Risale-i Nur'un yazıldığı üç başkent
Nurların inkişaf ettiği şehirleri bir kez daha hatırlatalım...
Samet Altıntaş'ın haberi:
Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî’nin vefatının üzerinden 52 sene geçti. Ama yazdıkları bugün de hâlâ nurunu yaymaya devam ediyor. Biz de Nurların inkişaf ettiği şehirleri bir kez daha hatırlatalım istedik.
Bediüzzaman’ın müellifi olduğu Risale-i Nur Külliyatı, bugün pek çok dile tercüme edilen ve en çok satan kitaplar arasında. Aslında müellifi, Nur Risalelerinden önce de eserler vücuda getirmişse de onlar ‘Kırmızı Kitap’lara dâhil olmaz. Lakin Said Nursî’nin kaleme aldığı ilk eserin ismi çağın idrakine söylenen bir tondadır: Nur’un İlk Kapısı. Osmanlı yıkılmış, genç Cumhuriyet yeni kurulmuş, halk Millî Mücadele’den henüz çıkmıştır. Nurların neşri için Anadolu’nun da demlenmesi gerekecektir haliyle. Emir gelir ve kalemler yeniden harekete geçer. Bediüzzaman, şöyle der: “Eski harb-i umumîden evvel ve evailinde bir vaka-ı sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağı’nın altındayım. Birden o dağ, müdhiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları, dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum vâlidem yanımdadır. Dedim: ‘Ana korkma! Cenâb-ı Hakk’ın emridir; o Rahîm’dir ve Hakîm’dir.’ Birden o hâlette iken, baktım ki mühim bir zât, bana âmirane diyor ki: ‘İ’caz-ı Kur’an’ı beyan et.’ Uyandım, anladım ki: Bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâbdan sonra, Kur’an etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur’an kendi kendine müdafaa edecek. Ve Kur’an’a hücum edilecek, i’câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i’cazın bir nev’ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzed olacak ve namzed olduğumu anladım.”
Bir rüyanın izinde ya da sebepler dairesinde Bediüzzaman Said Nursî, 1925’te vuku bulan rejim karşıtı Şeyh Sait isyanı bahane edilerek Isparta’nın Barla ilçesine sürgün edilir. 1927 yılında bu şehre ayak bastığında 51 yaşındadır şarkın ateşpâre-i zekâsı. Onun bu mübarek yere gelişi zamanla sadece belde halkını değil, bütün bir dünyayı etkileyecek bir hal alacaktır kuşkusuz. Bediüzzaman’ın “Hayatımın en mesut yılları” diyerek tarif ettiği Barla yılları, Risale-i Nurların telif edilmeye başlandığı ilk yer olarak geçer tarihin sayfalarına. İmanı kuvvetlendiren bu nurlu seyahat, 6 bin sayfadan oluşur. Bu kutlu Kur’an tefsiri 23 senede tevafuklu bir şekilde nihayet bulur. Üstad, Sekizinci Şua’nın girizgâhında o günkü hali anlatmak için şu cümleleri kullanır: “Malûm olsun ki; ben Risâle-i Nur’un kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmekle Kur’an’ın hakikatlerini ve imanın rükünlerini ilân etmek ve za’f-ı îmana düşenleri onlara davet etmek ve onların kuvvetlerini ve hakkaniyetlerini göstermek istiyorum. Yoksa hâşâ kendimi ve hiçbir cihetle beğenmediğim nefs-i emmaremi beğendirmek ve medhetmek değildir. Hem Risâle-i Nur zâhiren benim eserim olmak haysiyetiyle sena etmiyorum. Belki yalnız Kur’an’ın bir tefsiri ve Kur’an’dan mülhem bir tercüman-ı hakikîsi ve imanın hüccetleri ve dellâlı olmak haysiyetiyle meziyetlerini beyan ediyorum.”
Risale-i Nurların ilk kapısı: Barla
Bediüzzaman, “Taşıyla, toprağıyla benim nazarıma mübarektir.” dediği Isparta’nın Eğirdir ilçesine bağlı Barla’ya jandarma nezaretinde Eğirdir Gölü üzerinden bir sandalla ulaşır. Cennet gibi güzel bir memlekete gelen Said Nursî, hükümet tarafından devamlı takip altındadır. İnsanlarla etkileşimini kessin, irşad ağı daralsın diye bu köye sürgün edilir; lakin kader planında Barla, yeniden dirilişin ilk adresi olacaktır. Eyüp el-Ensarî’den mülhem, yine bir tevafuk olarak Üstad da, Muhacir Hafız Ahmed’in evine misafir olur. Hafız Ahmed’in ifade-i meramı anahtar mahiyetindedir aslında: “Başımıza devlet kuşu kondu. Ne yapıp edip Bediüzzaman’ı memnun etmeliyiz. Bizden ve Barla’dan memnun ayrılmalıdır. Şayet; hata edersek yanarız, çok dikkat etmeliyiz.” Nurların yazıldığı ilk yer olması hasebiyle gönüllerde ayrıca yer etmiş olan mübarek belde için Said Nursî, yıllar sonra, “Barla’da geçirdiğim yıllar, hayatımın en mesut yıllarıdır.” sözleriyle mukabelede bulunacaktır.
Bediüzzaman burada, “Yaz kardaşım!” der ve Haşir Risalesi inkârı lâl bırakır. Risale-i Nurların üçte ikisinin yazıldığı bu küçük köy, kâinata meydan okur lisan-ı haliyle. Çiçekler üstünde, dağların iştirakiyle yazılan her cümle, umut için bir nefes olur: “Bir köy muhtarsız olmaz. Bir iğne ustasız olmaz, sahipsiz olamaz. Bir harf kâtipsiz olamaz, biliyorsun. Nasıl oluyor ki, nihayet derecede muntazam şu memleket hâkimsiz olur? Ve bu kadar çok servet –ki her saatte bir şimendifer, gaipten gelir gibi, kıymattar, musanna mallarla dolu gelir, burada dökülüyor, gidiyor- nasıl sahipsiz olur?”
Haşir Risalesi, 1928’de dört formatlık bir kitap halinde İstanbul’da basılır. Kahraman Ispartalılar, Üstad’ı sahiplenir, tıpkı Nurları sahiplendikleri gibi. İlaç hükmünde olan cümleleri okumakla kalmazlar, elle de yazıp çoğaltırlar ki imanın tekniği yendiği bir andır bu zaman. Çam Dağı’ndan yayılan sesin, Barla’da, Isparta’da, Sav’da elinden tutulur, ahali tarafından. Barla Lahikası’nın içinde yer alan Nurların ilk ağabeyleri de buradan neşet eder. Onlar, derin hafızada ‘Barla Sadıkları’ olarak yer alacaklardır.
Albay Hulûsi Yahyagil, Nur’un birinci talebesi olma şerefine nail olur. Öyle ki Risalelerin birçoğu onun soruları üzerine yazılır. Sonra diğerleri gelir sırasıyla ve tüm işkence, baskı ve dışlanmışlığa rağmen Üstadlarının yanından ayrılmazlar: Santral Sabri Arseven, Hafız Ali, Refet Barutçu, Hüsrev Altınbaşak, Hakkı Tığlı, Muhacir Hafız Ahmed, Sıddık Süleyman, Şamlı Tevfik ve daha onlarcası…
Nurların Anadolu’da kök saldığı yer: Kastamonu
Said Nursî, Tek Parti tarafından irticaî faaliyetlerden ötürü, 1935 senesinde 120 talebesiyle birlikte Eskişehir Hapishanesi’ne sevk edilir. 1936 Mart’ında ise tahliye olur ve yine jandarma nezaretinde yeni sürgün yeri Kastamonu’ya gönderilir. Üç ay, bir karakolun merdiven altında kalır, 59 yaşındadır. Üstad’ın bu şehirdeki yedi senelik ikâmeti, Nurların Anadolu’da kökleşmesini ve tüm yurda yayılmasına sebep olur. Burada Münacaat Risalesi, Ayet-ül Kübra ve Kastamonu Lahikası gibi önemli eserler yazılır. O zaman Kastamonu Lisesi’nde okuyan Abdullah Yeğin ve Rıfat Sarıalioğlu, Said Nursî’ye hitaben: “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyor; bize Hâlıkımızı tanıttır.” der. Bediüzzaman da, “Siz muallimleri değil, fenleri dinleyin.” diye anlatmaya başlar hakikati. Meyve Risalesi burada kaydedilir, küfrün beli de ‘Asa-yı Musa’ ile kırılır. Mustafa Sungur, Mehmet Feyzi, Çaycı Emin, Hilmi Erkal gibi ağabeylerin gayretleriyle diriliş esintileri Anadolu’dan dünyaya doğru inançla yol almaya devam eder. Öyle ki Üstad burası için, “Ben ekser vakitte hayalen ve manen kendimi Kastamonu’nun mübarek dağlarında ve o kardeşlerimin yanında buluyorum.” ifadelerini kullanır.
Nurların kemale erdiği belde: Emirdağ
Üstad, tecrit edilmek istendikçe daha çok insana ulaşır, Nurların cazibesi sonucu daha çok kişi şakirt olur. 1943 yılında 126 talebesiyle ‘rejimin temel düzenini yıkmak’ suçlamasıyla tutuklanır ve Denizli Hapishanesi’ne gönderilir. Hapishaneler, tüm baskılara rağmen Nurların inkişafına sebep olur hep. Hatta Üstad, buraları yeni bir isimle anar: ‘Medrese-i Yusufiye’. Dokuz ay tutuklu kaldığı bu hapishaneden beraat eden Said Nursî, 1944 senesinde 68 yaşında Afyon’un Emirdağ kazasına sürgün edilir. Kur’an’ı ortadan kaldırmaya çalışanlara karşı verilen mücadele, bu beldede epey bereketli geçer. Risale-i Nurlar, gayretli talebeler vasıtasıyla bütün Türkiye’ye yayılır. Özellikle Çalışkanlar Hanedanı azim ve dava şuurları keyfiyeti ile ehemmiyetli işlerin görülmesine vesile olur. Bu dönemde, Risale-i Nurların telifi tamamlanır. ‘Hüve Nüktesi’, ‘On Beşinci Şua’ ve ‘Emirdağ Lahikası’ gibi eserler doğumunu burada gerçekleştirir. Ve bir zamanlar kibrit kutularına yazılan Risale-i Nurlar artık sönmez bir ışık olur.
‘Nur talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar’
Urfa’da 23 Mart 1960 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuşan Bediüzzaman, vefatından önce talebelerine bir vasiyette bulunur: “Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir. Mademki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar ve maruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helal olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helal ettim… Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.”
Yeni Bahar