Ruhumu Risale-i Nur tatmin etti-ÖZEL
Hayatını hizmete adamış Kayserili Mehmet Yücetürk ile yaptığımız röportaj...
Röportaj: Nurettin Huyut/RisaleHaber
Mehmet Yücetürk kimdir?
1939 da Kayseri’nin Erkilet köyünde dünyaya geldi. İlkokulu aynı köyde bitirdi ve kendi köyünde daha 15 yaşındayken ticarete atıldı. 1958 de askerliğini tamamladı. Ardından köyüne döndü ve ticarete kaldığı yerden devam etti. 1963’te Kayseri’ye taşındı.
Oradan Kırşehir’in Kaman ilçesine gidip iki sene ticaretle uğraştı. Aktif yapısı nedeniyle burada da fazla kalamaz, bu defa Şereflikoçhisar’da manifatura ve hazır giyim üzerine dükkân açtı. 1969’a kadar bu şehirde ticarete devam etti. Ticaretin cilvesiyle bütün sermayesini tüketir, sıfır sermaye ile Ankara’ya yerleşir.
Ankara’da da pazarcılığa başlar, beş yıl pazarcılık yaptıktan ve bir miktar sermaye oluşturduktan sonra Karşıyaka’da hazır giyim üzerine dükkân açtı.
Bu tarihte, 1976 yılında, feraseti ve çabasıyla Risale-i Nurlarla tanıştı. Kendi ifadesi ile “Nurcu olurken Nur Talebelerini hiç yormadım” diyen Yücetürk’ün bu tarihten sonra artık ikinci bir işi daha vardır. Ticaretin yanında hizmet...
Ticareti geliştirir ve bu arada büyük oğlu Abdullah’ta ticarete atılacak yaşa geldiğinden mevcut dükkânı ona bırakır, kendisi Ulus’ta Çıkrıkçılar Yokuşunda bir iş yeri daha açar. Bir müddet de orada devam ettikten sonra 1995 de kendi kendini emekliye ayırır ve işi tamamen çocuklara bırakır.
Yücetürk, evli ve üç çocuk babasıdır.
* Risale-i Nurları nerede ve nasıl tanıdınız?
Risale-i Nurları 1976 da tanıdım.
Tanımadan önce arayış içindeydim, içimde bir boşluk vardı. Sadece ticaret, ev, çocuklar beni tatmin etmiyordu. Namazlarımı da üstünkörü kılıyordum. Hayatıma güzellik ve mana katacak Bir şeyler arıyordum.
Ben bu halet-i Ruhiye içindeyken arkadaşlar Menzil Şeyhine gitmemi tavsiye ettiler. O zaman “oraya gidenler doğru yolu buluyor, sarhoşlar hidayete eriyor” gibi propagandalar dolaşıyordu. Biz üç dört arkadaş hanımlarımızı da alıp Adıyaman’ın yolunu tuttuk. Menzil’e gidecek ve Şeyh Raşit efendiye biat edecektik.
Yola çıktık daha Adana’ya varmamışız benim içime bir kuşku girdi. Bana bir soğukluk geldi. Bu iş benim aklıma yatmamıştı. Kendi kendime dedim, “Bu adam bana ne verebilir ki, bir çorba yedirme ile bir görme ile bana nasıl etki yapabilir ki?” Ama yola çıkmıştık geri de dönemezdik. O psikoloji ile oraya kadar gittik.
Sabahleyin o civardaki türbeyi ziyaret edelim dedik ve türbeye gittik. Biraz duadan sonra kahvaltılık bir şeyler almıştık, kilimi serip kahvaltımızı da yaptıktan sonra ben arkadaşlara döndüm dedim: “Gelin biz en iyisi bu camide iki rekât namaz kılalım ve Allah’tan isteyelim, bize hidayeti ancak o verebilir.”
Hakikaten onlar da bana uydular ve abdest aldık namaz kıldık; ardından da dua ettik “Allah’ım bizim buraya niçin geldiğimizi biliyorsun. Biz buraya iyi bir kul olmak sana düzgün ibadet eden insanlar olmak için geldik, bize doğru yolu göster” dedik. Allah duamızı daha sonra kabul etti.
Döndük eve geldik ama kısa bir süre sonra namazlar yine aksamaya başladı. Dediğim gibi seyahatimizin fazla bir etkisi olmamıştı. Her Cuma Karşıyaka’nın Merkez Camisine gider cumalarımızı kılardık. Bir Cuma günü yine hazırlanıyorum, gecikmişim de abdest alıp hızla yetişmem gerekiyor. Dükkânda birisi dedi ki “Arkadaş niye acele ediyorsun, yakında mescit var oraya gidersin”. Mescit dediği elli metre ötemizde ama dünyaya o kadar dalmışız ki, yakınımızdaki mescitten haberimiz yok. Oraya gittik.
Orada imamlığı Ali Çetinkaya yapıyor. Ben o dönemde bu zatı tanımıyordum. Cumadan önce vazediyordu. Biraz dinleyince baktım bu gencin anlattıkları çok farklı, bana çok müthiş geldi. Kader konusunu işliyordu, çok karmaşık bir mesele olmasına rağmen başarılı bir şekilde yağdan kıl çeker gibi halletmişti. Ben içimden “Bu gençte bir cevher var” dedim kendi kendime. Çünkü o güne kadar birçok camide birçok vaaz dinlemiştim ama onunki gibi etkilisini dinlememiştim.
Namazı kıldıktan sonra bekledim hoca çıkınca kendisine “Hocam sizinle özel görüşmek istiyorum müsaitseniz” dedim. Bana, “Olur ama şimdi işim var, ikindi namazından sonra ben sizin dükkâna gelirim orda görüşürüz.” dedi. Ben onu beklemedim, ikindi namazına gittim ve namazdan sonra alıp dükkâna götürdüm. Kendisine: “Hocam ben çocuklara Kur’an dersi aldırıyorum ama bir etkisini görmüyorlar, onlardan beklediğim tepkiyi alamıyorum. Namazlarını düzgün kılmıyorlar, gevşek davranıyorlar.” dedim.
İki tane de hoca tutmuşum çocukları onlara okutturuyorum, hatta mahallede ne kadar çocuk varsa onları da çağırıyorum, onlara da ders veriyorlar. Dükkânın içinde özel bir oda yaptırmıştım. Bazen ben de ders alıyorum ama hiç mesafe kaydedemiyorum. Hem dedim, “Ben de fazla ciddi olamıyorum, geçenlerde Menzil’e gittim, biraz düzeleyim diye ama oradan da bir şey çıkmadı.” Ben böyle söyleyince Ali Hoca, “Tamam anladım sen çocukları bana gönder, ben okutayım.” dedi.
Biz çocukları göndermeye başladık. Dört-beş gün sonra bana haber göndermiş. “Babanız niye gelmiyor? Söyleyin o da gelsin.” diye. Ben de “Olur. Bunda da bir hayır vardır, bakalım hoca ne yapacak?” dedim. Mescidin üst katında Pazar günleri sohbet ediyorlarmış. Orada birkaç arkadaşla tanıştım. Ömer Pektaş, Ahmet Vehbi Ünlü, Ali Hoca ve birkaç arkadaş vardı. Oturduk, Asay-ı Musa’dan ders yaptılar. Ders çok hoşuma gitmişti. Ahmet Cevat diye biri vardı, dersi o yapmıştı.
Dersten sonra kitabı elime aldım üzerini okudum, baktım üzerinde Bediüzzaman Said Nursi yazıyor. Kendi kendime “Nerelere düştük? Bu nedir? Allah sonumuzu hayır etsin.” diye biraz endişe etmiştim. Hem ilk defa ciddi manada bu ismi orada görmüş ve duymuştum. Daha önce bir baskın olmuştu, bir köyde kırk elli kişiyi içeri almışlardı, bu haber çıktığında bu ismi duymuştum ama ciddiye almadığımdan ne olduğunu anlamamıştım. Her neyse...
Bana dediler ki, “Gel seni biraz gezdirelim, bizim talebelerimizin kaldığı yerler var Tandoğan’da oraya götürelim” Barla apartmanına gittik. İlk defa Risale-i Nur dershanesine böylece gitmiş oldum. Orada Ömer Tuncay Abi ile Feyzi Allahverdi vardı. Bir derste orada yaptılar. Oradan demirli bahçeye gittik, oradaki dershaneyi gördük. Oradan da Cebeci’de bir dershane vardı, oraya gittik. Her şey bana çok güzel göründü. İnsanlar güzel, dersler çok güzel, ortam güzel; benim kafama yattı.
Ben hemen o gün kitapların tümünü aldım, büyük oğlanı da dershaneye verdim. “Burada kalsın yetişsin” dedim. Bir hafta sonra da diğer oğlanı başka bir dershaneye verdim. Zaten üç oğlumuz var ikisini bir hafta içinde dershaneye yerleştirdim. Bir müddet sonra üçüncüyü de verdim. Gündüzleri okullarına devam ediyorlar geceleri de orada kalıyorlardı. Dolayısıyla evde kimse kalmadı. Ben bütün çocukları dershaneye verince hanımla takışmak zorunda kaldık.
Hem ben akşamları derslere gidiyorum, her akşam nerde ders varsa, eve gelmeden derse gidiyorum. Bir anda evde müthiş bir değişim yaşamaya başladık. Bütün çocuklar gitti ben de geç saatlerde geliyorum. Bu durum hanımı ister istemez harekete geçirdi. Abisine söylemiş böyle böyle diye. O gelip benimle konuşuyor. Yani, iş iyice çığırından çıktı. Ama ben ikna olmuyorum. Onlara bir teklifte bulundum dedim ki kayınbiraderlere “Siz gidin dershanede onbeş gün kalın, eğer memnun kalmazsanız o zaman kabul ederim. Yoksa kesinlikle kabul etmem. Onları oradan çıkarmam.” Ben böyle kesin tavır koydum ama hanım ikna olmadı, o benimle mücadeleye devam etti, öyle ki artık evde yemek de pişmiyor.
Tam o sırada dershaneye baskın olmasın mı? Çocukları da içeri attılar. Tabi biz hanıma bunu söyleyemiyoruz. Sorduğunda “Isparta’ya okuma programına gittiler” diyorum. Bir gün, iki gün derken bu iş açığa çıkacak diye de korkuyorum. Açığa çıkarsa durum iyice kötü olacak. Böyle kara kara düşünürken kendi kendime dedim “Allah’tan başka sığınağım kalmadı en iyisi gene dua etmek”. İçim de yanıyor... Akşam namazdan sonra elimi Dergâh-ı İlahiye’ye kaldırdım “Allah’ım nolur sen bana yardım et bu çocukları annesine unuttur da nasıl unutturursan unuttur, artık ben baş edemiyorum. Sen vaziyeti görüyorsun bir çare” diye yalvardım.
O gün sabah kalktı, “Belim ağrıyor, şuram ağrıyor, buram ağrıyor” demeye başladı. Çocukları unutmuş. “Doktora gidelim” dedim, doktora götürdüm. Önce “kanser olmuş” dediler sonra “Midesinde ülser var” dediler, derken hanım çocukları unuttu. Arkasından bir de ameliyata yatınca hepten unuttu. Arada bir aklına geliyor soruyor. “Çocuklar niye ziyaretime gelmiyor.” diyor. Ben kendisine “Onlar Isparta’da üzülmesinler diye haber vermedim sen iyileş gelirler” diye geçiştiriyorum. Nihayet ameliyat yeri iyileşti, hastalık geçti eve geldiğimizde çocuklar da o arada hapisten çıktılar ve böylece hadisesiz atlatmış olduk. Allah duamı kabul etmişti.
* Böylece iki duanız ayrı ayrı kabul olmuş oldu. Biri Menzil’de yaptığınız dua diğeri de çocuklarınız için yapmış olduğunuz dua...
Evet, her ikisi de kabul olmuştu, ben istikameti bulmuştum, çocuklarımı da istediğim gibi yetiştirme fırsatını yakalamıştım. Bunlar benim için dünyalar kadar kıymetli idi. Ondan sonra da bugüne dek devam ettik, hiçbir yan etkisini görmedik, fevkalade faydasını gördük. Allah Bediüzzaman Said Nursi’den razı olsun ki, bu kadar güzel kitaplar yazmış ve bize vermiş.
* O zamanlar cemaatlerin hepsi beraberdi sanırım. O dönemde Üstad’ın talebelerinden kimseyle görüşme ve birlikte yaşama imkânınız oldu mu?
Evet, hepsi beraberdi. Seksen ihtilalinden sonra ayrıştılar. Her ihtilalin birçok zararlarının yanında böyle de bir neticesini biz görmüş olduk. Bediüzzaman’ın talebelerinden Ankara’da kalan bir tek Said Özdemir Abi vardı. Zaten o başından beri müstakil çalışıyordu. Onunla fazla görüşme imkânım olmadı. Diğerleri (Bayram Abi de dâhil) Ankara’dan ayrılmışlardı.
Ben Risale-i Nurları tanıdıktan sonra Ankara’daki dersler ve izahlar beni tatmin etmedi. Bu eserleri gerçekten iyi anlatan birini aramaya koyuldum. Bana dediler ki, “İstanbul’da Mehmet Fırıncı, Mehmet Birinci, Mehmet Kutlular gibi Abiler var, onların yanına git, onlar sana en güzel şekilde anlatırlar.” Ben zaten İstanbul’a ticaret için gittiğimden, her gidişimde on beş gün kalıyordum. Bu da benim için bir fırsat oldu. O günden sonra gittiğimde direk Nurtaşı’na gidiyordum ve dershanede kalıyordum.
Fırıncı Abi ile Birinci Abi devamlı orada kalıyorlardı. Mehmet Karahasan, Ahmet Tanyeli var. Gündüz işlerimizi gördükten sonra akşam oraya gidiyorum ve terasa çıkıyoruz. Yiyecek de bol, yiyor içiyor ders yapıyoruz. Ders yaptıklarında fazla izah edilince ben müdahale ediyordum. “Abi, kitaptan okusanız” diyordum. Kitaptan okununca çok hoşuma gidiyordu, güzel anlatıyorlardı ama kitaptan okumaları daha çok hoşuma gidiyordu.
Hatta Fırıncı Abi sonraları beni görünce takılıyordu “Sen bize inanmıyor musun?” diye. “Yok, olur mu? Kitaptan olunca, yani sadırdan değil de satırdan olunca, daha güzel oluyor” diyordum. Gülerdi “Bu adam bize zor inandı” diye espri yapardı.
O zamanlarda iki defa on beşer gün kalmıştım. O bir ay çok yararlı geçti, onlardan çok şey öğrendim. Her şeyi sordum, Bediüzzaman kimdir? Risale-i Nur nedir? Nelerden bahsediyor? Diye. Onlarda sorularıma Risale-i Nurlardan okuyarak cevap verdiler. Çok istifade ettim. Orada kaldığım günlerde arkadaşlarımdan birçok esnafı da götürmüştüm. Çoğu arkadaşım o sayede Risale-i Nurlarla tanışmış oldu.
* Fırıncı Abi’yi biraz anlatır mısın?
O günlerde Fırıncı Abi ile çok iyi dosttuk. Ankara’ya geldiğinde de mutlaka benim eve gelirlerdi. Çok mütevazı, çok gayretli, halis muhlis insanlardı. Özellikle Fırıncı Abi çok mükemmel bir insan. Bu gün onların yaptığı hizmetlerden de iftihar ediyoruz.
* Risale-i Nurları tanıdıktan sonra aktif olarak hep hizmetin içinde bulundunuz, malınız ile canınız ile hizmet ettiniz. O dönemlerde unutamadığınız bir hatıranız var mı? Baskınlarda sizi de içeri aldıkları oldu mu?
Ben o dönemden şimdiye kadar hiçbir sıkıntı çekmedim. Hep işlerim düzgün gitti, hep hizmetle iştigal ettik. Dediğim gibi sadece evde biraz sıkıntı çektim. Sadece bir defa Etlik’de dershanede toplantı yapıyorduk, bir anda evi sardılar emniyet güçleri, bizi emniyete götürdüler. O gün saat 24.00’e kadar sorguya çektiler. Baktılar bir şey yok, salıverdiler. Ondan başka herhangi bir durumla karşılaşmadım. Fakat Büyük oğlum12 Eylül sonrası yaklaşık 110 gün yattı.
* O günlerde Risale-i Nur hizmetleri nasıl oluyordu? Biraz da hizmetlerden bahseder misin?
O dönemde çok aktif idik, her akşam mutlaka derse giderdik, her hafta da bir ilçeye veya komşu vilayete derse giderdik. Seksen öncesi “Anarşi sebep ve çareleri” konulu bir Panel düzenlemiştik, Kapalı Spor salonunda gerçekleşmişti. On bin kişilik salon dolup taşmıştı. O gün Ankara da hadise olmuştu. Arkadaşlar düzenliyordu bu faaliyetleri biz de maddi destek oluyorduk. Seksen ihtilali biraz hız kesti ama daha sonra yine devam ettik. Doksandan sonra Ankara Mevlitlerine devam ettik, güzel oldu, güzel hizmetlere vesile oldu.
* Risale-i Nurların yayılması ve inkişafı açısından bu gün gelinen nokta sizi tatmin ediyor mu?
Geldiğimiz nokta bizi tatmin etmiyor. Nedeni, biz ilk tanıdığımız dönemlerde sürekli hizmetle iştigal ederdik. Evimizde bir saat durmazdık, sabah erkenden çıkar akşam geç saatlerde anacak evimize gelebilirdik. Çevre kasabalara, çevre illere derse giderdik; hiç üşenmezdik. Mesela Kırşehir veya Eskişehir’e, gidiş geliş neredeyse 500 km ama giderdik.
Oysa şimdi, evden dışarı pek çıkmıyoruz. Nedenine gelince; o günlerde herkes aktifti herkes birbirini kolluyordu, birbirini hizmete çağırıyordu. Bir yere gidilse ararlardı ve biz de hiç itiraz etmeden, yüksünmeden giderdik. Ama şimdi bakıyorum hiç kimse bu anlamda arayıp “Hadi hizmet var gidelim” demiyor. Sanırım biraz da geçim sıkıntısı engel teşkil ediyor.
Geçmişte insanlar hizmet ederken maddi giderlere aldırış etmezdi, benzin parasını hesaplamazdı. Yeter ki hizmet olsun koşarlardı. Her şeyini verir yine de giderdi. Ama şimdi hesap ediliyor, “Şu kadar benzin gider” deniyor. Yani özetle biraz dünyevileştik, maddiyat öne çıkar gibi olmaya başladı.
Ben bugünkü şevksizliği biraz da bölünmelere veriyorum. Cemaatlerimiz birkaç defa bölününce insanların şevki kırıldı. Kendilerine olan güvenleri kalmadı, cesaretleri azaldı. “Acaba ne derler?” denmeye başlandı. Malum düşman ne derse desin insanın şevki azalmaz daha da artar ama dosttan sevgiliden bir itap bir azar gelse insan bir anda biter. O nedenle dostların birbirlerine yaptığı şeyler şevk ve gayretin önünü kesti. İnşallah kardeşlerimiz bu durumu biran evvel fark eder ve düzelir de yine eski hizmetler devam eder.
* Dediğiniz gibi de olsa yani ferdi fedakârlıklar az gibi de görünse de geniş anlamda ve dünya çapında Risale-i Nur Hizmetleri fevkalade bir şekilde yayılma istidadı gösteriyor...
Evet, katılıyorum. Risale-i Nurların geniş dairede fevkalade güzel hizmetleri var, bunları duyuyoruz. Özellikle RisaleHaber bizi bu konuda gayet iyi bir şekilde bilgilendirmeye başladı, o nedenle tebrik ediyorum. Belki de bu durum sadece bulunduğum bölgede var. Diğer cemaatleri ben fazla bilmiyorum onlar da o dediğim fedakârlık ve hizmet aşk ve şevki fevkalade devam ediyordur. Nitekim Risale-i Nurlar bugün kırka yakın dile çevrilmiş, artık Mısır’da Arabistan’da matbaalarda Arapça Risale-i Nurlar basılıyor ve bütün İslam dünyasına yayılıyor.
Gevşemeyi ben biraz da Risale-i Nurların eskisi gibi yoğun bir şekilde okunmamasına bağlıyorum. Eskiden bizler boş kaldığımız her fırsatta okurduk, bir şeyler öğrenirdik, o bizi teşvik ederdi ve şevk kaynağı olurdu. Her alanda olduğu gibi Risale-i Nur alanında da kitap okuma alışkanlığı hayli zayıfladı. Genelde insanlar kitap okumuyor. Sevgi, muhabbet, heyecan gibi şeyler kitap okumaktan kaynaklanır. Onda zayıflama olduğu zaman diğerlerinde de gerileme başlıyor.
Bu konuda en çok ızdırap duyduğum şey, televizyondur. Kitap okumayı bitiren bir alet gözüyle bakıyorum. Hatta hizmetlerimize de çok büyük darbe vurdu diyebilirim. Televizyon özellikle gençler için bir felaket haline gelmiş bulunuyor. Zamanın çoğunu götürüyor. İnsanları teslim alıyor diyebilirim.