Metin KARABAŞOĞLU
Sır
İki kişinin bildiği, sır değildir.
Bu söz, nice nice tecrübeyle sınanmış bir gerçek olarak, sıklıkla çıkar karşımıza.
Hele ki, şu yeryüzünde bir ikinci kişiye bir sır aktarmamıza karşılık, o ikinci kişinin de bir ikinciye aktarması derken bize mahsus kalması gereken bir sır fâş olmuş, bu ifşa yüzünden de bir dizi mesele zuhur etmiş ise, bin kere duymuş ve öğrenmiş olsak bile bir kere daha, öyle ki kafamıza vururcasına tekrarlanır bu söz: “Bilmiyor musun: İki kişinin bildiği, sır değildir.”
Allah’ın arzında Allah’ın kullarına dair bir sırrı ‘sır’ olarak muhafaza edebilmemiz için, bu tecrübenin bize söylediği çok şey vardır. İster kendimize ait olsun ister bir başkasına, bir şey gerçekten ‘sır’ ise tek bir ikinci kişiye dahi aktarılmamalıdır. Bu sır bize ait ise, neyse; sırrın fâş olmasından dolayı bir zarar hâsıl olacaksa, bu zarar sırrın sahibi ile sırrı fâş eden aynı kişi olacağı için, yürek üzüntüsü için bir ‘hafifletici sebep’ vardır. Ama hele ki bir başkasına ait bir sır bize emanet edilecek ise, eğer taşıyamayacak isek, o emaneti hiç yüklenmemek en iyisidir. Yok eğer bu sırrı emanet olarak yüklenmişsek, bize düşen, o emanete hıyanet etmemek, hangi şart altında olursa olsun, o sırrı bir başka kişiye ifşa etmemektir.
İnsanların insan olarak kimliği ve kişiliği, işte bu ince noktada bir sınanmadan geçer.
Kimisi vardır ki, bildiği veya kendisine aktarılmış bir sırrı, şartlar ne olursa olsun, fâş etmez. Sırrını bildiği veya sırrını aktaran kişi gün gelip kendisine en yaman düşman kesilse bile, sır olarak aktarılanı sır olarak muhafaza etmeyi bilir.
Kimisi vardır, bildiği veya kendisine aktarılmış bir sırrı, şartlar değiştiğinde, ya hemencecik fâş eder veyahut ‘fâş edebilme potansiyeli’ne dikkat çekerek sonuç almaya yeltenir.
Sonuçta, şu yeryüzünde, kendisine emanet edilen sırları fâş etmediği ama kendisine ait sırlar fâş edildiği için olduğundan daha düşük görülen nice hakikat erleri vardır.
Yine bu sebepten, niceleri, onlar hakkında fâş ettiklerine karşılık kendileri hakkında onların fâş etmemeyi tercih ettikleri sırlara binaen, yeryüzünde adam itibarı görür, itibarla gezinirler.
Öyle ya da böyle, ‘sır,’ bir büyük yüktür insan için. Taşıyamadığı için bir başkasına aktardığı bir sırrı, gün gelir, çirkin ellerde ve çirkin dillerde kimliğini ve kişiliğini, izzetini ve hayatını târumâr eden bir silah olarak kendisine geri dönebilir.
Bir büyük yüktür sır. Gün gelir, başka bir insanın taşıyamadığı için kendisine aktardığı bir sırrı, öylece içinde saklamak yahut bir öfke anında, bir arkadan hançerlenme hüznü yüreğine çöreklendiği anda, maazallah hele ki bir içten pazarlıklılık halini kuşanmanın sonucunda fâş edip iki dünyada da kendisini insaniyeten perişan edecek bir hıyanete girişebilir. Sırra ihanet, mala ihanetten bile daha büyük bir keyfiyettir.
Peki, ne yapmalıdır insan? Sırdan da kaçmanın mümkün olmadığı şu yeryüzünde, sır ile yaşanacak bir sınanmadan yüzünün akıyla çıkmak için nasıl bir yol almalıdır?
“Koşar dağlara çıkardım olmasa Settarlığın” diyen bir mü’min şair, bunun ipucunu veriyor olsa gerek. İnsanın kelimenin tam anlamıyla insan olması Rabbinin esmâsına ayna olabilmesiyle mümkün oluyor ise eğer, âlemler Rabbinin bu ismi de insanın iç dünyasına ve davranışına yerleşmiş olmalıdır. Allah Rahîm ise, kula da yakışan, merhamettir. Allah Cemîl ise, kula da yakışan, işini güzel yapmaktır. Allah Âdil ise, kul da adaleti gözetme durumundadır. Allah Afuvv ve Gafûr ise, kul da affedici ve bağışlayıcı olmalıdır. Ve Allah Settar ise, kulları da sırları örten, ifşa etmeyen kişiler olma durumundadır.
Zaten, tam da burada, yatay düzlemde ‘sır’ olan her şeyi dikey düzlemde sır olmaktan çıkaran bir gerçek vardır: Madem ki, iki kişinin bildiği sır değildir, o halde hiçbir hal ve şartta şu yeryüzünde bir sır mevcut değildir. Çünkü, insan tek başına iken, Allah ikinci kişidir. İki kişi kendi arasında konuşurken, Allah o ikinin üçüncüsüdür. Üç kişinin beraberliğinde, dördüncüleri olarak Allah orada hâzır ve nâzır haldedir.
Yani, kula karşı sır olan hiçbir şey, o Semî’, Basîr, Alîm ve Latîf Zât-ı Zülcelâl için sır değildir. Kur’ân-ı Hakîm’inde âlemler Rabbinin “Biz size şahdamarınızdan daha yakınız” haberini verdiği gibi, “Allah kalblerin gizlediğini bilir” diye de haber veriyor olması, işte bu sebeptendir.
Yani, sır, kullar içindir. Kullara sır olan her şeyi, Allah apaçık bilmektedir.
Ama Settâr isminin bir cilvesi olarak, bu sırları ‘şimdilik’ örtmektedir.
İçtenlikle af dilenen, samimiyetle istiğfarı yapılan günahlar ism-i Settar’ın bir cilvesi olarak hiç ifşa edilmemek üzere örtülecek; ‘yanıma kâr kalıyor’ diye görülen her şey ise Kur’ân’ın “Yevme tüble’s-serâir” diye haber verdiği Büyük Günde ifşa edilecektir.
Bu dünyada adam kalıbıyla dolaşıp O Gün mahcup olmak istemeyen ise, Allah için ‘sır’rın sözkonusu olmadığını; Allah’ın bir kişinin ikincisi, iki kişinin üçüncüsü, üç kişinin dördüncüsü olduğunu bilmelidir...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.