Risale-i Nur medeniyetine doğru

Ağaçların tepesinde inşa edilmiş kulübelerde tefekkür alemlerine dalmış bir Üstadı olan bizler, tabiatın bağrından uzak bir şekilde beton duvarların arasında yaşıyoruz. Halbuki Bediüzzaman Hazretleri için beton duvarlar, medrese-yi Yusufiyeler yani –hapishaneler- demekti öncelikle. Bizlerse binaların kasvetli cidarlarından sonsuzluğa yol açma derdine düşmüş hakikat sondajcıları gibi, bilmem kaçıncı kattaki evlerimizde soluk almaya çalışıyor, ruhlarımızı iman hakikatleriyle besleyip duruyoruz. Taştan bile nur çıkaran eserlerimiz var çünkü.

Halbuki en öncelikle bizler geldiğimiz yeri ve tüm imkansızlıklarımızın sonuçlarını yeterli saymayıp, Bediüzzaman Hazretlerinin planını çizdiği Medreset’üz Zehra’nın benzerini kendi şehrimizde, kasabamızda inşa edebilmeli değil miydik? Önce kendi evimizi ardından da mahallemizi ve şehrimizi Medine’tüz Zehra (Çiçek Şehri-Medeniyeti) yapmalı değil miydik? Sav kasabasının bahçelerini, derelerini, Barla denizini, Cennet Bahçesini bilenler, Nurların bu cennet misali beldelerde bu derece feyizli ve bereketli manalarıyla nasıl böyle rengin bir üslupla inkişaf ettiğini de anlayacaklardır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Zehra Medresesinin temellerini Van’ın manzarası en güzel olan mekânında, Van gölü kıyılarındaki Edremit’te atması tesadüf müdür acaba? (Gerçi kâinatta tesadüf olmadığını bilenler için bu soru anlamsızdır.) Üstadımızın ikamet ettikleri Osmanlı mimarisi tarzındaki evleri de bizler için numune-yi imtisal olabilir aslında. Dünyanın en güzel görünümlü harflerine sahip olan Kur’an-ı Kerim’in hakikatlerini, imanın güzelliklerini yaşamaya ve yaşatmaya hayatını adamış bizler, bu güzelliğin yansımalarını elbette ve öncelikle evimizde, bahçemizde, ders evimizde ortaya koymamız gerekiyor.
Haddi zatında her şeyimizi uğrunda feda ettiğimiz iman hakikatleri de kâinat kitabıyla şimdikinden bin kat daha içli dışlı olmamız gerektiğini bize fısıldamıyor mu? Çünkü Risâle-i Nur’un mesleği tefekkür mesleğidir ve tefekkürün en güzeli Allah’ın sanatı olan tabiat meşheriyle iç içeyken gerçekleştirilir. Bediüzzaman Hazretleri’nin “Cenneti” konu alan 28. Söz gibi pek çok önemli esere imza attığı Cennet Bahçesini, Barla’nın ağaçlarını, çiçeklerini tüm yansımalarıyla hemen evimizin yakınlarına getiremez miyiz?

Ya da iman hizmetinin yapıldığı her beldede, kasabada, şehirde, ortak çalışmalarla Cennet Bahçesi benzeri mekanlar ihzar edip, en azından iki haftada bir oralarda toplanıp sohbetler yapamaz mıyız? Çocuklarımızı tabiattan, ağaçtan, ottan, topraktan, İslami bediiyyat duygusundan yoksun bir şekilde betonların arasında yaşamaya mahkum ediyoruz. Buna rağmen onlarda, ilk dönemdeki sıddık, sebatkar, erkan talebelerin toprak ve çiçek gibi samimi kokularını bulmaya çalışıyoruz.

Sohbet evlerimizin mimarisinde de, şekilsiz, estetiksiz, sanatsız bir üslup gütmek yerine Selçuklu-Osmanlı mimarisi karışımı bir mimari anlayışı yerleştiremez miyiz? Çünkü bizler yepyeni bir medeniyetin mimarlarıyız ve kuracağımız medeniyeti öncelikle bizler yaşayacağız. Kendi hayatımıza sokmadığımız ve örneklendirmediğimiz bir medeniyeti, başkalarına nasıl önerebiliriz ki? Evlerimizin mimarisinde İslami hassasiyetlere riayet etmemiz, misafirlerimizi göz önüne alarak içlerinde banyo ve tuvaletlerin bulunduğu bir misafir odası, evimizin bir köşesinde kendilerine özgün mimarisi ve deseniyle bir ders odası inşa etmemiz gerekiyor.

risale_merdiven.jpgMesela bizler helale, harama, şüpheliye kendi o dar alanlarımızda bu denli dikkat etmeseydik, bugün Helal Gıda sertifikası diye bir şey de olmayacaktı belki. Çünkü büyüklerimizin de himmetleriyle, ümmete unutturulmak istenen Helal Gıda anlayışını bu hizmet canlı tuttu. Açık konuşalım ki Risâle-i Nur hizmeti Kur’an-ı Kerim’e ve Kur’an harflerine bu kadar önem vermemiş olsaydı, bugün Türkiye’de Osmanlıcadan bahsedilmez, Kur’an kursları çok sınırlı sayıda kalır, hatta İlköğretimlerde gerçekleştirilecek Arapça derslerinin hayalini bile kuramazdık. Ezanın bile aslına dönüşünde Risâle-i Nur’un etkisini kimse inkar edemez. Kendi medeniyetimizin mimari anlayışını yaşattığımızda da emin olun ki bu anlayış tüm Türkiye’ye şimşek hızında yayılacaktır. Çünkü biz farkında olmasak da tüm dışımızdakileri etkileyen, değiştiren bir samimiyet, fıtrilik ve haklılık gücüne sahibiz.

Hayvan haklarını fiili eylemlerle savunma açısından da Nur talebeleri öncü olmak zorundadır. Sineklere duyduğu o engin şefkatle bizlere örnek olmuş olan Üstadımız, herhalde kimi evlerdeki sinek ilaçlarını görmüş olsaydı gözyaşlarına hakim olamazdı. Bu bağlamda, evlerimizin bahçelerinde çocuklarımızın sevip okşayacağı kimi mübarek hayvanların da bulunmasına özen göstermeliyiz. Bu arada hanımlarımıza da büyük vazifeler düşmektedir. Tatlı mırmırlarıyla Allah’ın rahmetini hatırlatan sevimli kedicikleri evlerimizden kovduğumuzda, aslında rahmeti, bereketi ve şefkati de evimizden kovduğumuzu unutmayalım. 

Eminim ki pek çoğumuz bu anlattıklarımı zaten yaşıyor. Ama bir kısmımız maalesef köy hayatından kaçmak adına pek çok güzelliği de terk etmiş durumdayız. Emin olun ara sıra gidip soluk alabileceğimiz, bahçesinde ağaçlar dikip sohbetler edebileceğimiz mütevazi bir köy evini almak çok da pahalıya patlamaz bize. Kur’an’ın hakikatli bir tefsiri olan Risâle-i Nurlar kütüphanelerimizin raflarını süsleyen dekorlar değil, yaşamımızı tam da merkezden tedavi edecek doktorlardır. Risâle-i Nurları defalarca okuduğumuz halde hala sorunlar yaşıyorsak, onun reçetelerini gerçekten yaşamıyoruz demektir.

Risâle-i Nur’u tüm ruhumuzla yaşamaya başladığımızda, yepyeni bir medeniyeti hayata geçirerek sadece kendimizi değil tüm dünyayı güzelleştireceğimizi de unutmayalım. Daha önceki yazılarımda da bahsettiğim gibi, Medrese’tüz Zehra’nın fıtri bir sonucu olan Medine’tüz Zehra’yı önce evlerimizde ve kendi yaşantımızda inşa edeceğiz.
Risâle-i Nur’la meşgul olan insanların bulunduğu yerlerde görülebilecek en zorunlu manzara ağaçlık alanlardır. Nurları okuyup da çevremizi ağaçlandırma çalışmaları yapmıyorsak, kendi tefekkür alanlarımızı da kendimiz baltalıyoruz demektir. Kâinattaki “kuddüs” isminin tecellilerini görüp de kendimizi, evimizi, çevremizi pırıl pırıl temizlemiyorsak, bilgimize yazık ediyoruz demektir. Zira Risâle-i Nur  “Kuddüs” olan Rabbimizi bize o kadar yakından tanıttı ki, en ufak nezafetsizliğimizde ondan utanıp sıkılmamız gerekiyor.

Risâle-i Nur’un hayat alanına girmesi demek, Risâle-i Nur’da geçen Allah’ın güzel isimlerinin şehirlerin sokaklarında, mahallelerinde somutlaşması anlamına gelir. Zira bizim medeniyetimizin abideleri heykeller ya da suretler değildir. Mesela, her şehirde bir geri dönüşüm merkezi kurmadıktan sonra İktisat Risâlesi’ni hayata soktuğumuzu asla düşünmeyelim. Mahkemelerimizde ve devlet yönetimimizde “adalet-i mahza” anlayışı hakim olmadıktan sonra da Risâle-i Nur’un hayat alanına girdiğinden bahsedemeyiz.
Risâle-i Nur’un “hayatın” alanına girmesi, sokaklara çıkıp Risâle okunması, namaz kılınması, alış veriş merkezlerinde topluca tesbihat yapılması anlamına gelmiyor kesinlikle. Risâle-i Nur’un bütün engel perdelerini yırtıp “hayat” alanına girmesi demek, Risâle-i Nur’daki bütün o Kur’âni ve Nebevi hükümlerin özellikle toplumca yaşanması anlamına geliyor. Mesela Risâle-i Nur talebelerinin “yenilenebilir enerji” kaynaklarına taraftar olmaları ve bu kaynakları geliştirmek için gayret göstermeleri gerekir. Bu alanda yapılacak her çalışma Risâle-i Nurun hayatın sınırlarına dahil olması anlamına gelir…

Mesela Risâle-i Nurlarla iştigal eden işadamlarımız, işçilerinin haklarına en fazla riayet eden, iş ilişkilerinde oldukça dürüst olan insanlar olmalıdır. Bu güzel insanlar için para ve kazanç en öncelikli olan amaç değildir. Hakkı ve adaleti yeryüzünde yerleştirmek gibi ulvi bir vazifeleri olduğunu da bilirler. Herhangi bir iş yerinin çalışanlarının İhlas Risâlesinin düsturlarına riayet ettiklerini bir düşünün. Diyebiliriz ki, şirket-i maneviye düsturunun maddi alana da yayılması demektir Risâle-i Nur’un hayat alanına girmesi. Bu düsturların yaşandığı bir toplumda kavga, terör, şiddet, nefret, kıskançlık olur mu? İşte ahlak ve şiddet anarşileri ile mücadele etmenin yolu… Risâle-i Nur’un hayat alanına girmesi demek, sekine sandığındaki İsm-i Âzam olan 6 güzel ismin (Ferdun, Hayyun, Kayyumun, Hakemun, Adlun, Kuddüsün) tüm dünyevi alanlarda yansıtılması demektir.  

Marketlerimiz, otellerimiz, finans kurumlarımız, okullarımız, dershanelerimiz, gazetelerimiz, internet sitelerimiz, televizyonlarımız, bakkallarımız, bahçelerimiz, evlerimiz; kısacası yaşadığımız ve içine girdiğimiz her alanda elimizdeki bütün imkanları kullanarak Esma-yi Hüsna abideleri dikebiliriz… Bu son asrın yüzüne dikeceğimiz en görkemli abide ise Risâle-i Nur’da çoklukla zikredilen “Ehadiyet-Vahidiyet” (Ferdiyet) hakikatinin yansıması olacak olan “Birlik” abidesi olacaktır. Çok fazla da olmayan farklılıklarımızla “ehadiyeti”; bu çok ufak farklılıklarımıza rağmen birlik olabilmekle de “vahidiyeti” yansıtmış olacağız. İşte o zaman Risâle-i Nur’un en büyük davası olan “tevhid” davasının milletler ve devletler boyutunda da en büyük abidesi dikilmiş olacaktır. Evlerimizde, çevrelerimizde medeniyetimizi inşa etmeye çalıştığımız gibi, kâinatın düzenine uyumlu olarak önce ülkemizde ardından da yeryüzünün kıtalarında “tevhid” hakikatini hayata sokmaya çalışmalıyız.

Kısaca, Risâle-i Nur medeniyeti demek, Rabbimizin kâinatta yansıyan güzel isimlerinin beşeri âlemde de “gâyet kemal” ve “nihâyet cemal” mertebelerinde yansıması demektir. Allah’ın kâinatta yansıyan güzel isimlerinin gayet cemaldeki kemalleri ve nihayet kemaldeki cemalleri, beşeri arenada ancak böyle muazzam bir “adalet” (El Adl), “nezafet” (El Kuddüs), “hikmet, ve hakimiyyet” (El Hakem), “birlik” (El Ferd)  ruhuyla “hayata” (El Hayy) girecek ve mühlet verilen o son ana kadar bu medeniyet “kâim” (El Kayyum) olacaktır. İnşaallah… (OD)

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
3 Yorum