naçar-ı ye's içinde harab,
Teveccüh eyleyerek sonradan gelen Baba'ya:
-Demek taşınmalı artık çoluk çocuk buraya!
Ayol, nedir bu senin yaptığın? Utan azıcık...
Anan da, ben de, yumurcakların da aç kaldık!
Ne iş, ne güç, gece gündüz içip zıbar sade;
Sakın düşünme çocuklar aceb ne yer evde?
Evet, sen el kapısında sürün işin yoksa;
Getir bu sarhoşa yutsun, getir paran çoksal
Zavallı ben... Çamaşır, tahta, her gün uğraş da,
Sonunda bir paralar yok, el elde baş başta!
O tahtalar, çamaşırlar da geçti: Yok halim...
Ayakta sallanışım zorladır Buda alim!
Çalışmadın, beni hep bunca yıl çalıştırdın;
O yavrucakları çıplak, sefil alıştırdın;
Bilir mahalleli kim aldığın zamanda beni,
Çehiz çimenle donatmıştı beybabam evini.
Ne oldu şimdi o eşya? Satıp kumarda yedin.
Evet, kumarda yedin, hem de Karşılar'da yedin!
Kızın yetişti, alan yok, nasıl olur ki? Soran
"Şu sarhoşun kızı İffet değil mi? Vazgeç aman! "
Diyen kadınlara; "Pek doğru, pek" deyip gidiyor:
Bu söz zavallıyı bilsen ne türlü incitiyor!
Benim güzel meleğim, hiç de tali'in yokmuş:
Anan benim gibi sersem; babansa bir sarhoş!
Necip de minderi koltukta geldi mektepten...
Demiş ki kalfa: "Sekiz aydır almadım hele ben
Ne haftalık, ne de aylık... Senin baban olacak
Kumarcı, oğlu için az yesin de tutsun uşak! "
Koğuldum anne! Deyip ağlıyor zavallı çocuk...
Ne yapsın annesi? Dünyada bir güvendiği yok!
o bari bir adam olsun da kalmasın cahil,
Demiştim olmadı... Lakin kabahat onda değil;
O, her sabah okuyordu gürül gürül cüzünü;
-Ayırmıyordu kitaptan ne olsa hiç gözünü.
Üç akşam oldu ki yoksun. Necip: Babam nerde!
Ben isterim onu mutlak demez mi? Bak derdel
Sular karardı; bu saatte hiç gezer mi kadın?
O, sarhoşun biri; tut kim sokak sokak aradın...
Nasıl bulursun a yavrum? Yarın gelir belki,
Dedim. Fakat çocuğun durmuyordu. Baktım ki
Avutmanın yolu yok; komşunun Hüseyin Ağa'yı
Alıp dolaşmadayım yatsı vakti dünyayı,
Anam benim gibi evlad doğurmaz olsaydı,
Bu hali görmeden evvel gözüm yumulsaydı!
Herif, şu halime bak, merhametli ol azıcık...
Bırak o zıkkımı, içtiklerin yeter artık.
Efendiler, ağalar, siz de bir nasihat edin,
Sizin de belki var evladınız...
- Hasan, ne dedin?
- Bırak köpoğlu kadın amma çalçeneymiş ha!
- Benimki çok daha fazlaydı.
-Etme!
-Elbet ya!
Onun için boş adım. Sen işitmedin mi Halim?
- Kadın lakırdısı girmez kulağına zati benim.
Senin karım dediğin adeta pabuç gibidir:
Biraz vakit taşınır, sonradan değiştirilir.
Kadın bu sözleri duymaz, tazallüm eylerdi;
Herif mezar taşı tavrıyle sade dinlerdi.
Açıldı ağzı nihayet, açılmaz olsa idi!
Taşıp döküldü, içinden şu la'net-i ebedi:
-Cehennem ol seni hınzır orospu, git: Boşsun!
-Ben anladım işi: Sen komşu, iyice sarhoşsun;
Ayıltınız şunu yahu!
-İlişmeyin!
-Bırakın!
Herif ayıldı mı, bilmem, düşüp bayıldı kadın!
Evine davet eden kadını meyhane kapısında himar keyfiyetinde boşar, o kadın ise meyhane kapısında düşer bayılır.
Cümleye bak “hem cinsine şefkat şükr-i hakikinin esasıdır.” Bediüzzaman’a bühtan eden zalımlar, şu cümleyi hanginiz kurabilirsiniz. Bugün toplumun en büyük eksiği bu birbirine şefkat etmeme özelliğidir. Şefkatin yerini aldatmak, kullanmak almış.
“Bir genç imansız olmuş“ tutumuna bütün vücudunun lerzeye tutulması gerektiğini söyler, neden. Neden kadınlara şefkat kahramanları der, neden?
Kendi cinsine şefkat etmek bir manevi şükürdür, hem de hakiki şükürdür, böyle olsaydı bütün kavgalar sona ererdi. Peygamberimizin (asm) hayatı şefkatin en nadide örnekleri ile doludur. Bir gün mescide gelen bedevi oraya defihacet eder, ashab ayaklanır. Peygamberimiz (asm) şefkat bahri. “Durun bu adam bir bedevi, bilse yapmaz, anlayışı o yerde değil“ der. Adamı çağırır nasihat eder. Yine amcasını öldüren kadın Müslüman olmak ister, “gelsin olsun ama bana görünmesin, onu görünce amcam aklıma geliyor“ buyurmuşlar. Bugün toplumun en büyük hastalığı şefkatsizlik. Bunun giderilme yolu da oruç. Ancak oruçla gurur ve azamet, kendini beğenmişlik gibi kötü vasıflar yerini merhamet ve şefkate bırakır.
Oruç tabakalar arasındaki gerilimleri, uzlaşmazlıkları bedensel bir temrin ile giderir ve tabakalar birbirine şefkatle eğilir. Bu tabakalar kelimesini Bediüzzaman oruçta kullandığı gibi zekatta da kullanır. Zekat da tabakalar arasındaki tansiyonu düşürtür. Hem oruç hem de zekat insan tabakaları arasında gelir farklılıklarının neden olduğu uzlaşmazlıkları merhametsizlikleri giderir.
Oruç zenginle fakir arasında köprüdür, aynı şekilde zekat da. Bediüzzaman anlatır, “zekat da İslamın kantarası” yani köprüsüdür. Demek, birisi dini, diğeri asayişi muhafaza eden İlahi iki esastırlar. Bunun için birbiriyle bağlanmışlardır. Zekatlar en etkili şekilde Ramazan ayında verilir, demek bu ay tabakalar arasında gidiş gelişleri tevazuu kuran bir aydır. Kur’an’ın da bu ayda inmesi bu ayı tamamen sosyal, beşeri ve bedeni ve manevi bir tedavi ayı yapar.
Ey sosyologlar kalabalık laflar etmekle toplumu tamir etmek ne mümkün. Üstad bize faydası olmayan bu sözleri anlatanları kaselise benzetir. “Bin nefrin senin gibi Avrupa kaselislerine“ der. Ne demek yani nal yemek çanağı kapının önüne konur onu, kedi köpek gibi hayvanlar yalar. Şahsiyetsiz ve milliyetine göre davranmayan ilim adamı da Avrupanın artıklarını ilim diye yalar ve medarı fahr gibi topluma anlatır.
“Evet, zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.
Evet, eğer tarihi bir nazarla sahife-i aleme bakacak olursan ve o sayfayı lekelendiren beşerin mesavisine, hatalarına dikkat edersen, heyet-i içtimaiyede görünen ihtilaller, fesatlar ve bütün ahlak-ı rezilenin iki kelimeden doğduğunu görürsün.
Birisi: "Ben tok olayım da, başkası açlığından ölürse ölsün, bana ne!"
İkincisi: "Sen zahmetler içinde boğul ki, ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim."
Alem-i insaniyeti zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekattır.
Nev-i beşeri umumi felaketlere sürükleyen ve bolşevikliğe sevk edip terakkiyatı, asayişi mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan, hurmet-i ribadır.
“Arkadaş! Heyet-i içtimaiyenin hayatını koruyan intizamın en büyük şartı, insanların tabakaları arasında boşluk kalmamasıdır. Havas kısmı avamdan, zengin kısmı fukaradan hatt-ı muvasalayı kesecek derecede uzaklaşmamaları lazımdır. Bu tabakalar arasında muvasalayı temin eden zekat ve muavenettir. Halbuki vücub-u zekat ile hurmet-i ribaya müraat etmediklerinden, tabakalar arası gittikçe gerginleşir, hatt-ı muvasala kesilir, sıla-i rahim kalmaz. Bu yüzdendir ki, aşağı tabakadan yukarı tabakaya ihtiram, itaat, muhabbet yerine ihtilal sadaları, haset bağırtıları, kin ve nefret vaveylaları yükselir. Kezalik, yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine zulüm ateşleri, tahakkümler, şimşek gibi tahkirler yağıyor. Maalesef, tabaka-i havastaki meziyetler, tevazu ve terahhuma sebep iken, tekebbür ve gurura bais oluyor. Tabaka-i fukaradaki acz ve fakirlik, ihsan ve merhameti mucip iken, esaret ve sefaleti intaç ediyor. Eğer bu söylediklerime bir şahit istersen alem-i medeniyete bak, istediğin kadar şahitler mevcuttur.
Hülasa: Tabakalar arasında musalahanın temini ve münasebetin tesisi, ancak ve ancak erkan-ı İslamiyeden olan zekat ve zekatın yavruları olan sadaka ve teberruatın heyet-i içtimaiyece yüksek bir düstur ittihaz edilmesiyle olur.
Fakirlere gelen acı, açlık ve kahtın sebebi dahi, orucun tatlı açlığını çekmedikleri ve zenginlere gelen hasâret ve zayiatın sebebi de, zekât yerinde ihtikâr etmeleridir. Ve Anadolu’nun bir meydan-ı harp olmamasının sebebi,illellezine amenu kelime-i kudsiyesinin hakikatini fevkalade bir surette yüz bin insanın kalblerine tahkiki bir tarzda ders veren Risale-i Nur olduğunu, pek çok emareler ve şakirtlerinden binler ehl-i hakikat ve dikkatin kanaatleri ispat eder.
Ezcümle: Emarelerden biri, Risale-i Nur’a sıkıntı veren, veyahut hizmetinden çekilen pek çok adamların tokat yemeleri gibi, bu sene, bu memleketin etrafında umumî bir tarzda Risale-i Nur’un intişarına sıkıntı verip şimdiki bir nevi tevakkuf devresi vermek hatasıyla, şimdiki umumî sıkıntının bir sebebi olduğunu göstermesidir.“
Yukarıdaki cümlede oruç ile zekatın ülkeyi, ülkeleri nasıl savaş meydanı yapmadığını anlatır. Bediüzzaman nasıl toplumun nabzını tutar? Bir büyük sosyologdur Bediüzzaman.
“Hem değil yalnız eşhasta ve hususî cemaatlerde, belki umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk, zekâttır. Çünkü, beşerde, havas ve avam, iki tabaka var. Havastan avâma merhamet ve ihsan; ve avamdan havâssa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekâttır. Yoksa, yukarıdan avâmın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar. İki tabaka-i beşer, daimî bir mücadele-i mâneviyede, bir keşmekeş-i ihtilâfta bulunur. Gele gele, tâ Rusya’da olduğu gibi, sa’y ve sermaye mücadelesi suretinde boğuşmaya başlar.”
Fransa’da olduğu gibi Rusya’da da çekişmenin kaynağı zenginlerle fakirler, çalışanlarla, patronlar arasındaki çekişmedir. Marks işverenler ile işçiler arasındaki bu mesafeyi hatta işçiye hayvan muamelesi yapmayı ilk defa dile getirir ve arada mesafe kurmak gereğini anlatır. Felsefesinin ateist tarafı muzır ama bu işçi hakları konusundaki mücadelesi takdir edilmiştir. İşçiyi kölelikten kurtarmışsa da daha sonra patronların yerini sendikalar almış, kölelik yine devam etmiştir. Ama öncekinden az da olsa hafif. Bediüzzaman ne kadar yüksek zaviyeden anlatır tabakalar arasındaki mesafe açıklığını, huzursuzluğun ihtilallerin kaynağını.
“Ey ehl-i kerem ve vicdan! Ve ey ehl-i sehâvet ve ihsan! İhsanlar zekât namına olmazsa, üç zararı var. Bazen da faydasız gider. Çünkü, Allah namına vermediğin için, mânen minnet ediyorsun, biçare fakiri minnet esareti altında bırakıyorsun. Hem makbul olan duasından mahrum kalıyorsun. Hem hakikaten Cenâb-ı Hakkın malını ibâdına vermek için bir tevziat memuru olduğun hâlde, kendini sahib-i mal zannedip bir küfrân-ı nimet ediyorsun.
Eğer zekât namına versen, Cenâb-ı Hak namına verdiğin için bir sevap kazanıyorsun, bir şükrân-ı nimet gösteriyorsun. O muhtaç adam dahi sana tabasbus etmeye mecbur olmadığı için, izzet-i nefsi kırılmaz ve duası senin hakkında makbul olur. Evet, zekât kadar, belki daha ziyade nafile ve ihsan, yahut sair suretlerde verip riyâ ve şöhret gibi, minnet ve tezlil gibi zararları kazanmak ne-rede? Zekât namına o iyilikleri yapıp, hem farzı edâ etmek, hem sevabı, hem ihlâsı, hem makbul bir duayı kazanmak nerede?”
Bediüzzaman yukarıdaki cümlelerde zekattan hareketle tarih felsefesi yapar, ihtilallerin menşeinin tabakalar arasında uzlaşma ahlakı olmamasıdır. Burada da yine anahtar kelime tabakalardır. Faruk Nafiz “aç midelerden körpe ihtilaller çıkar“ der. Bediüzzaman tarihi zekatsızlık yüzünden gözden geçirmiş ve nedenini anlatmıştır. Fransız ihtilali tamamen tabakalar arasındaki gelir dağılımının bozulmasındandır. İki şehrin hikayesi isimli eserinde Charles Dickens ihtilal öncesi Paris’indeki açlık ve sefaleti örneklerle anlatır. Öyle açtırlar ki sokağa bir fıçının patlaması ile dökülen şarabı insanlar yere yatarak içerler. Yazar demek ister ki bu derece aç olan bir toplumdan ihtilal kaçınılmazdır. İhtilal öncesi Fransa’sında gelirin nerde ise yüzde yüze yakın bir kısmı az bir kısım azınlıkta toplanır. Bir aristokrat faytonunun önüne çıkan fakir bir çocuğu ezer ve faytonundan iner, halkı suçlar, ve halka aracının önüne çıktıklarını söyler. İhtilal olduğunda birçok zengin fakirlerin darbeleriyle öldürülür.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.