Serdar BİLGİN

Serdar BİLGİN

Tefekkür notları

“İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs'attedir ki, ihatası mümkün değildir. Ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz. Evet, bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor. Bazan da âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder. Bazan da o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki, Vâcibü'l-Vücudu görmeye çalışır. Bazan da küçülür, zerreye benzer. Bazan da semâvat kadar büyür. Bazan da bir katreye girer. Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır.”

Mesnevi-i Nuriye’yi okumak için elime aldım. Bana Kâbe-i Mükerremenin samimî kalbiyle aziz kardeşim, arkadaşım diye seslendi ve dünyasına buyur etti. İçeri girdim. Bu risale, Kur'ân'ın bazı âyâtını şuhudî bir tarzda beyan eden bir nevi tefsiri idi. Ve hâvi olduğu mesâil, Furkan-ı Hakîmin Cennetlerinden koparılmış birtakım gül ve çiçeklerin kokusu ile doldurdu yüreğimi. Güneşin ziyasının başımı okşadığını hissettim, şeytanın "Eyne'l-meferr?" diye bağırdığını ve hemen ardından “Allahu Ekber!” diyen insanların seslerini işittim.

Bir ara sükûnet cereyan etti. Ardından neyi işittim, sonra semazenler sahnede göründü. Ney üflendi, suretler belirdi ve hareket başladı. Önce aşk sonra maşuk geldi sahneye. Kamıştan bedenini aşk ile nurlandırmış bir Ney, fani suretlere aşk üfleyen bir baki sevgili, vecde gelip dönen maşuk/lar vardı karşımda. Dünya’nın Güneş’in etrafında dönmesi gibi, elektronların bir merkezde dönmesi gibi kâinat nizamını, Allah’ın esmalarını temaşa ediyordum.

Kâbe’yi tavaf eden Müslümanlar geldi aklıma. Birbirine giren daireler gibi Beytin etrafında teşekkül eden yakın safların Beyti ihata ettikleri gibi, en uzak safların da âlem-i İslâmı ihata etmiş olduğunu hayal ile gördüm, o cemaat-ı uzmâya dahil oldum, o cemaatin icmâ ve tevatürü ile yüreğim ısındı, hikmet ile burhan, cemre ile bahar geldi, düştüm toprağa ve bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı.

Semazenler durağan değildi, dönüyor, mesafe alıyordu ve hareketlerde müvazene ve nizam vardı. Bu tablo, zîhayatın yüzbin enva'ını bütün erzak ve levazımatlarıyla içine alıp feza denizinde kemal-i müvazene ve nizamla gezdiren ve güneş etrafında muhteşem ve müsahhar bir sefine-i Rabbaniyeyi adeta resmediyordu. “Hamdım, yandım, piştim” misali kâmil insan da tıpkı kendinden geçmiş bu Mevlevîler gibi terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesine medar olan rububiyet ve ubudiyet dairesini çiziyor; her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecellî etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar ediyor, bizlere hüsn-ü san'atı, tefekkür ve istihsan ettiriyor, şirk ve küfür kapısını kapatıp kalbimizde şükür kapısını aralıyordu.

Semazenlerin elleri toprağa uzanmış gibi yataydı ve avuç içleri açıktı, avuç içlerinin biri yere, diğeri göğe bakıyor, avuç içlerinin yere ve göğe bakması, yerin ve göğün sahibine işaret ediyor, kıyafetler ve ellerin toprağa uzanmış gibi yatay duruşu ölümü ifade ediyordu. Avuç içlerinin boşluğu, Sultan Süleyman’ın “ellerim herkesin görebileceği şekilde tabutun dışına sarkmalı.” isteğini hatırıma düşürdü. Boş ellerle doğduk boş ellerle gideceğiz, o nedenle bu eller dünyayı değil aşkı tutmalı diye sesleniyor, maişet derdini bırak ve rahatla diyordu. Ruhumdaki gereksiz yükleri atmaya başladım. Derin bir nefes aldım ve şu ifadeleri işittim.

“Ey insan! Senin vücudunun sahasında yapılan fiiller ve işlerden senin yed-i ihtiyarında bulunan, ancak binde bir nisbetindedir. Bâki kalan Mâlikü'l-Mülke aittir. Binaenaleyh, kendi kuvvetine göre yük al. Yoksa altında ezilirsin. Kıl kadar bir şuurla büyük taşları kaldırmak teşebbüsünde bulunma. Mâlikinin izni olmaksızın Onun mülküne el uzatma. Binaenaleyh, gafletle, kendi hesabına bir iş yaptığın zaman, haddini tecavüz etme. Eğer Mâlikin hesabına olursa, istediğin şeyi al ve yap-fakat izin ve meşiet ve emri dairesinde olmak şartıyla. İzin ve meşîetini de şeriatından öğrenirsin.”

Mehâsiniyle mağrur olan nefsime dedim ki: "Sen birşeye mâlik değilsin, nedir bu gururun? Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Ey Nefis!  Evet, seni dünyaya çağıran ve sevk eden esbab çoktur. Başta nefis ve hevâsı ve ihtiyaç ve havassı ve duyguları ve şeytanı ve dünyanın surî tatlılığı ve senin gibi kötü arkadaşları gibi çok dâileri var. Ancak hayatıma ve dünyama, çekemediğim ve kaldıramadığım yükleri yükletme.

Biz bu dünyaya sahip olmaya değil şahit olmaya geldik. Dünya dertlerini bırakıp dünyadaki tek derdimiz Cenab-ı Hakk’ın kendinden hoşnut ve razı olması olmalı ki Allah; senin dünyevi bütün dertlerine derman vesile etsin, sıkıntılarını feraha çevirsin, bütün ihtiyaçlarını deruhte etsin. Zîra görüyoruz ki, bu âlemde yardım isteyen bir musibetzedeye kemâl-i sür'atle yardım ediliyor. Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor. Sual eden sâillerin istekleri veriliyor. En âdi bir zîhayatın sesi işitiliyor ve hâceti kabul ediliyor.

O halde Allah’a sesimi duyurmak, sultan olmak varken neden dünyanın derdi ile dertlenip dünya kadar bir yükün altında ezileyim. Bir insan Allah'a hâlis bir abd olursa, Allah'ın mülkü olan kâinat, onun mülkü gibi olur zaten. Şu kamıştan medar olan Ney’i, Ney yapan da; şu fani suretleri baki eyleyen de O değil miydi? Zira her müşkülât O’nun kudretiyle hallolur. Ve açılmaz düğümler O’nun iradesiyle açılır. Ve kalbler O’nun zikriyle mutmain olur. Eğer vücuduna itimad edersen, ademe düşersin. Çünkü ancak vücudun terkiyle vücut bulunabilir.

O an ruhum, sahnedeki harekete eşlik etmeye, hareketlenmeye ve âzâd edilmiş bir mahkûm gibi firar edercesine ben bildiğim ben; benden kaçmaya başladı. Dünyaya ait ne varsa Vâcibü'l-Vücuda iltica için toparlanmaya başladı. Dört hastalığım “Yeis, Ucb, Gurur, Sû-i zan” ve dünyaya dair sözlerim, eserlerim valizini toplamaya başladı. Ateşin yaktıklarından, rüzgârın kırdıklarından utandığı; suyun gördürdüğü seraplardan, Mecnun’un yüreğini verdiği Leyla’sından utandığı bir anı yaşadım. Maişet derdinin gaflete düşürdüğü ruhumda, nâr ile nurun karıştıkları bir hengâmda, başım dönmeye başladı, kafamı kaldıramadım. Bir öğüt çalındı kulağıma.

“Eğer âlâmın lezâize, nârın nura inkılâp etmesi emelinde isen, evkat-ı hamsede rükû ve sücud kancası ile gururun hortumunu bük, sık, başını kır, imanı doldur. Sonra âyâta tefekkür ile tâate devam eyle ki, şek ve gaflet perdeleri yırtılsın. Bu dalâlât acılığından, necatın halâveti tavazzuh ile münacat lezzeti ortaya çıksın.”

Sonra fikrimde ve kalbimde nârın nura inkılâbı başladı. Karşımda dönen semazenler gibi, Dünya gibi döndüğümü ancak başımın dönmediğini hissettim. Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatı misali sûretler aleminden hâkikat alemine keşfe çıkaran bu nurâni terakkinin lâtifi ile maddiyatın içlerini keşfedebildiğime ve hattâ taşlara asâyı vurduğumda mâ-i hayatın fışkırdığına, hakikati tenvir eden birer hakikate inkılâp ettiğine şahit oldum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum