İlkay KAYATÜRK
Selahaddin'in II. Ordusu
Hutbe-i Şamiye… Şam! Neden Şam? diye düşündüm. Neden onca yoldan sonra buraya Şam'a varmıştı? İsmiyle müsemma Nurs'dan gelip; Nur'a giderken bir ara neden Şam'da durmuştu?
Tüm o kabirlerin arasında dolaşırken aklımda hep bu soru vardı. Ehli beytin, şianın, Arapların, Kürtlerin ve Türklerin mezarları, türbeleri... Şam İslam'ın tüm renklerinden müteşekkil bir palet gibi…
Bu düşüncelerle kapadım gözlerimi. Bir rüyamıydı yoksa O'nun dediği gibi; bir vakıa-i hayalimiydi bilmiyorum! İki insanın birbirlerine doğru yaklaştıklarını gördüm. Zaman durmuş, zamanın içinde ayrı bir zaman açılmıştı sanki. Vakarlıydı adımları."Onlar yeryüzünde vakarla yürürler" tebessümle selamlaştılar. "Hoş geldin" dedi elinde kılıç olan, "hoş bulduk kardeşim" dedi kalem ve kağıt taşıyan. Tanıdım miğferli kılıçlı adamı; evet bu Selahaddin’di... Sultan Selahaddin Eyyubi! ve tam karşısında duran O, Said, Said Nursi!
O an anladım yolun neden Şam'a vardığını. Büyük Fatih'in türbesi de burada Şam'daydı.. Sanki çok uzun zamandır tanışıyor gibiydiler... Şaşırmadım buna. Öyledir çünkü. Allah'a söz vermiş ve bu sözden dönmemiş ruhların sadakatiyle, onlar o akitten, o ortak armağandan tanıştırlar.
Bediiüzzaman, Selahaddin'in elindeki kılıca baktı uzun uzun. Demek bu kılıçtı Kudüs’ü fetheden. Yüz binlerce masum Müslüman’ın kanını dökenleri durduran. Kılıç ne kadar soğuktur değil mi? Ben de ürperdim bir an.. Ama bu kılıç farklıydı diğerlerinden. Barbarlık, zulüm için değil, zalimi kovmak için çıkmıştı kınından. Yok ederken bile adaleti var etmiş masuma dokunmamıştı. Yok etmek için gelenlerin düzenini, Hakkı var ederek yok etmişti. İnsanlık onuru, hak ve adalet ve işte birde bu kılıç ne de yakışıyordu büyük fethin büyük komutanına...
Selahaddin... Bugün düşmanlarının torunları, kitaplara adil ve cesur diye yazıyorlar onu. Kuvvetle muhtemel Kürt'tür Selahaddin. Ama kader-i ilahi zarif bir şerh düşürmüştür akıllara. Ona Türk'ler de sahip çıkar. Bugünün kandan ve kanatmaktan zevk duyan dimağlarına bir pıhtıdır Selahaddin. İki millette sevip benzettiğine göre, iki millet ne kadar benzemektedir birbirine! Bu yanıyla da bir derstir sanki.
Daldığım bu düşüncelerden çıkıp, tekrar onlara baktım. Bu kez Selahaddin, Said'in elindeki kâğıtlara bakıyordu. Karşısında duran bu dimdik adam bir âlimdi. Peygamberin "benim varislerimdir" dediklerinden biri.
Başka bir zamandan geliyordu Said. O zamanın harikası olarak. Farklı bir komutandı. Ne miğferi ne kılıcı vardı. Orduların ordular üzerine yürüdüğü çağ kapanmıştı çünkü.
Selahaddin'in askerleri tetikte bekliyordu imanla bekliyordu, topları,kılıçları,okları.. Ama Said'in askerleri önce kendilerini yenmeliydi. Kağıtla, kalemle, baskıyla içlerine ekilmiş dikenleri kesip atmalarıydı ilk savaşları ve bu ilk savaşta konuşamadıkları, konuşsalar da anlaşamadıkları o çatlak sesler çıkardıkları zorlu zamanların alfabeyi yeniden öğreten muallimiydi Bediiüzzaman. Zulüm dolu bir hayattı onunkisi. Tecrit ve haksızlıklar ve tabii hapis! Tüm bunlar onu görevine hapseden nimetlerdi adeta. Sanki ilahi senaryo, tüm bu nasipsiz figüranları, Esas Adam'ın tekamülüne birer hizmetli kılmıştı.
Yalnız yapayalnız kalması gerekliydi. Öylede oldu. Her şeyini aldılar, her şeyden mahrum ettiler. Başka türlü olamazdı, çünkü o yalnızca tek şeye vazifeliydi. Demek savaşlar, silahlar değişmişti. İman için savaşlar değil, iman hakkı için savaşlar başlamıştı. Demek artık krallar, hükümdarlar yoktu. Titanlar, diktatörler vardı.
İnsanlar artık bir gün gelmesi olası olan bir düşmandan korkmuyorlardı. Çünkü düşman her yerdeydi.
Selahaddin'in adil ve akil kılıcı görevini tamamlamış kınına girmişti. Şimdi sıra Bediüzzaman’ın kalemindeydi.
Yazdı, yazdı, yazdı... Dışarı çıktığımızda gördüğümüz, içeri girdiğimizde bulduğumuz, her ne yöne dönsek yüzleştiğimiz içimizde ve dışımızda olan düşmanı yazdı. Teşhis etti, yanında reçeteleriyle. Yeniden anlattı, yeniden öğretti ve yeniden yorumladı.
Akıllara bilimsel ispat, ruhlara şefkat, karanlıkta en karanlıkta bile dümdüz yürüyebilenlere Nur'u gösterdi.
Karanlık zamanlarda dimdik yürüdü. ve yazdı, yazdı, yazdı...
Selahaddin'in ikinci ordusunu, yeni fethin 100 yılda yetişecek akıl, iman ve şefkat dolu ordusunu hazırlamak için yazdı.
Neden Şam? Anladım bu bir buluşmaydı. Bir görev devir töreniydi. Artık zaman değişmişti. Komutanlar, düşmanlar farklıydı. Ama zulüm yine vardı ve kahramanları çıkaran zalimler değil yine mazlumlardı. Bu hiç değişmemişti. Zaman değişmişti… Bambaşka bir zamandı. Ve bu ‘Zaman’ bir ‘Harika’ çıkarmıştı.
Ne mutlu Selahaddin'e,
Ne mutlu Bediiüzzaman'a,
Ve ne mutlu Selahaddin'in ikinci ordusuna...
Sizlerde bir yerlerde karşılaşabilirsiniz onlarla… Eğer gözünüzü para hırsı bürümüşse, bu uğurda her şeyi göze alıyorsanız, eğer siz zevk-ü sefa içindeyken birileri açlıktan ölüyorsa, eğer inananlara baskı ve zulümü reva görüyorsanız, insanlık onurunu çiğneyip yerine vahşi kurallar koyuyorsanız, eğer en temel hak ve özgürlükleri önemsemeyip masumu ağlatıyorsanız evet bu ordunun askerleriyle karşılaşmanız kaçınılmaz demektir…
Korkmayın onlar sizin yaptığınız gibi, zulüm ve zorbalıkla savaşmayacaklar sizlerle. Onlar müslüman gibi direnecekler. Selahaddin’in cesareti ve Bediüzzaman’ın basiretiyle...
Ve Kudüs ağladığı sürece, ve masum ezildiği sürece, onur çiğnendiği sürece ve Hakikatin tertemiz yeri olan kalplere putlar diktiğiniz sürece savaşacaklar sizlerle.
Kaybedeceksiniz! Ama dedim ya korkmayın! Çünkü kazanan Hakk olacak...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.