Sekeratta imanını kurtaran kırkta bir mi yoksa yüzde doksan dokuz mu?-2

Nail Yılmaz

Kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesinin kazandığı

Dördüncü meselede nakledildiğine göre: “Bir ehl-i keşf ve tahkik, bir yerde kırk vefiyattan yalnız birkaç tanesinin kazandığını sekeratta müşahede etmiş; ötekilerin (ise) kaybettiklerini[1] haber vermiş.

Temel İslamî kaynaklarda bu mesele genellikle “hüsn-ü hatime” ve “sû-i hatime” ana başlıkları altında müzakare edilir. Sözlüklerde; dünyadan imanla göç etmeye ‘hüsn-i hâtime’, imandan yoksun olarak gitmeye de ‘sû-i hâtime’ denilmiştir.

Son nefesini “hüsn-ü hatime’ ile vererek felâha ermenin önünde en büyük engellerden birisinin sekaratta şeytanın mü’minin imanını elinden alması veya başka sebeplerle mü’minin imanını kaybetmesidir.

Bütün akaid kitaplarında ve Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan bu mesele aklî deliller ile yeterince izah edilerek anlatılmadığı veya, gaybî bir mesele olduğu için sadece naklî bilgiler ile yetinildiğinden, itikadî bir mesele veya problem olarak zihinlerimizi meşgul etmektedir.

Çünkü tergib ve terhib dengesi muhafaza edilmeden, sadece ‘kırkta birin kurtulduğu diğerlerinin kaybettiği’ şeklinde nazara verilen keskin bir sakındırma (inzâr) biçimi, muhatabı nasıl olsa biz, kırkta bir ikiye giremeyiz düşüncesine atarak muhtemelen ya bütün bütün redde veya battı balık yan gider ‘herçibad abad) noktasına getirmektedir.

Burada asıl merak edilen en mühim husus; son nefeste şeytan veya başka sebeplerle mü’minin imanını kaybedip kabetmeyeceği meselesidir?

Veya kaybedenler, imanını niçin kaybediyorlar, kaybetmeyenler ise son nefese kadar ve son nefeste bile imanlarını nasıl muhafaza edebiliyorlar olduğudur?

Eğer, her ehl-i iman için, son nefeste imanını kaybetmek gibi büyük bir risk ve tehlike var ise bunun çözüm ve çaresi var mıdır, sorusu herkesi çok yakından ilgilendirmektedir.

Çünkü: Bu dünyada herkesin her şeyden en büyük ve en önemli bir meselesi ebedi hayatı kazanmak ve kaybetmek davasıdır.

Bediüzzaman Hz. Kastamonu Lahikasında sekaratta yaşanacak böyle tehlikeli bir sürecin olduğunu bir ihtara binaen haber vererek şöyle der:

‘’İman-ı tahkikî ilmelyakînden hakkalyakîne yakınlaştıkça daha selbedilmeyeceğine ehl-i keşf ve tahkik hükmetmişler ve demişler ki: Sekerat vaktinde şeytan vesvesesiyle ancak akla şübheler verip tereddüde düşürebilir. Bu nevi (tahkikî iman) ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor.’’[2]

Sekaratta imanın kaybolup kaybolmadığı, gaybî bir mesele olduğu için sadece naklî bilgiler ile iktifa etmek zorunda olduğumuzdan tam olarak kaybolup kaybolmadığını bilemiyoruz. Fakat sekaratta yaşanacak böyle bir vakıanın kesin olarak cerayan edeceği, risale metinlerinde naklen haber verildiği gibi daha birçok akaid kitaplarında ve de bazı hadîs kaynaklarında yer alır.

Mahfuz ve makbul iman

Risale-i Nur Külliyatı’nın geneline baktığımız zaman, insî veya cinnî şeytanların sekaratta veya daha öncesinde mü’minlerin aklına attığı şüphelerden ehl-i imanın kendini koruması ve muhafaza edebilmesi iki ana başlık altında tahlil edilir:

Birincisi: Mahfuz iman

İkincisi: Makbul iman

Yukarıda iktibas ettiğimiz risale metnine göre; sekerat vaktinde şeytanın akla atacağı şüpheleri def edebilmek için, imanımızı tahkik yoluyla ilmelyakîn, aynel yakîn ve hakkalyakîn mertebelerine çıkarmaya, ‘Mahfuz iman’ denildiğini gördük.

Ayrıca tahkik yoluyla elde edilen bu iman sırf akılda kalmayıp, hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, öyle kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemediği için, tahkik-î imanın sekerattaki mü’mini ‘muhafaza’ ettiği belirtildi.

Bu tespitlere göre ‘Mahfuz imanın’ ön şartı imanı; tahkikî bir şekilde elde etmekten geçtiği anlaşılıyor.

Ekseriyetle avamın itîkadını ifade eden ‘taklidî iman’ kavramı ise çok emniyetli olmasa da ehl-î sünnet itikadına göre, ‘Makbul iman olarak kabul edilir.

R. Nur Külliyatından yapılan bu tespitlere göre, mahfuz’ ve ‘makbul’ iman yolları şu dört ana başlık altına tahlil edilir:

Mahfuz iman yolları:

  • Birincisi:’İman-ı tahkikî’nin vusulüne vesile olan bir yolu, velayet-i kâmile ile keşf ve şuhud ile hakikata yetişmektir. Bu yol ehass-ı havassa mahsustur, iman-ı şuhudîdir.’’[3] Bu ehass-ı havas ise İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbanî, Muhyiddin-i Arabî ve Abdülkadir-i Geylanî gibi zatlardır.[4]
  • İkincisi: Bazı ehl-i velayet de amel, ibadet, sülük, riyazet ve müşahede ile ‘hakaik-i imaniyeye’ çıkmışlar veya hakaik-i imaniyeyi’ elde etmişler.[5]
  • Üçüncüsü: Kur’anî ve bürhanî olan, aklî ve naklî deliller ile tahkikî imanı elde eden ilm-i kelam yolu. (Risale-i Nur mesleği)[6]

Makbul iman ise

  • Avama ait olan icmalî ve taklidî iman yoludur.[7] Bu tasnif ve tespitlere göre iman-ı tahkikîyi elde ederek, imanları ‘muhafaza edilenlerin; ‘hüsn-ü hatimeye’ mazhar oldukları veya olacakları belirtilir.[8]

Bunun için dersimizin anahtar kavramlarından birisi olan, ‘hüsn-ü hatime’ mefhumu’nun doğru anlaşılması lazımdır ki, bir anlam kayması olmasın.

Fakat ‘hüsn-ü hatime’ kavramı’nın doğru anlaşılması için, sadece lûgat anlamıyla yetinmek yerine, dinî ıstılahta aslında neyi ifade ettiğine bakılması lazımdır.

Mesela yaklaşık yetmiş seksen senelik bir insan hayatında ‘hüsn-ü hatime’ mefhumu ömrün hangi zaman dilimine tekabül ediyor olduğudur?

Hüsn-ü hatime’ veya “su-i hatime”hayatın farklı zamanlarına yayılmış bir süreç mi? Yoksa sekaratta yaşanan ve bir an-ı vahidde cerayan ederek olup biten bir sonuç mudur?

Daha da çoğaltılabilecek bu taharrî ve müzakere sorularını kısaca özetleyerek birkaç cümle halinde ifade edecek olursak:

  • ‘Hüsn-ü hatime’ yetmiş seksen senelik bir insan ömrünün son birkaç dakikasına mı?
  • Veya ömrünün son zamanlarına mı?
  • Veyahut da hayatın tamamına yayılmış bir süreç mi olup, olmadığı meselesidir.

Birçok temel islam itîkadana dair eserlerde yer aldığı ve birçok ilm-i kelam ülâmasına göre, “hüsn-ü hatime” ve “sû-i hatime” sekaratta yaşanan ve bir an-ı vahidde cereyan ederek, olup biten bir vakıa değildir.

Bu meselede en başta itîkat imamlarımız ve büyük İslam âlimlerimiz eserlerinde çok geniş tafsilat vermişlerdir. Hepsini nakletmek bu çalışmanın sınırlarını aştığı için bu meseledeki içtihad ve görüşlerin bir kısmını çok kısa ve özet halinde naklederek meraklıları asıl kaynaklara havele ederiz.

İtikad imamlarımıza ve büyük müçtehidlere göre, son nefeste mü’min’in imanının gidip gitmeyeceği:

1-Fıkh-ı Ekber şerhine göre;’Artık kim azgınlık ve sapıklığa sevk edenleri tanımayıp da iman ederse muhakkak ki o kopması mümkün olmayan sağlam bir kulpa yapışmıştır[9] âyeti: ’’İman kalbe girdikten sonra yok olmaktan emin olur’’[10] şeklinde tefsir edilmiştir.

2-‘’İ. Ebu Mansûr el-Matüridî ve ona tabi olan Matüridî mezhebî imamlarına göre: Bir ehl-î iman; son deminde kâfir olsa bile, imân üzere olduğuna hükmedilerek mü’min kabul edilir.

Veya bir kâfir son deminde imana gelse bile, küfür üzere olduğuna hükmedilerek kâfir kabul edilir. Her iki halde de ölen kişinin son demindeki durumuna değil, hâl-î hayattaki durumuna göre hüküm verilir.

Çünkü imanın değeri, gayba iman edilmesi sebebiyledir. Kur’an-ı Kerim’de Canab-ı Hakk mü’minleri överken ‘’gayba iman edenler’’ diye nitelendirmektedir. Mü’min Sûresi 84-85. ayetlerinde azabı gördükten sonra iman ettik diyenlere imanlarının fayda vermeyeceği açıkca şöyle bildirilmektedir:

’O vakit azabımızın şiddetini gördükleri zaman (korkudan dolayı o ye’s hâlindeki) inanmaları, kendilerine hiçbir fayda vermedi. Bu, Allah’ın kulları hakkında eskiden beri cari olan sünnetidir. İşte kâfirler burada aldanmışlardır. ’’[11]

3- İ. Matüridinin Kitab-ı Tevhidinde yer alan diğer bir cümleye göre: ‘’Şüphe yok ki kişi ehl-î salat ve ehl-î kıble olduğu müddetçe imanın yok olması mümkün değildir.’’ [12]

4-İmam-ı Şerani’nin naklettiğine göre: “Sû-i hatime ancak masiyette ısrar eden Allah’a karşı pervasızca günah işleyen insanlar için bahis konusudur. Ama istikamet üzere olan masiyette ısrarlı olmayan kişilerin su-i hatimeye uğradıklarını veya uğrayacaklarını hiç kimseden duymadım’’der.[13]

5- Genel olarak ilm-i Kelâm ulamalarına göre: Dille ikrar edilen iman ile Kalp ile tasdik edilen iman arasında derece farkı yoktur. Sadece Kalp ile tasdik edilen iman eğer gayr-ı şuurî bir meleke haline dönmüşse o imanın derecesi daha yüksek olduğundan, şüphelere kaşı daha kavî, daha metindir.[14]

Devam edecek

  1. Şualar (203)
  1. Kastamonu Lahikası
  1. Sikke-i Tasdik-i Gaybi (29)
  1. Sözler (689)
  1. Emirdağ lah. 1. (191)
  1. Barla Lah. (283)
  1. İşaratül icaz (42) Kastamomu Lah. (55-124)
  1. Şualar (194 -316)
  1. el-Bakara, 2/256
  1. Fıkh-ı ekber şerhi. Sh. 377)
  1. Prof. Dr. Sülayman Toprak. KABiR HAYATI. Sh.81
  1. Kitab-ı Tevhid terc. Diyanet yay. Prof. Dr. Bekir Topal oğlu. Sh. 302
  1. -İmam-ı Şeranin Ölüm ve Kıyamet. Terc. Naim Erdoğan. Sh. 52. İstanbul/ Nisan-216
  1. Ekrem Sefa Gül. YAKÎNÎ İMANIN İMKÂN VE MAHİYETİ: Doktora Tezi. Sh. 154

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.