Dr. Selçuk ESKİÇUBUK
Talebelikten siyasete
Bir kimse Müslüman olmak istiyorsa kelime-i şehadet getirince yani “Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abdühu ve resulullahu” diyerek Müslüman olabilir, başka hiçbir kimseye ihtiyacı yoktur. Ancak Müslüman olduktan sonra yerine getirmekle görevli olduğu şeyler vardır ki bunlar da namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek ve Hacca gitmek gibi işlerdir.
Mümin olmak için de Allah’ın varlığı ve birliğine, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret gününe, Kadere ve Hayır ve şerrin Allah’dan geldiğine inanmak gerekir. Gerçek kurtuluşu yakalamak için hem mümin hem de Müslüman olmak gerekir.
Kişi Müslüman olduktan sonra dinini öğrenmek ister, bunun için de çeşitli yollara başvurur. Bir kısmı hafız olmak ister, bu yolda yürür. Kur’an’ı ezberlemek ve onu güzel sesiyle okumak her asırda her hizmetin başında gelir ve her şeye tercih edilir.
Aziz, sıddık kardeşlerim,
Sizlerin ümidimin pek fevkinde gayret ve faaliyetiniz beni, ahir hayatıma kadar mesrur ve müteşekkir edecek bir mahiyettedir. Bu defa mektubunuzda, “Hıfz-ı Kur’an’a çalışmak ve Risale-i Nur’u yazmak, bu zamanda hangisi takdim edilse daha iyidir?” diye sualinizin cevabı bedihîdir. Çünkü, bu kâinatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde, ondan ta binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kırâati her hizmete mukaddem ve müreccahtır. Fakat, Risale-i Nur dahi o Kur’an-ı Azîmüşşanın hakaik-i imaniyesinin bürhanları, hüccetleri olduğundan ve Kur’an’ın hıfz ve kıraatine vasıta ve vesile ve hakaikini tefsir ve izah olduğu cihetle, Kur’an hıfzıyla beraber ona çalışmak da elzemdir. (K.LAHİKASI)
Ancak herkesin hafız olması mümkün değildir. Kişinin kendi arzusu ve ezber yeteneği de bu işte önemli rol oynar. Güzel sesli hafızların okuduğu Kur’an herkesi mest eder.
Kur’an’ı dinleyen bir Müslüman, onun ne dediğini de anlamalıdır. Onun tefsirini de okumalıdır. Asırlar boyunca tefsir alimleri tarafından çeşitli tefsirler yazılmıştır. İşte Risale-i Nurlar da Kur’anın imani ayetlerini önceleyerek asrın anlayışına onu detaylı şekilde tefsir eden eserlerdir.
Kur’an tefsirlerinden başka Peygamberin hadisleri de bir müslümanın bilmesi gerekenlerdir. Hadis alimleri de bunları açıklar. Bu hadislerin bazılarının anlamı açıktır, herkes anlayabilir ama bazıları da tıpkı Kur’anda olan bazı ayetler gibi “müteşabih” denilen manası çok açık olmayan, gizli olan hadislerdir ki mutlaka bunlar da ilim adamlarınca açıklanmalıdır. Çünkü bunların yalnızca sözlerine bakarak, hadis olmadığına yüzeysel bir anlayışla karşı çıkılıp, ret edilebilir. Bu konuda bilgisi olmayan insanların kafası karışır, imanına zarar gelir. İşte Risale-i Nurlarda bu tür hadislerin de akla ve mantığa uygun açıklamalarını bulabilirsiniz.
Âhirzamanda Hazret-i İsa (a.s.) nüzulüne ve Deccalı öldürmesine ait ehâdis-i sahihanın mana-yı hakikîleri anlaşılmadığından, bir kısım zahir ulemalar, o rivayet ve hadislerin zahirine bakıp şüpheye düşmüşler veya sıhhatini inkâr edip, veya hurafevâri bir mana verip, âdeta muhal bir sureti bekler bir tarzda avâm-ı Müslimîne zarar verirler. Mülhidler ise, bu gibi zahirce akıldan çok uzak hadisleri serrişte ederek hakaik-i İslamiyeye tezyifkârâne bakıp taarruz ediyorlar. Risale-i Nur, bu gibi ehâdis-i müteşâbihenin hakiki tevillerini Kur’an feyziyle göstermiş.(K.LAHİKASI)
Bediüzzaman tarafından yazılmış ve adına Risale-i Nur denilen bu kitapların tek parti döneminde yasaklar altında köylerde elle yazılması, tashih edildikten sonra Osmanlı Türkçesiyle çoğaltılması ve dağıtılması çok zorluklar altında olmuştur. İşte Bediüzzaman onları üç gruba ayırır.
Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.
Dostun hassası ve şartı budur ki: Kat’iyyen, Sözler’e ve envâr-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize ciddî tarafdar olsun;ve haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben tarafdar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.
Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakikî olarak Sözler’in neşrine ciddî çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi işlememektir.
Talebeliğin hâssası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve te’lifi gibi hissedip sahib çıksın ve en mühim vazife-i hayatiyesini, onun neşir ve hizmeti bilsin.
İşte şu üç tabaka benim üç şahsiyetimle alâkadardır.
Dost, benim şahsî ve zâtî şahsiyetimle münasebetdar olur.
Kardeş, abdiyetim ve ubudiyet noktasındaki şahsiyetimle alâkadar olur.
Talebe ise, Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı cihetinde ve hocalık vazifesindeki şahsiyetimle münasebetdardır. (MEKTUBAT,26.Mektup)
Risale-i Nur talebesi olmak öyle kolay iş değildir. O günün şartlarında devletin takibi vardır, yakalanıp hapse atılma korkusu vardır. Bugünün koşullarında da kolay değildir, eleğin üstünde kalmak. Enaniyetini bu havuzda eritmek, şahsını geride tutmak, Risale-i Nurları hep öne sürmek. Bu yolda ölünceye kadar sebat etmek ve sadık kalmak zor iştir.
Risale-i Nur’a intisap eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak ve yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, “Risale-i Nur talebesi” ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmi dört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevi kazançlarımda hissedar olmakla beraber, benim gibi dua eden kıymettar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur. (K.LAHİKASI)
Günümüzde kendine Risale-i Nur talebesi diyen veya kamuoyu tarafından öyle bilinen insanlar, eğer yukarıdaki tariflere uyuyorsa öyledirler. Başlangıçta talebe olmuş insanlar zamanla bu kriterlerin dışına çıkmışsa, kendi cemaatini kurmuşsa ve kendi kitaplarını basıp yayınlamışsa, ağızlarından Bediüzzaman’ın görüşleri açıkça anlatılmıyorsa onlar artık başka bir cemaat olmuşlardır. Ehl-i Sünnet yolunda olanlar hak yoldadırlar ama Risale-i Nur talebesi değillerdir.
Has talebeleri İman hakikatlerini bırakıp geniş daireye, Risale-i Nur adına siyasete girmezler. Zalimlerin satranç oyunlarında piyon olmazlar. Filistin’deki zulme susmazlar, İsrail’i otorite kabul etmezler. Ülkesini asla terk etmezler. Büyük devletlerin uzun vadeli politikalarına alet olmazlar, onlara diyet borçları da olmaz.
... bu zamanda hiçbir şeye âlet ve tâbi' olmayan ve her gayenin fevkinde olan hakaik-i imaniyeyi fıtrî ubudiyetle, bilmeyenlere, bilmek ihtiyacında olanlara tesirli bir surette bildirmek; bu keşmekeş dünyasında, imanı kurtaracak ve muannidlere kat'î kanaat verecek bu tarzda; yani hiç bir şeye âlet olmayacak bir tarzda, bir Kur'an dersi vermek lâzımdır ki; küfr-ü mutlakı ve mütemerrid ve inadçı dalaleti kırsın, herkese kat'î kanaat verebilsin. Bu kanaat da bu zamanda, bu şerait dâhilinde, dinin hiçbir şahsî, uhrevî, dünyevî, maddî ve manevî bir şeye âlet edilmediğini bilmekle husule gelebilir. (T.HAYAT)
Talebelerinden Hicaz’a gitmek isteyen Said Özdemir’e söyledikleri bugün için de geçerliliğini korumuyor mu?
“Kardeşim, ben orada olsam buraya gelirdim. Alem-i İslâm kapısının kilidi Türkiye’dir. Bu kilit bu kapıyı Âlem-i İslâm üzerine açar. Kat’iyen buradan gitmek için izin yok.” (Nur.gen.tr.)
“Biz, imanı kurtarmak ve Kur'ana hizmet için, Mekke'de olsam da buraya gelmek lâzımdı. Çünki en ziyade burada ihtiyaç var. Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur'andan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz. (E. LAHİKASI-1)
Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak gerektir.
Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî vazifeyi vermiş, onlara da zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve vâfidir. (K.LAHİKASI)
*Risale-i Nur, kendi sadık ve sebatkar şakirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şakirtlerden tam ve halis bir sadakat ve daimi ve sarsılmaz bir sebat ister. (K.LAHİKASI)
Nur talebelerinin yollarında uyacakları kurallar bellidir. Onun kurallarını Bediüzzaman hayatta iken koymuştur. En önemli birinci kural; “hükümetin işine karışmamaktır”. Divan-ı Harbi Örfide yargılanırken ne söylemişse tek parti dönemindeki tavrı da odur, çok partili dönemde de odur.
“…husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız. Zirâ, hikmet-i hükümeti bilmiyoruz. (DİVAN-I HARB-İ ÖRFİ)”
Kim istiyorsa kendi adına veya cemaati adına parti kurabilir, siyasete girebilir. Ama dünya alem bilsin ki bu yol Bediüzzaman’ın yolu değildir.
Bir söz var ya “tak sepeti koluna herkes kendi yoluna.” Cemaatler de alsın kendi yazdıkları kitapları ellerine, kendi gazete ve televizyonlarını da arkalarına ve açıkça düşsünler artık siyaset meydanına. İşte geliyor 2015 er meydanı…
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.