Abdulkadir MENEK
Said Nursi ve Cizre (II)
Bu topraklarda, ilim, irfan, inşa ile birlikte ihanet de hiç eksik olmadı.
Bu garip topraklarda; beylikler de, devletler de, aşklar da hep ihanet ile hazin akıbetlere yuvarlandı.
Mem u Zin’in ihanete uğrayan ve ebediyete intikal eden aşklarından yüzlerce yıl sonra, Bedirhan Paşa’nın kurduğu devlet de, içeriden bir ihanet ile tarih sahnesinden silindi.
Miran aşiretinin reisi Mustafa Paşa, zulüm ve baskı üzerine inşa ettiği hükümranlığı döneminde, bölgede yaşayan masum ve mazlum insanlara kan kusturdu.
İşte tam bu dönemde bu dehşetli zulme büyük ve cesur bir başkaldırı oldu.
Bu zulme meydan okuyan şahıs ise, medreselerde tahsil gören, ancak bir türlü bu medreselere sığmayan on altı yaşında bir delikanlı idi.
Tillo’da Gavs-ı Azam’ı rüyasında gören ve Mustafa Paşa’nın zulmünü durdurma talimatı alan, çocuk yaşlarda şöhreti ile bütün bölgede nam salan Genç Said, hemen yola koyulmuştu.
Bir sonbahar gününde yayladan Cizre’ye dönen Mustafa Paşa’nın beraberindeki yakın adamlarına yolda rastlamıştı.
Paşa’yı sorarak çadırında bekleyen Molla Saidé Meşhur’un çok farklı olduğunu daha ilk görüşte anlamıştı zulüm heykeli bu ceberut şahıs.
‘’Kılıç kesmez, el keser’ sözünün arkasındaki manayı, bütün cehaletine rağmen anlamış ve ürkmüştü.
O an bile, başına bela olacağını tahmin ettiği bu delikanlıdan kurtulmanın hesaplarını da yapmaya başlamıştı.
Bunu nasıl yapacağını da doğrusu bilmiyordu.
Sonra Bané Xané’deki münazarada, şahit olduğu manzaranın ardından, bu feleğe meydan okuyan genç âlim ile uzlaşmanın kendisi için çok daha iyi olacağını anlamıştı.
Bu genç âlim, çok farklıydı.
Diğerlerine benzemeyen, kendisine mahsus birçok özelliği vardı.
Kırk kadar büyük âlimin sorduğu bütün suallere büyük bir öz güven ile cevap vermesi, kimsenin itiraza yeltenememesi, yanında oturan birkaç âlimin de çayını hiç fark ettirmeden içmesi, duruşu, heybeti ve içini ürperten haşmeti…
En iyisi bu genç âlimi karşısına almamak için gerekenleri yapmalı veya yapıyor görünmeliydi.
O da öyle yaptı.
Söz verdiği hususları geçici bir süreliğine dahi olsa yerine getirdi.
Saidé Meşhur, Cizre’de kaldığı birkaç aylık süre içinde de, Paşa ve adamları tarafından aynı özen ve saygıya muhatap oldu.
Fakat bu zalim ve hunhar Paşa, daha sonraki yıllarda, her şeyi unuttu.
Zulmüne kaldığı yerden, belki daha büyük bir şiddetle devam etti.
Sonra yıllar sonra 1902 yılının bir yaz günü Van yakınlarında Molla Saidé Meşhur ile Paşa yeniden karşılaştılar.
Zulmüne devam eden Paşa’ya, bu sefer Genç Said’in hitabı, kısa ve kararlı idi:
‘’Yeniden zulme başlamışsın. Bu sefer Cizre’ye ulaşamayacaksın’’
Gerçekten de öyle oldu.
Cizre’ye dönüş yolunda, çadırında istirahat eden Paşa’ya, bu arada çıkan bir çatışma esnasında, nereden ve kimden geldiği anlaşılmayan bir kurşun isabet etti ve orada can verdi.
***
Said Nursi’nin bundan sonra da Cizre ile irtibatı hiç kesilmedi.
Bu mübarek topraklarda yaşayan çok değerli talebeleri ve sevenleri oldu.
Cizre’nin yetiştirdiği çok değerli âlim ve büyük Mürşid Şeyh Seyda Hazretleri ile hem maddi ve hem de manevi irtibatları hep devam etti.
Şeyh Seyda’nın bir halifesi olan Mehmet Emin Er Hocaefendi ile Isparta’da bir görüşme yaptı.
Cizre’ye dönen ve Şeyh Seyda ile görüşen Mehmet Emin Er Hocaefendi, mürşidinin ağzından şahid olduğu şu sözleri nakletmişti:
‘’Ben fırsatını bulsam Nur Medresesine gider ve bu eserleri dinlerim. Said Nursi, bu zamandaki Firavunların Musa’sıdır.’'
Üstad Said Nursi, veda yolculuğu esnasında Urfa’da vefat ettiği zaman mübarek cenazesi, yine Şeyh Seyda’nın bir halifesi olan ve Urfa’da ikamet eden Molla Abdülhamid Hocaefendi tarafından yıkandı.
Said Nursi’nin Urfa’ya geldiğini haber alan Şeyh Seyda, ziyaret maksadıyla Urfa’ya doğru yola çıkmış ve Midyat’a geldiği zaman da vefat haberini almıştı.
İzdihamın önüne geçmek için Urfa’ya giriş çıkışlar yasaklanmış ve bunun üzerine de Şeyh Seyda Hazretleri tarafından Midyat’ta mahşeri bir kalabalığın katılımı ile gıyabi cenaze namazı kılınmıştı.
***
Şeyh Seyda’nın Halifelerinden Seyyid Ali Fındıki Sümmel Cıziri, Üstad Said Nursi’nin vefatından sonra çok güzel bir mersiye yazmış ve bu ölümsüz şiiri, Said Nursi ile birlikte Risale-i Nur’un anlam ve ehemmiyetini çok iyi bir şekilde ifade eden beyitlerle süslemişti.
Bu muhteşem mersiye şu beyit ile sona eriyor:
Ey ‘Elî! gerçi Seîd çû, lê Risalê Nûr neçûn
Sed emanet min lite da tu ji wan mehrûm nebî
(Ey Ali, gerçi Said vefat etti, fakat Risale-i Nur gitmedi.
Sana yüzlerce kez tavsiyem, sakın onlardan mahrum kalma.)
Seyyid Ali, bu zamanın çarşılarında Risale-i Nur gibi bir hazinenin Şam, Mısır ve Bağdat’ta dahi bulunamadığını ifade ediyor ve Rabbimizin bu hazineyi bize nasip ettiğini güzel bir üslupla belirtmek istiyordu.
Said Nursi’nin Kur’an eczanesinden bu zamanın insanları için Allah’ın lütuf ve inayeti ile çıkardığı, ahir zamanın dehşetli manevi hastalıklarına mükemmel bir şifa olan eserleri, bugün aralarında Kürtçe’nin bulunduğu elliden fazla dünya diline çevrildi.
Dünyanın her tarafında insanlar, manevi hastalıklarını Risale-i Nur ile tedavi ediyor ve büyük manevi saadetlere kavuşuyorlar.
Bizim de bu büyük manevi mazhariyetten geri kalmamamız gerekir.
Bu toprakların öz be öz malı olan, İslam’ın on dört asırlık manevi birikiminin bir nevi özeti hükmünde olan bu Kur’an hazinesinden yararlanmak, ruhumuza, aklımıza ve kalbimize yudum yudum içirmek için gayret göstermeye ve adım atmaya hazır mısınız?
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.