Mustafa ÖZCAN
Risale-i Nur, tasavvufu dışlar mı, kucaklar mı?
Nesil Şirketler Grubu’nun merkezinde tasavvufla alakalı olarak Prof. Dr. Mehmet Çelik’i dinledik. Kendisiyle ilk defa da burada karşılaştık. Demirhan Kadıoğlu ile aynı sofrayı paylaşmıştık ve yanımızda bulunan diğer arkadaşlar Mehmet Çelik’i soframıza davet ettiler ve böylece tanışmış olduk. Tanışmada sağ olsun iltifat etti ve dış politika yazılarımızı beğendiğini ve takdir ettiğini söyledi. Bekir Berk Salonunda Risale-i Nur eksenli olarak tasavvufu anlattı. Seçkin ve dikkatli bir dinleyici kitlesi vardı. İhsan Atasoy ve Cemal Uşşak zaman zaman müzakere ve katkılarıyla da devreye girdiler. Sohbet Risale-i Nur eksenli olmaktan çıktı ve dallandı budaklandı (Araplar buna zu şucun ve güsun diyorlar). Sohbet sırasında şu soruya cevap arandı? Tasavvuf Nur şakirtlerinin anladığı gibi mi? Keza Nur talebelerinin tasavvuf anlayışı Bediüzzaman’ın anlattığı gibi mi? Mehmet Çelik hem zımni hem de açık bir biçimde bu sorulara ‘hayır’ cevabı verdi. Esasında konuşmasıyla ortak buluşma zeminini tarif etti. Bu sahada Nur talebelerinin üstatlarını yanlış veya eksik anladıklarını ifade etti. Elbette sözleri tartışılır. Lakin zaten bunları tartışmaya katkı olsun diye anlattı. Peygamberimiz hadisler yoluyla ümmetini ‘tenakür’den yani birbirine sırt çevirmekten ve yabancılaşmaktan menediyor. Bunun kategorilerinden birisi şu olabilir: Bazen insan veya meşrep sahibi mesleğine çok güvenerek ve başkalarının mesleğini de hakir veya dun görerek istemese de tenakür çizgisine yani yabancılaşma çizgisine hizmet ediyor. Kendi mesleğini hak bilirken başkalarının mesleğini en azından zımni dairede batıl olarak biliyor ve kardeşine karşı istiğna hali yaşıyor. Ehl-i tarikat ise bu istiğna haline karşı kırılıyor ve güceniyor. Bazen mesleğine tecavüz edildiğini varsayarak düşmanca refleksler de gösteriyor. Müzahamet ve rekabet damarları tahrik oluyor.
Mehmet Çelik, Bediüzzaman’ın tarikatlarla ilgili ifadelerinin konjonktür icabı olduğunu ve ilcaat-ı zamana uygun düştüğünü veya dayandığını söylemiştir. Söylendiği zeminde ve zamanda doğru olan bu sözlerin başka bir boyutta farklı değerlendirmelere tabi olduğunu da beyan etmiştir. Yani Risaleler kendi genelini(am) tahsis ve kendi mutlakını takyit ediyor. Çelik bu meselede dönemsel değerlendirmelerden bahsetmiştir. Zamana göre görev ve vacip değişir mi sorusuna(1) Şah Veliyyullah Dehlevi ‘el İnsaf’ adlı eserinde çok güzel bir biçimde cevap verir. Sözgelimi önceleri hadis tedvinine müsaade edilmediği halde sonra müsaade edilmiştir. Bu durum, anın vacibine bir örnektir. Demek ki ‘anın vacibi’ sadece sufilere ait bir deyim olmayıp fıkhı bir boyutu da vardır. Gramerin(nahv-sarf) tanzimi de böyledir. Demek ki vacip duruma ve zamana göre değişebilir. Zaten tasavvufun temeli şeriattır ve şeriatın mer’i olmadığı yerde tarikatın inkişafı müteazzır ve zordur. Bundan dolayı şeriat zemini olmayan yerde tarikat hayatı yoktur. Ya da hilafı memuldür. Sufiler bunu ‘şeriatsız tarikat olmaz’ diye özetlemişlerdir. Kur’an ve sünnet şeriatın temeli fıkıh ise onun binası veya gövdenin dalıdır. Fıkhın temeli Kur’an ve Sünnet olduğu gibi tasavvufun temeli de Kur’an, Sünnet ve bileşenleri anlamında fıkhı ifade eden şeriattır. Mehmet Çelik’in de temas ettiği gibi şeriatla bağlantısından dolayı tasavvuf ile mistisizm birbirinden ayrıdır. Karıştırılmamalıdır. Alanı aynı sınırları ayrıdır. Mistisizm penceresinden bakanlar, tasavvufu serazat ve müstakil yapmak isterler. Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’an’la barışık felsefe olduğu gibi Kur’an ve Sünnetle barışık tasavvuf da vardır. Barışık olmayan mistisizm de vardır. Ya da tasavvufla barışık mistisizm olduğu gibi barışık olmayan boyutu da vardır. Ruhani bir deneyim olarak mistisizmin ucu açık iken tasavvufun ucu şeriatla mühürlüdür. Bu mesele ile alakalı olarak Bediüzzaman mealen şunları söyler :” Peygamberin (A.S.M.)yolu dışında hakikate ulaşabileceklerine inandıklarından dolayı birçok kibar-ı evliya ve mutasavvıf şeriat kılıcıyla idam edilmiştir (2). Tasavvufu mistisizme karıştıranlar onu bidata bulaştırmaktadırlar. Bazı evliyayı enbiya ve sahabenin fevkına çıkarmaları veya görmeleri gibi. Bu tarz bir tafdil tasavvufun vartalarından veya mistisizm temayülatından biridir.
Şeriat tarikat beraberliğini Yunus diliyle söyleyecek olursak:
“Mumsuz baldır şeriat, tortusuz yağdır tarikat. Dost için balı yağa ne için katmayalar?” Tasavvuf şeriatın katığıdır ve damıtılmış halidir. Şeriat muhkem tasavvuf ise müteşabih bir alandır. Müteşabih alan muhkem alana tabidir. Lakin müteşabih alan üst bir dil ve anlamdır. Dili kuşdili veya Hüdhüd dilidir. Mevlana’nın müjdecisi Feridüddin Attar, Simurg adlı eserinde ve Şeyh Galip ise Hüsn-ü Aşk’ında bu dili kullanır. Musa ile Hızır ve Mevlana ile Şems bu mütedahil makamları temsil ederler. Bu açıdan Şems gitmiş Mesnevi gelmiştir. Mehmet Çelik’e göre Simurg’da verilen mesaj şudur: Hakikat otuz parçaya da bölünse tektir. Diğerleri birin boyutlarıdır. Kesrette vahdet halidir. Şer-ü men kablena olduğu gibi tasavvufu men kablena da vardır. Yani bizden öncekilerin şeriatı olduğu gibi bizden öncekilerin de tasavvufu vardır. Yahudilik ‘katı bir din’ olarak bilinmesine rağmen onun da mistik yönü vardır. Hıristiyanlık ise tamamen ahlak ve manevi boyuttur. Lakin yaşayan tek canlı gelenek İslam’dır. ‘Tasavvufu men kablena’nın misallerinden birisi Hızır ve Musa kıssasıdır. Yusuf Kıssası hem romantizm hem de siyaseti ihtiva eder. Lakin Musa –Hızır kıssası tasavvuf kıssasıdır. Bu anlamda Maniheizm veya Budizm de elbette ki tasavvufun kaynakları arasında sayılabilir. İsmail Raci Faruki, İbrahim Ethem kıssası ile Sidarte arasında benzerlik bulunduğu gerekçesiyle bu kıssayı uydurma olarak nitelendirir. Elbette Eflatun, Maniheizm ve Budizm de ve eski dinlerde mistik bir boyut bulunmaktadır. Bunların İslam tasavvufu ile temas hatları olması da mümkündür. Bunların sıhhatinin tayini için İslam mihengine vurulmaları iktiza eder. Lakin mistik çizgi tasavvufa galip değildir. Sözgelimi bu temasın test edildiği alanlardan birisi yoga meselesidir. Kimileri yogayı dini bir gelenek olarak görürken kimileri sportif bir gelenek olduğunda ısrarlıdır. İmam rabbani, Yakup Çerhi gibi Nakşibendi meşayıhı bu geleneği dini bir gelenek olarak görerek Müslümanların bu gelenekten sakınmaları gerektiğini vazetmişlerdir. Tasavvufun bundan müstağni olduğunu söylemişlerdir. İmam Rabbani ve yolundakilerin veya muakkiplerinin kapattığı bu yol günümüzde sanki kimilerince yeniden açılmak istenmektedir. Mehmet Çelik, Muhakemat’tan hareketle veya yola çıkarak Memun devrinde Yunan hikemiyatının tercüme yoluyla İslamileştirildiğini ifade etti. Halbuki, bu tespit Muhakemat’taki tespitlerle tam olarak örtüşmüyor. Bediüzzaman bu hususta Gazali gibi düşünüyor. Bu meseleye mutlak değil izafi ve göreceli bir önem atfediyor. Bazı ilimlerin İslamileştiği ve bazılarının da zamanla gayri İslamileştiği söylenebilir. Bediüzzaman bu hususta şunları ifade etmektedir:” Hem de, vaktâ hikmet-i Yunaniyeyi Müslüman etmek için Me’mun’un asrında tercüme olundu. Fakat pek çok esâtîr ve hurâfâtın menbaından çıkan o hikmet, bir derece müteaffine olduğundan, safiye olan efkâr-ı Arabın içlerine tedahül ettiğinden, bir derece efkârları karıştırdığı gibi, tahkikten taklide bir yol açtı. Hem de âb-ı hayat olan İslâmiyetten kariha-i fıtriyeleriyle istinbat etmeye kâbil iken, o hikmetin telemmüzüne tenezzül ettiler. Evet, nasıl ki ihtilât-ı A’câm ile kelâm-ı Mudarî’nin melekesi fesada yüz tutmakla muhakkikîn-i ulema o melekeyi muhafaza etmek için ulûm-u Arabiyenin kavaidini tedvin ettiler. Öyle de, şu hikmet ve İsrailiyat dahi, daire-i İslâmiyete duhulleriyle beraber, bazı nakkad-ı muhakkikîn-i İslâm temyiz ve tasfiyelerine teşebbüs ettiler. Fakat-hayfâ!-tamamıyla muvaffak olamadılar. İş bu kadar da kalmadı. Çünkü tefsir-i Kur’ân’a sarf-ı himmet edildiği vakit, bazı ehl-i zahir, Kur’ân’ın nakliyatını bazı İsrailiyata tatbik ve bir kısım akliyatını dahi hikmet-i mezbureye tevfik ettiler. ..”
Bediüzzaman’ın bu işe çekinceli olarak bakmasına rağmen Mehmet Çelik’in de ifade ettiği gibi bu satırlarda bilginin İslamileştirilmesine temas vardır. Bu güzel bir tespittir. Gazali gibi zevat, mantığı ideolojik olmayan teknik ve dolayasıyla İslami ilimler kategorisine sokmasına rağmen doğrudan bilginin İslamileştirilmesinden söz etmemişlerdir. Bunu ilk defa sistematik hale getirmeyi deneyen İslam Düşünce Enstitüsü ve İsmail Raci Faruki olmuştur. Lakin Faruki tasavvufla problemli olmuştur.
Mehmet Çelik ‘ Her hakikat kendi menşeinden bağımsızdır’ sözünden hareketle Yunaniyat’a ait bilgi alınırken Yunan kültürünün bütünüyle alınmış olmayacağını hatırlatmıştır. Bu doğrudur ve bu anlamda Bediüzzaman medeniyet meselelerine parçalı olarak bakabilmiştir. Taha Hüseyin ve onun rehberi Arnold Toynbee medeniyetin bir bütün olduğunu ve paket halinde alınabileceğini veya bırakılacağını ileri sürmüştür. Bediüzzaman ise İmam Rabbani’nin kullandığı telahuku efkar tabiri üzerinden medeniyetler arası alışverişin seçmece olabileceğini ortaya koymuştur. Toynbee ve Taha Hüseyin medeniyete ideolojik gözlükle bakarken Bediüzzaman teknik gözlükle bakmış ve isabet etmiştir. Dolayasıyla seçmece bir alışveriş mümkündür. Medeniyetler birbirinin kopyası ya da zıddı olmak zorunda değildir. Tekamül kanunuyla birbirlerini tamamlayabilirler. Lakin Bediüzzaman aynen Bernard Lewis gibi Batı medeniyetiyle İslam medeniyetini zıt kategorilerde görmüştür. Zira Batı medeniyeti maddeci bir medeniyettir ve manevi bağlarıyla ilişkisini kesmiştir. Bu onun maddi tarafından istifade edilmeyeceğini elbette ki göstermez. Tabii ki bu maddeci olmak değildir. İkisi birbirinden farklıdır.
Bütüne parçacı olarak bakanlar tasavvufu anlamayabilir ve dışlayabilirler de. İbni Haldun’un kimi seleflerinden menkul bir biçimde bütün meşreplerin İslam kumaşını parçalayarak üzerlerine yamalık yaptıklarını ve herkesin İslam kumaşının kendinde olduğunu söylemesini ifade etmesi gibi.. Kur’an buna ‘ Her hizip kendi elindekiyle sevinip övünür.’ demektedir (Rum: 32).
Mehmet Çelik tasavvuf ile şeriat dairelerinin buluşma noktasını mecmaa’l bahreyn olarak ifade etmektedir. Mehmet Çelik tasavvufun dönemsel bir durgunluktan sonra ataleti üzerinden attığını ve yoluna devam ettiğini ve Bediüzzaman’ın da bu yönde Risale-i Nur’la tarikat veya tasavvufun münasebetine temas ettiğini hatırlatır: “Lakin hem Risale-i Nur inkar-ı uluhiyyetin, dinsizliğin belini kırmıştır hem de ehl-i tarikatın ekseriyyeti bid'alara mağlup olmamıştır.” Bu nedenle 1950'lerde Üstad "zaman tarikat zamanı değildir iman kurtarma zamanıdır" sözüne Emirdağ Lahikasındaki şerhi düşüyor: "Şimdiye kadar ben yalnız iman hakikatını düşünüp ‘Tarikat zamanı değil, bid’alar mani oluyor’ dedim. Fakat şimdi, sünnet-i Peygamberî dairesinde bütün on iki büyük tarikatın hülâsası olan ve tariklerin en büyük dairesi bulunan Risale-i Nur dairesi içine, her tarikat ehli kendi tarikatı dairesi gibi görüp girmek lâzım ve elzem olduğunu bu zaman gösterdi. Hem ehl-i tarikatın en günahkârı dahi çabuk dinsizliğe giremiyor; kalbi mağlup olamıyor...(3)”
Bediüzzaman tarikatlarla ilgili zamana kayıt düşse bile hiçbir zaman tasavvufa kayıt düşmemiştir. Zira işin kalıbı değil ruhudur. O ruh İslam içinde her zaman baki ve saridir. İhsan Atasoy ile birlikte Sefa Mürsel de ‘ şimdi tarikat zamanı değil’ ifadesinden Nur talebelerinin tasavvufu ret manası çıkardıklarını ve mesafeli durduklarını hatırlatmış ve Mehmet Çelik’ten bunun hakikatini sormuştur. Mehmet Çelik tasavvufsuz zaman olmadığını ve Bediüzzaman’ın da tarikatların önündeki maniaların kalktığına işaret ettiğini hatırlatmıştır. Tarikat tasavvufun ete kemiğe bürünmesidir. Fetret dönemlerinde sufiler de ‘sırran tenevveret’ kaidesiyle hareket etmişlerdir.
Selçukluların yıkılmasından sonra devlet işlerini cemaatler deruhte etmiştir. Bazen devlet ortadan kalkar lakin onun yerini toplum veya toplumun örgütlü yapıları alır. Anadolu Selçuklularının yıkılmasından sonra yaşandığı gibi. Sufi ve Komiser gibi kitaplar fetret devirlerinde bile tarikatların veya müridizmin aktif olduğunu ve halkı hakka irşat ettiğini ortaya koymaktadır. Bediüzzaman tarikatlarla ilgili çekincesini ifade ederken bunu iki kritere bağlamıştır. Biri şer’i kriter diğeri ise zaman (ilcaat) veya sosyolojik kriterdir.
Birincisi: Şer’i ayak olmadan yapılacak tarikat hizmetleri çabucak sapmalara dönüşebilir ve bidatkar bir mecra kazanabilir. Bundan dolayı eskiler ‘şeriatsız tarikat olmaz’ demişlerdir.
İkincisi: Bu sözü sosyolojik makamda söylemiştir. Şimdi tarikat zamanı değil cemaat zamanı derken tekil akıl ve faaliyetler yerine ortak akıl ve ortak faaliyetlerin önemine dikkat çekmiş ve bu devirde tekil yapıların örgütlü yapılar karşısında dayanamayacağını hatırlatmıştır. Eskiden otoriter dönemlerde bir mürşidin aklı ve dirayeti bütün cemaate kafi geldiği halde daha sonra daha örgütlü dönemlerde eski yapı yeni yapıyı karşılamaz olmuştur. Eski hal muhal olmuştur. Nitekim ehl-i tarikat da kendisini yeni döneme adapte etmiş ve eski yapısından çıkarak bir nevi cemaat yapısına bürünmüştür. Erenköy Cemaati, İskenderpaşa Cemaati, Süleyman Efendi cemaati böyle değil midir?
Tasavvuf kemal yoludur. Dönem kemal devri olmaktan uzaklaşmış ise altyapıyı yeniden kurmak gerekir. Tahkik ehli tarikat erbabı da bu yönde Bediüzzaman’a hak verir, katılır. Risale-i Kuşeyriye gibi tasavvuf eserlerinde dile getirildiği gibi eskiden tasavvuf vardı ama adı yoktu. Şimdi ise adı var kendisi yok. Gazali ve sonrasındaki kuşak da gerçek mürşidin kibrit-i ahmer kadar nadir olduğuna temas etmişlerdir. Keza Hamalı Şeyh Muhammed Hamid de günümüzde teberrük şeyhlerinin kaldığını ve asıllarının veya kamil şeyhlerin ise inkiraza uğradığını söylemiştir ( 4).
Manevi cennet hali
Tasavvuf hali yaşamak bir nevi manevi cennet hali yaşamaktır. Bundan dolayı sufiler: tatmayan bilmez (men lem yezuk la yarif)’ demişlerdir. Devamında da :” Ehli dünya bizim içinde bulunduğumuz hali ve manevi nimetleri ve zevkleri bilseler bunu ele geçirmek için kılıçla üzerimize gelirlerdi’ demişlerdir. Bunu tecsit eden ve somutlaştıran hususlardan birisi III. Selim’in Şeyh Galip’in kucağına uzanmasıdır. Cihan Padişahı III. Selim, Şeyh Galip’ten keramet isteyince şu cevabı almıştır: Hünkarım bundan daha büyük keramet mi olur? Cihan padişahı kucağımızda yatıyor! Kemal vakti mutluluk gibidir. Yakaladığınızda elinizden uçar ve kayar gider. Bundan dolayı huzur-u saadette bulunan sahabeler dışarı çıktıklarında ‘ münafıklaşıyor muyuz?’ diye kendi kendilerine dertlenmişler ve ‘bu haliniz devam etseydi meleklerle musafaha ederdiniz’ cevabını almışlardır. Tasavvufun tarikata dönüşmesi halin makama dönüşmesidir. Makam gidince hal avdet eder. İmam Rabbani’nin dediği gibi mürekkep ve örgütlü yapılar yeniden saf hale gelir. Veya yolların sonu başa avdettir. Dolayasıyla fetret devirlerinde tarikatlar tasavvufa yani saf haline avdet etmiştir.
1-El-İnsaf fi beyani sebebi’l ihtilaf, El Maşriku lilkitab, Şah Veliyyullah Dehlevi, s: 115
2-Reculu’l Kur’an ve Sinaatü’l İnsan, Dr. Abdulhalim Avis, Nil yayınları s: 113
3-Risale-i Nur Külliyatı | Muhakemat | Birinci Makale (Unsur'u-l Hakikat)
4-Eş Şeyh Muhammed el Hamid, Abdulhamid Mahmud Tahmaz, Daru’l Kalem, s: 178
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.