Metin KARABAŞOĞLU
‘Tehlikeli’ bir muhavere
Telefonum çaldı. Arayan, Risale-i Nur’u ilk tanıdığım o gençlik günlerinde ‘gözüm açık’ okuyor olmamda ciddi emeği olan bir büyüğümdü. Bediüzzaman’ın lâhika mektupları arasında dolaşmıştı gün boyu. Ve o mektuplarda tasvir edilen ‘dünyevîleşme’ manzaralarına bugün ehl-i Risale’nin dahi dehalet etmişliğine nazar edip, içi daralmıştı. Akıntıya karşı yüzmesi gerekenlerin dahi akıntıyla birlikte yüzüyor olması, hem mutsuz hem de umutsuz bir ruh iklimine sürüklemişti onu.
Kendisine ilk mukabelem, Muhakemat’tan “Dokuzuncu Mukaddime”yi bir kez daha okuma ricası oldu.
Birkaç saat sonra, yine telefonda, tekrar görüştük.
“Dokuzuncu Mukaddime”nin ne söylediğini, Risale Okumaları—ikinci kitap’ta dilim döndüğünce anlatmaya çalıştım.
O yüzden, çok kısa bir özetle yetinmem gerekirse: “Hilkatte hayır asıl, şer ise tebeîdir; hayır küllî, şer ise cüz’îdir” hükmünü dile getirerek başlayan bu ‘mukaddime’de, devamla bu hükmü önce kâinatı şahit göstererek delillendiriyor; ve oradan, sözü insanlık âlemine getirip, mahlukat içinde en şereflisi olan nev-i beşerde şerrin ve bâtılın kalıcı bir galebesinin mümkün olmadığını bildirerek, bâtılın değil hakkın, şerrin değil hayrın galebe edeceği bir geleceğin müjdesini veriyor. “Asya’nın ve İslâm'ın istikbali, uzaktan gayet parlak görünüyor” diyerek...
Yine Bediüzzaman’ın, âlem-i İslâm’ın o güne dek görmediği bir altüst oluşa maruz kaldığı o yıllarda yazdığı dört ayrı eserinde (Hutbe-i Şâmiye, İşârâtü’l-İ’caz, Lemeat ve Mesnevî-i Nûriye) bir hususu tekraren vurguluyor: “İnsan fıtraten mükerremdir, hakkı arıyor. Bazan ihtiyarsız dalâl başına düşer, hak zannederek koynunda saklıyor.”
Yani, bir bütün olarak kâinata ve elbette eşref-i mahlukat olarak insanlık âlemine şerrin, küfrün ve bâtılın kalıcı galebesini mümkün görmeyen Bediüzzaman, yaratılış itibarıyla mahlukatın en şereflisi her bir insanın kendi iç dünyasında şerrin ve dalâletin yer bulmasını dahi tabir yerindeyse irade harici gerçekleşen bir kazaya bağlıyor. Diğer bir deyişle, el’an bâtılın ve şerrin yanında gözükse dahi, fıtraten mükerrem olan insanın hâlâ daha hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak görme potansiyeline sahip olduğunu düşünüyor.
Nitekim dedim telefonda büyüğüme, bunun için Risale-i Nur’u yazmıştır Bediüzzaman. İnsana fıtraten itimadı yoksa, olup bitene bakıp kendi başını kurtarmanın ötesinde birşeyle meşgul olmaması beklenirdi. Ama onun hem Kur’ân’ın hakikatine sarsılmaz bir imanı vardı, hem de insanın hakikati kabul istidadına dair bir itimadı.
Ama onun itimad etmedikleri de vardı dedim sonra. Münazarat’ın ve Muhakemat’ın başından sonuna söylenenlere atıfla, Bediüzzaman’ın “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal!” dediği bu zeminde, sultan-halifenin temsil ettiği iktidarın, keza medrese ve tekke geleneğinin ortaya çıkan yeni hale yeterli cevap sunmaya muktedir olamadıklarını gördüğüne dikkat çektim. Durum bu olduğu için de, “Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder” düsturunu işletmiş, ‘çobana itimad’ yerine ‘koyununa kendisi sahip çıkmış’tı ve bütün mü’minleri buna çağırmıştı Bediüzzaman.
Bugün de, ifa etmiş oldukları bunca hizmete rağmen, cemaatlerin bir noktada tıkandığının görüldüğünü söyledim sonra. Onun dünyevîleşmenin karşısında bir set oluşturmaktan ziyade, dünyevîleşmenin itici unsurlarından biri haline gelmek sûretinde gördüğü tablo, bu tıkanmayla birebir ilgiliydi. Dine hizmet amacıyla teşekkül etmiş yapılar zamanla hem bir iktidar ilişkisinin odağı, hem de bir rant ilişkisinin merkezi haline gelmişlerdi. Bu ise, hem varolan yapının ‘ihlas’ını zedeliyor; hem de hâkim dünyevî dalganın karşısında bir dalgakıran olabilme imkânını ortadan kaldırıyordu. Durum buysa, Bediüzzaman’ın Münazarat’ta söylediği sözü bir kez daha hatırlamak gerekirdi: “Başkasına itimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder.”
Bu izahatım kendisine çok keskin gelmiş olacak ki, aynı Bediüzzaman’ın “Zaman cemaat zamanıdır” sözünü hatırlattı bana. Ben de, bu söz üzerine yazdığım, dahası bu başlığı taşıyan bir yazımın son cümlesini kendisine hatırlattım: “Zaman cemaat zamanıdır; aşiret zamanı değil.”
Sonra, Bediüzzaman’ın burada kasdettiği ‘cemaat’in, bugün anlaşılan ‘cemaat’in çok ötesinde, bir bütün olarak mü’minler cemaatini tarif ettiğini; ama bugünkü cemaatî algının ve ilişkiler ağının, ilgili ‘küçük cemaat’lere mensup mü’minlerin bütün İslâm ümmetinin temsil ettiği bu ‘büyük cemaat’le tam bir iletişim ve etkileşimin önünde engel oluşturarak olması gereken hakikî cemaat mânâsının tahakkukuna set çektiğini söyledim. Sair mü’min topluluklarına rakîbâne, hattâ hasmâne bakıp bu ‘büyük cemaat’ mânâsının tahakkuk edemeyişinin sebeplerini tahlil eden ve bu sebeplerin izalesini hedefleyen birinci İhlas Risalesi olarak “Yirminci Lem’a”da geçen o harikulâde ihlâs kriterini zikrettim sonra: “Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak.”
Bir bütün olarak mü’minler topluluğu anlamındaki ‘büyük cemaat’e kıyasla ‘küçük cemaat’ yapılarında “Müslümanların istifadesine taraftar olmak” mânâsının elbette varolduğunu bir hakşinaslık olarak belirttim sonra. Ama ekledim: Ancak, ‘nereden ve kimden olursa olsun’ değil. ‘Bizden ve bizim onay verdiklerimizden’ istifade etmeleri şartıyla... ‘Fert’lerin varlığına imkân tanımayan bir ‘cemaat’ değildi “Zaman cemaat zamanıdır” diye kasdolunan. Bilakis, bu ferdiyet ne derece inkişaf edebilse, belki zahiren ‘küçük cemaat’lerin aleyhine, ama gerçekte ‘büyük cemaat’ mânâsının tahakkuku yolunda ciddi bir mesafe alabilecekti ehl-i Risale.
Bu bakımdan dedim, Münazarat’ta yazılanlar sadece siyaset âlemini ilgilendirmiyor; oradaki eleştiri ve bilhassa hürriyet vurgusu, cemaatler için de geçerli. Diğer bir deyişle, demokrasinin sadece bu ülkeye değil, cemaatlere de gelmesi gerekiyor!
İşte, böylesi bir muhavereydi dün gerçekleşen. Paylaşayım istedim... (2008)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.