Said Nursi ve Risale-i Nur hakkındaki iftiralara cevap
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki yalan-yanlış yorumlara tek tek cevap verdi
Risale Haber-Haber Merkezi
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Risâle-i Nur ve Bediüzzaman Said Nursi hakkındaki yalan-yanlış yorumlara cevap verdi.
Bediüzzaman ve Risâle-i Nur ile alakalı yanlış yorumlar ve cevapları:
2.1 Birinci Yanlış Yorum
“Risale-i Nur Benim eserim değildir, Kur'ân’ın eseridir.” Bediüzzaman’ın kaleme aldığı hiçbir eserde böyle bir iddia mevcut değildir. İftirâ atmaktadır. Delil olarak getirdiği şu cümleyi anlayabilseydi, bu iftiraya cesaret edemezdi.
“Sözler güzeldirler, hakikattirler. Fakat benim değildirler; Kur'ân-ı Kerîm’in hakaikinden telemmu’ etmiş şualardır.” (RNK, 1/523, Aynı Mektup, aynı Mesele, “4. Sebep”.) Bunun manası şöyle olduğunu Osmanlıca bilen herkes anlayabilir:
Risâle-i Nur’un temel eserlerinden Sözler, Kur’ânî hakikatları ders vermektedir; bu hakikatlar bana ait değildir; Kur’an’ın hakikatlarından yansıyan pırıltılardır. Onuncu Söz’ün Dokuzuncu Hakikatını yazarken 400 âyet imdadıma geldi diyen Bediüzzaman, bu manayı anlatmakta ve Risâle-i Nurlarda Kur’an’ın hakikatlerini haykırdığını, görmekteyiz.
Tenkit etdilen Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de en az 50 kere, bütün ulvî kelamların, ancak Kur’an ve Sünnet’ten sonra makam sahibi olacaklarını Bediüzzaman tekrar eylemektedir.
Bu manadaki ifadelerle şunu kastettiğini kendi ifadeleriyle teyid eylemek arzusundayım:
“Benim şahsımdan bir himmet beklemeyiniz ve şahsımı mübarek tanımayınız. Ben makam sahibi değilim. Âdi bir neferin müşir makamının evamirini tebliği gibi, ben de manevî bir müşiriyet makamının evamirini tebliğ ediyorum. Hem müflis bir adamın, gayet kıymetdar ve zengin elmas ve mücevherat dükkânının dellâlı olduğu gibi; ben dahi, mukaddes ve Kur'anî bir dükkânın dellâlıyım." Mektubat (354)
“Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz.” Şualar (684)
2.2 İkinci Yanlış Yorum
“İradem/irademiz dışında istihdam olunuyorum/olunuyoruz” cümlesini İslam’a aykırı bir şey olarak nakletmektedir. Bilmiyor ki, kâinatta her şey istihdâm-ı ilâhî altındadır. “Sana iyilikten ne isâbet ederse, Allâh'tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir (nefsinin arzusuna uymandan).” (Nisâ, 79) âyetini duymayacak kadar Kur’an’dan uzak olanlar, bu âyete benzer manaları ifade eden Bediüzzaman’a ait ifadeleri İslam’a aykırı kabul etmiştir. Verdiği misallerden sadece birini tahlil edeceğiz:
“Risale-i Nur'un mesâili, ilimle, fikirle, niyetle ve kastî bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlakayla sünuhat, zuhurat, ihtârât ile oluyor.” (RNK, 2/1650, “Kastamonu Lâhikası”.) Bediüzzaman’a ait bu cümleyi açıklayalım ve İslam’a neresi aykırı görelim:
“Risâle-i Nur’un meseleleri, ilimle, fikirle ve kasıd ile değil, çoğunlukla sünûhât, aniden kalbe gelen hakikatlar ve manevî ihtârlar ile oluyor.” Zaten talebeleri de bunu ifade ediyor: “Risale-i Nur, Kur'ân'ın tefsiri olduğu cihetle, vahy-i semavî olan Kur'ân'ın semavî ve ilhamî bir tefsiridir.” (RNK, 2/2065, “Sikke-i Tasdîk-i Gaybî”: Risale-i Nur şakirdlerinden (Yıldırım) Süleyman Rüşdü.)
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir. İlham, İslam hukukunda kaynak olarak kabul edilmese de, ilhâm olayı asla inkâr edilmemiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de bunu teyid eylemektedir:
“Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 91/8-10)
Çok beğendikleri Muhammed Abdüh ise şöyle demektedir:
“Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir.” (Abduh, VII/422-423)
Büyük mutasavvıf Bursevî Hazretleri de şöyle ifade etmektedir: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (Bursevî, IV/193)
Sünûhât da böyledir. İlham genel, sünuhat ise özeldir. Sünuhat, yukarıda izah ettiğimiz gibi, bir meleke neticesidir. Yani herkes ilhama bir şekilde mazhar olabilir, ama herkes meleke sahibi olmadığı için sünuhata mazhar olamaz. Edebiyatçıların edebi melekesine binaen söyledikleri doğaçlama (irticalen) tarzı sünuhat da buna örnek olarak gösterilebilir.
Büyük hukukçu ve usûlcü İbn’ül-Hâcib “Bu makamda benim kalbime gelen sünûhât budur” derken bu ifadeyi fıkıhçı, hadisçi ve müfessir olan allâmeler de kullanmaktadır. (İbn’ül-Hâcib, Muhtasar Şerhi, c. II, sh. 407).
Şurası da iyi bilinmesi gerekir ki, insanlara gelen sünuhat, ilhamat gibi şeyler hiçbir zaman vahyin derecesine çıkamaz, delil olarak da ümmeti bağlamaz. Bunlar şayet vahyin ölçü ve manasına uygun ise o zaman güzeldir ve kullanılabilir. Vahye zıt bir mana içeriyorsa kabul etmek sapkınlık olur, dinen caiz olmaz. Kimden olursa olsun, bu çok büyük evliya da olur, çok büyük âlim de, fark etmez. Bunlardan gelen sünuhat ve ilhamlar şeriat mihengine vurulur. Uygunsa, baş göz üstüne, uygun değilse, sahibine iade edilir. Ölçümüz bu olmalıdır.
3.3 Üçüncü Yanlış Yorum
“Özel bir göreve namzet olarak seçildiğimi anladım.” Bunu İslâm’a muhâlif cümlelerden kabul eden aklı gözündeler, Peygamberler kadar, müceddidlerin, müçtehidlerin, evliyanın ve asfiyânın Cenab-ı Hak tarafından istihdâm edildiklerini reddetmektedir. Halbuki Fâtiha’da “Bizi kendilerine in’amda bulunduklarının yoluna hidâyet eyle” duasının tefsir eden Kur’an’ın bunların kimler olduklarını sayarken “Peygamberle, Sıddıklar, Allah yolunda canını veren şehidler ve sâlih insanlar” olduğunu açıkladığını çok iyi biliyoruz.
Doğrudur. Bediüzzaman bu asrın müceddidir ve o Kur’an’a yöneltilen münkirlerin ve modernistlerin itirazlarına cevap vermek üzere vazifelidir. Şimdi onun dediklerini aktaralım ve iktibasda zikredilen mühim zatın da Resulullah (asm) olduğunu açıklayalım:
“Eski Harb-i Umumîden evvel ve evâilinde, bir vakıa-i sadıkada görüyorum ki, Ararat Dağı denilen meşhur Ağrı Dağının altındayım. Birden o dağ müthiş infilâk etti. Dağlar gibi parçaları dünyanın her tarafına dağıttı. O dehşet içinde baktım ki, merhum validem yanımdadır. Dedim: ‘Ana, korkma. Cenâb-ı Hakkın emridir; O Rahîmdir ve Hakîmdir’.”
“Birden, o halette iken, baktım ki, mühim bir zât bana âmirâne diyor ki: ‘İ'câz-ı Kur'ân'ı beyan et’.”
“Uyandım, anladım ki, bir büyük infilâk olacak. O infilâk ve inkılâptan sonra, Kur'ân etrafındaki surlar kırılacak. Doğrudan doğruya Kur'ân kendi kendini müdafaa edecek. Ve Kur'ân'a hücum edilecek; i'câzı onun çelik bir zırhı olacak. Ve şu i'câzın bir nev'ini şu zamanda izharına, haddimin fevkinde olarak, benim gibi bir adam namzet olacak. Ve namzet olduğumu anladım.” (RNK, 1/522 “28. Mektup, Yedinci Risale olan Yedinci Mesele, 1. Sebep”.)
Muterizler, mehdiyyet, deccaliyyet, süfyânîlik ve benzeri konularla alakalı hadisleri de mevzu kabul eden ve maneviyattan bî behre olan insanlardır. Dolayısıyla istihdâm nedir bilmezler.
3.4 Dördüncü Yanlış Yorum
“Risale-i Nur’ları ve Müellifini Kur'ân’ın 33 âyeti önceden haber vermiştir.” cümlesini başlık yapanlar, tıpkı Abdülhakim Arvâsî, 1948 Afyon Savcısı Büker, 1960 İhtilalinin Diyanet İşleri Başkanı Tevfik Gerçeker, Prof. Neş’et Çağatay ve Neda Armaner gibi, İşârî Tefsir nedir anlamadığı gibi, Bediüzzaman’ın ifadelerini okumadan cahilce saldırmaktadır. Halbuki Alusi (ö. 1270/1854) ise, "işarî tefsir" anlamında tevili şöyle tanımlamaktadır: "Te'vil, ibarelerin üzerindeki örtülerin kalkmasıyla saliklere aşikar olan ve ariflerin kalplerine gayb bulutlarından yağan kudsi bir işaret ve ilahi kaynaklı bilgilerdir.”
İşârî Tefsir, tefsir ilminin önemli bir dalıdır ve bu konuda doktora tezleri yapılmıştır.
Bediüzzaman’a göre, “Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyan; ayetlerini, cümlelerini öyle bir şekilde nazmetmiş ve vaz’etmiştir ki, her cihetten ihtimal yolları bulunsun ki, muhtelif fehimler ve isti’dadlar, zevklerine göre hisselerini alabilsinler. Binaenaleyh ulum-u Arabiyyenin kaidelerine muvafık ve belagatın prensiplerine uygun ve ilm-i usule mutabık olmak şartiyle, müfessirlerin birbirine muhalif olan beyanatı ve ihtimalleri; zamanlara, tabakalara ve fehimlere göre murad ve caizdir diye hükmedilebilir.”
İşte Bediüzzaman Hazretleri Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı eserinde, Kur’an’ı bütün bu özelliklerini göz önünde bulundurarak ve de İslami ilimlerde mevcut olan yukarıdaki kurallara uyarak şöyle demektedir: "Kur’an hakkında nazil olan bazı Ayetler, fer'i bir tabakadan ve bir ma’na-yı İşarîsiyle de Kur’an ile münasebeti çok kuvvetli bir tefsirine bakmak, şe'nine bir nakise değil, belki o lisan-ül gaybdaki i'caz-ı manevisinin muktezasıdır." Dikkat ederseniz Bediüzzaman Kur’an’ın işaret ettiği fer’i tabakalardan biri ve işaret ma’nasıyla Kur’an, Risale-i Nur gibi bir Kur’an tefsirine işaret ediyor diyor. Yoksa bu âyet Risâle-i Nur hakkındadır demiyor.
Buna en güzel misal Nur Ayetidir. Geliniz Bediüzzaman’ın konuyla alakalı izahlarını dinleyelim:
“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur'an'ın bahir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem'a-i i'caz-ı manevisi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir Şu’aı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur'an'ın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur'un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur'an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz. Gelecek ayetlerin işaratına bu nokta-i nazarla bakmak gerektir. Yoksa beni kendini düşünen biri olarak ittiham edenlere hakkımı helal etmem.
Mesela bunlardan biri Ayet-in-Nur'dur ki, bunun manaca çok tabakaları ve çok vecihleri vardır. Ve o tabakalardan ve vecihlerden işarî ve remzi bir vechi manaca ve cifirce nurlu bir tefsiri olan Risale-in-Nur ve Risalet-ün-Nur'a dört - beş cümlesiyle on cihetten bakıyor. Ve o tabakalardan ve o vecihlerden bir tabaka ve bir perde dahi mu'cizane elektrikten haber veriyor.”
Bediüzzaman Said Nursi, işarî tefsiri değerlendirirken, zahir gibi batın ve mecazda da ifratı tehlikeli görür:
“Her şeyi zahire hamledip Zahirilerin yanlış mezhebini ortaya çıkarıncaya kadar tefrit etmek ne kadar zararlı ise, her şeye mecaz gözüyle baktırıp sonunda batınilerin batıl mezhebini sonuç verecek kadar ifrat sevgisi daha zararlıdır." O, böyle derken, tabii ki İşarî ve remzi manayı reddetmez, bilakis kabul eder ve bu konuda şu açıklamaları da yapar: "Bir işle çok uğraşan kimse, genellikle başka alanlarda bilgisiz olur. Bundan dolayı, maddi alanda fazla yoğrulan, maneviyatta zayıflar ve sathi olur. Sadece zahiri tefsir ile iktifa eden Kur'an'ın deruni anlamlarına nüfuz edemez ve yaptığı iş noksan kalır. Sarih mana, çoğunlukla bir tanedir ve bellidir. Aksi takdirde bu mananın belirlenmesinde âlimlerin büyük çoğunluğunun tasvibi gerekir. Ama sarih mananın altında gizli olan İşarî ve remzi mana böyle değildir. İşarî mana bir bütün olup her çağa mahsus kısımları vardır. Bu açıdan, İşarî mana, Kur'an'ın ayetiyle veya sarahatiyle çelişmek şöyle dursun, bilakis O'nun i’caz ve belagatine hizmet eder. Dolayısıyla, bu nevi işaretlere itiraza sebep yoktur.
Sonuç olarak, Bediüzzaman’a göre, “Bir tabakanın ma’nay-ı işarîsinin külliyetindeki fertlerinin bu asırda tezahür eden ve münasebeti pek kuvvetli bir ferdi Risalet-ün-Nur olduğunu, onu okuyan herkes tasdik eder. Risalet-ün-Nur'un Kur'an'dan başka me'hazı yok, Kur'an'dan başka Üstadı yok, Kur'an'dan başka mercii yoktur. Te'lif olduğu vakit hiçbir kitab müellifinin yanında bulunmuyordu. Doğrudan doğruya Kur'an'ın feyzinden mülhemdir.
İşte Sikke-i Tasdik-i Gaybi adlı Risalede zikredilen otuzüç ayetin bil'ittifak, tekellüfsüz, manaca ve cifirce Resail’ün-Nur'un başına parmak basmaları ve başta Ayet’ün-Nur on parmakla ona işaret etmesi ve eskiden beri ulema ortasında ve edibler mabeyninde meşhur bir düstur ve hakikatlı bir medar-ı istihracat ve hatta hususi tarihlerde ve mezar taşlarında ediplerin istimal ettikleri maruf bir kanun-u ilmi iledir. Eğer o kanuna tasannu karışmazsa, işaret-i gaybiye olabilir. Eğer sun'i ve kasdi yapılsa, yalnız bir letafet, bir zerafet, bir cezalet olur.”
Sikke-i Tasdik-i Gaybî’yi okumadan ve İşârî Tefsir açısından değerlendirmeden hemen şu kararı veriyorlar:
“Buraya kadar serdettiğimiz iddialardan açıkça ortaya çıkan gerçek şudur ki:
Allah tarafından seçilmiş ve korunmuş bir yazar: Said-i Nursî,
Allah tarafından yazdırılmış/onaylanmış eserler: Risale-i Nur’lar.”
Bu iki sonucu Risâle-i Nur’da tasdik edecek bir tek ifade yoktur. Ne Bediüzzaman ve ne de Nur Talebeleri Bediüzzaman’ın masum olduğunu kabul ve iddia etmemişlerdir. İkinci hükmü de yanlıştır. Doğru olan Nurlar’ın istihdâm edilen, ilham ve sünûhâta dayanan; ama temellerini Bediüzzaman’ın ezberlediği 26 ilme ait 90 kitaptaki ilimlerin prensiplerinin oluşturduğu gerçeğidir.
3.5 Beşinci Yanlış Yorum
Bediüzzaman’ın Sikke-i Tasdik-i Gaybî’de kullandığı Cifir İlmi ve kaideleriyle alakalı istihrâcları da diline dolamaktadırlar. Ama Bediüzzaman’ın şu sözünden bile haberdar değildir. Keşfu'z-Zünun'da, cifir ve ebced ilminin, konunun uzmanları olan manevi ilimlerde derinleşen simalar için birçok esrarın anahtarı hükmünde bulunduğu ve Hz. Ali tarikiyle özellikle Ehl-i Beyt’e tevarüs eden bir ilim olduğu belirtilmiştir. Bu ilmin eski peygamberlerin kitaplarında da yer aldığına dair rivayetlere işaret eden Çelebi, "Bu ilme, ancak ahirzamanda gelecek olan Hz. Mehdi, hakkıyle vakıf olur" diyen bazı alimlerin görüşlerine de yer vermiştir.
Bediüzzaman’ın ilm-i cifir hakkındaki şu ifadeleri de çok önemlidir:
"İlm-i cifir, meraklı ve zevkli bir meşgale olduğundan, vazife-i hakikiyeden alıkoyup meşgul ediyor. Hatta kaç defadır esrar-ı Kur’an’iyeye karşı o anahtar ile bazı sırlar açılıyordu. Kemal-i iştiyak ve zevk ile müteveccih olduğum vakit kapanıyordu. Bunda iki hikmet buldum:
Birisi: لاَ يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلاَّ اللهُ ‘ Gaybı ancak Allah bilir' (Neml, 27/65) yasağına karşı hılaf-ı edebde bulunmak ihtimali var.
İkincisi: Hakaik-ı esasiye-i imaniye ve Kur’an’iyenin berahin-i kat’iye ile ümmete ders vermek hizmeti ise, ilm-i cifir gibi ulum-u hafiyenin yüz derece fevkinde bir meziyet ve kıymeti vardır. O vazife-i kudsiyede kat’i hüccetler ve muhkem deliller, su-i istimale meydan vermiyorlar. Fakat cifir gibi, muhkem kaidelere merbut olmayan ulum-u hafiyede su-i istimal girip, şarlatanların istifade etmeleri ihtimalidir."
Görüldüğü gibi, cifir ilmi gizli ilimlerdendir. Az kişiye hitab etmektedir. İman ve Kur’an hakikatleri ise, herkese seslenmektedir. Hem herkesin onlara ihtiyacı vardır. Bu gibi noktalardan dolayı ve “Gaybı ancak Allah bilir” yasağına karşı edebe aykırı harekette bulunmamak için Bediüzzaman, bu ilmin ayrıntılarını eserlerine yansıtmamıştır. Yansıttığı miktar, altı bin küsur sayfalık tefsirinin içinde az bir bölüm teşkil etmektedir. Bunda asıl maksadı, o günün ağır şartları altında hizmet eden talebelerine bir şevk kaynağı olmasıdır.
Bazı kimseler, Ebced hesabı gibi Esrar-ı hurufla ilgili İşari tefsir yorumları ile, hurufilik safsatasını birbirine karıştırmıştır. Bazıları da, bir tefsir metodunun kabul edilebilmesi için, onun Hz. Peygamber (a.s.m) tarafından kullanılmış olması gereğinin varsayımından hareketle, bu tür işari tefsir metotlarına, bu çeşit yorumlara katılmama taraftarıdır.
Cifir ilminin Hurufilik, nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur.
Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali'nin, bu ilmi Resulullah'dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bediüzzaman'dır. Kur'an, “Beldetün Tayyibetün“ ifadesiyle İstanbul'un fethine işaret ettiği gibi, Mu'avvizeteyn suresiyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir. İbn-i Kemal bu ilmin ehemmiyetini “Er-Risalet'ül-Münire“ adlı eserinde şöyle belirtmektedir:
“Büyük evliyaların kerametleri de böyledir. Müşkil ve zor meselelerin istihracı gibi. Yani evliyalar, Kur'an ayetlerinden, hatta her kelimesinden ve harfinden ve hatta Resulullah'ın hadislerinden bazı mühim ve müşkil hakikatları istihraç etmişlerdir. Bu onlara ilham nuruyla müyesser olur.” (sh.8) .
3.6. Altıncı Yanlış Yorum
Muterizler, Hz. Ali’nin Kaside-i Celcelutiyesi ve diğer eserlerini diline dolamıştır.
Hazreti Ali Radıyallahü Anh'ın en meşhur Kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmıştır. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevi'nin kaleme aldığı meşhur Mecmu’at’ül-Ahzab adlı eserde Celcelutiye kasidesine de yer verilmiştir. "Bede’tu bi bismillah" cümlesiyle başlayan kasidenin son beyti, kaside sahibi Hz. Ali'nin ismini gösteren ve "Bunlar, yaratıklar insanlar için bir araya getirilmiş ilimlerin sırları olup, Hz. Muhammed (a.s.m)'in amcasının oğlu Ali'nin makalesidir" anlamına gelen:
"Mekalu Aliyyin ve’bnu ammi Muhammedin ve sirru ulumin lil-halaiki cümmi’at" beytiyle sona ermiştir. Bediüzzaman'ın da işaret ettiği gibi, kaside baştan sona kadar ebced hesabını gösterir şekilde basılmıştır.
Elimizde Hz. Ali’ye isnad edilen Kitab’ül-Cefr el-Cam’ ve Misbah’un-Nur el-Lami’ adlı eser bulunmaktadır. 1287 Hicri yılında basılan nüshası da elimizde bulunmaktadır. Bu kitaplar doğrudan cifir ve ebced hesabıyla alakalıdır. Ancak Bediüzzaman bu kitapların Hz. Ali’ye değil Cafer-i Sadık’a ait olduğunu düşündüğünden bundan bahsetmemiştir.
Bediüzzaman da bu ma’nayı, “Hazret-i Ali Radiyallahu Anh'ın en meşhur kaside-i Celcelutiyesi, baştan nihâyete kadar bir nevi hesab-ı ebcedi ve cifir ile te'lif edilmiş ve öyle de matbaalarda basılmış” şeklinde özetlemiştir.
Bediüzzaman, cifri kullandığı yerlerde hiçbir zaman “Ayetin açık manası budur” dememiştir. Söylediği şudur: “Ayetin sarih ma’nasının altında müteaddit tabakalar var. Bir tabakası da, işari ve remzi ma’nadır. İşari ma’na da bir küllidir; her asırda cüz’iyatları bulunur.” Devamında ise: “İşte madem bu tevafuk-u cifri ve ebcedi, bir kanun-u ilmi ve bir düstur-u riyazi ve bir namus-u fıtri ve bir usul-ü edebi ve bir anahtar-ı gaybi oluyor. Elbette menba-ı ulum ve maden-i esrar ve fıtratın tercüman-ı ayat-ı tekviniyesi ve edebiyatın mu'cize-i kübrası ve lisan-ül-gayb olan Kur'an-ı Mu'ciz-ül-Beyan, o kanun-u tevafukiyi, işaratında istihdam, istimal etmesi i'cazının muktezasıdır.”
3.7 Netice
Evvela; Resulullah'ın (asm) da beyanına göre, Kur’an ayetlerinin zahiri, batıni, işârî, sarih ve remzi çok manaları ve her asra hitab eden hakikatları vardır. "Her ayetin dalı var, budağı var; her dalın da başı var, sonu var, çetikleri var" şeklindeki hadis, bu manaya işaret etmektedir. Zira Kur'an'ın muhatabı bütün insanlardır. Kur'an, kâinat kitabının tercümesidir. Kâinatın rengini değiştiren her meseleyi vuzuha kavuşturmuştur.
Hadiselerin satırları altında gizlenen hakikatları ortaya çıkaracak olan da yine Kur'an'dır. Dolayısıyla İslam ittihadını yakından ilgilendiren Risale-i Nur’a da, İstanbul’un fethine de ve Mısır fethine de herhalde işaret edecektir. Ancak sarahat demiyoruz, işaret diyoruz. Bu ifadeye dikkat etmek gerekir.
İkincisi: Bütün ilim tarihçilerinin -özellikle Müslüman alimlerin- ilimlerin tasnifinde kendisinden bahsettikleri "cifir ve camia ilmi" diye bir ilim vardır. Bu ilim, bazı cahiller tarafından suiistimal edilmiş olsa bile, tamamen inkarı da mümkün değildir. Cifir, kaza levhası; camia ise kader levhası demektir. Kısaca Allah'ın kader ve kaza levhlerinde olmuş yahut olacak bazı şeyleri, yine Allah'ın koyduğu işaret ve gösterdiği yollarla ortaya çıkarma ilmine cifir ilmi denir.
Bu ilmin nüshacılık ve üfürükçülükle ilgisi yoktur. Çünkü İmam-ı Gazali ve İbn-i Kemal gibi bu ilmi hakkıyla bilen zatlar tarafından da kullanılmıştır. Hz. Ali'nin, bu ilmi Resulullah'dan öğrendiği nakledilmektedir. Son asırda bu ilmi hakkıyla kullananlardan biri de, Bediüzzaman'dır. Kur'an, "Beldetün Tayyibetün" ifadesiyle İstanbul'un fethine işaret ettiği gibi, Mu'avvizeteyn sureleriyle de 1971 hadiselerine işaret etmiştir. Birinciyi ilim, ikinciyi ilmin dışında kabul etmek, bir başka cahilliktir.
3. SONUÇTAKİ YANLIŞ HÜKÜMLER
Bu yalan yanlış ve iftirâ mahiyetindeki yanlış yorumlarından sonra bazı sonuçlara varmıştır ki, kurduğu cümleler, ancak ilimlerden behresi olmayan İslam düşmanı ve Kemalistlere ait cümlelerdir.
Bunların tam tersini doğru yahut tamamen yalan olduğunu açıklamak için şu ifadeleri kaydedeceğiz:
- Risale-i Nur’lar’da Kur'ân-ı Kerîm’e aykırı tek bir kelime dahi yoktur; aksi iddialar cehalet ve iftiradan ibarettir.
- Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerîm’i ve Hz. Ali gibi bir zatı süflî bir gaye için istismar etmemiş; tam tersine Kur’an’a ve imana yönelen hücumları Kur’an’ın elmas kılıçları ile bertaraf etmiştir.
- Bu yanlış yorumların aksine, Nurlarda “kutsal bir kişiliğin ve kutsal eserlerin oluşturulması” hedefine yönelik bir tek kelime bile yoktur. Tevâzu ve istihdâma vurgu vardır.
- Risâle-i Nur aleyhindeki iddialar, bütünü ile ilme aykırıdır ve yoğun bir cehaleti simgelemektedir.
- Risale-i Nur’lar Kur'ân’ın manevî bir tefsiridir.
- Diyanet İşleri Başkanlığımız, Risale-i Nur’lara resmen sahip çıkıp onları kendi yayını olarak bastırmakla, Bediüzzaman’ın yıllar önce verdiği müjdeyi gerçekleştirmiştir.