Mustafa Sami ÇETİN

Mustafa Sami ÇETİN

Ülkemin bahtı açsın...

Yıllar var ki, bir vatan evladı olarak, “Alevî-Sünni kardeşliğinin/birlikteliğinin te’sisini” ülkemin bahtının açmasının şartlarından birisi olarak görüyor ve bunu hemen her fırsatta dile getiriyorum. Hiç şüphesiz ki böylesi bir tespiti yapmış olmak bir meziyet ve ayrıcalık değildir… Zira gerek Sünni gerekse Alevî olarak bilinen her iki tarafta (bu “taraf” kelimesini üzülerek kullandığımı özellikle belirtmeliyim) aynı duygu ve düşüncelere sahip olan, gerçek ve hakiki bir kardeşliğin neşv ü nema bulmasını gaye-i hayat ve hayal edinen nice kahramanların mevcudiyetini yakinen biliyorum.

Bundan yaklaşık iki yıl önce Yeni Şafak’ta neşredilen “Alevilik ve din dersi” başlıklı çalışmasında, değerli dostum AK Parti Milletvekili Sn. Hüseyin Tuğcu “Bizim şu anda "Hazreti Hasan"lara ihtiyacımız var. Anlayana!... Anla(ş)mak isteyene... Hasım değil. "hısım"lara ihtiyacımız var!...” diyordu.  Evet, gerçekten de Hazret-i Hasan’ın hayatını bilmeden bu birkaç kelimeyi anlamak sanırım imkânsız bir hadisedir. O’nun nihayet derecede kahramanlığı ile birlikte, Müslümanların daha fazla zarar görmemesi, kan dökülmemesi için gösterdiği/yaptığı fedakârlık İslam tarihinin altın sahifelerinden birisidir.

***

Yıllar önce gazete sahifelerinde, konferanslarda ve kitabımızda ifade ettiğimiz “İmam-ı Âzam kadar/gibi Sünnî, Cafer-i Sâdık kadar Alevî ve İslâm dâvâsında, onlar kadar olmasa da, birazcık samimî olsaydık, el ele, omuz omuza verebilseydik, şimdiki hâl-i perişanımızda olmayacaktık. "Muhteşem bir mâziyi, daha muhteşem bir istikbâle bağlayan bir köprü olmak varken," mevcut bağları, asma köprüleri dahi yıkmaktan geri durmadık.” cümleleri üzülerek söylemeliyim ki hâlâ geçerliliğini ve gündemdeki yerini korumaktadır.

***

İyi ile kötünün, doğru ile yanlışın, güzel ile çirkinin ve hayırla şerrin birbirine karıştığı, müsbet ve menfînin iç içe girdiği, bütün kudsî değer hükümlerinin alt üst olduğu garip mi garip bir zaman ve zemindeyiz. Okumayan, araştırmayan, düşünmeyen bir topluluk haline geldik. İnsanlık tarihi boyunca bütün akılları, bilhassa düşünen kafaları meşgul eden "Necisin, nereden geliyorsun ve nereye gidiyorsun?" sualleri sanki bizim semtimize hiç uğramamış. Çoğumuz şahsiyetimizi, kimliğimizi, kim olduğumuzu arama zahmetine dahi girmemişiz. Acaba, "Biz kimiz? İslâm nedir? Müslüman kime denir? Mezhep, Sünnîlik, Alevîlik gibi mefhumlar neyi ifade eder?" sorularını bu ülkenin bir ferdi olarak kaçta kaçımız kendimize, bilenlere sorarak cevabını aramaktayız? Üzülerek ifade etmeliyim ki, İslâm, şeriat, mezhep gibi mefhumlar gerçek anlamda gönlümüzde, kafamızda ve vicdanımızda henüz tarifini ve yerini bulamamıştır.

Bu kavram kargaşasının asıl sebebi zahiren "kasdî ve plânlı bir çalışma" gibi görünüyorsa da bize göre asıl nedeni cehaletimizde ve duyarsızlığımızda aramak gerekecektir. Zira biz, Şarkı, Garbı ve bilhassa münafık ve alçak bir dünyayı bilmiyoruz. Ne Asya münafıklarını ve Avrupa dessas zalimlerini ve bize düşman bir dünyayı bütünüyle idrak edebildiğimiz, ne de kendimizi, insanımızı, ülkemizi, diğer İslam toplumlarını ve bizi bize bağlayan nuranî bağları tanıdığımız söylenebilir.

İplik iplik, desen desen, muhteşem, emsalsiz ve göz kamaştıran bir kanaviçe örebilecek "altyapı ve malzeme"ye sahip olan bir İslâm dünyası birbirine düşman oldu; düşman ettiler. Oysa azametli ve bahtsız bir kıt'anın dirilişi beklenmekteydi. Fetret devri gibi bir dönemde, Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat ile Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîlerin bölüşemeyecekleri hangi meseleleri vardı? Haricî hücumlara maruz kaldığımız bir devrede dâhilî düşmanlıkları bir kenara bırakmak gerektiği halde, aramızdaki mesafeyi her geçen gün daha da açacak hangi sebep vardı, bilinmez!

***

Denilebilir ki "Geçmişte bir sürü hatalar yapıldı, zulmedildi, bunlar ne olacak?"

Biz önce kendimizle, sonra da "çağımızla" hesaplaşmaya hazırlanmalıyız. Tek düşmanımız var, o da nefsimiz. Geçmişteki bir kısım nahoş hâdiselerden ne şimdiki "A"lar ve ne de "B"ler mes'ul tutulamaz. Kan davası güdercesine eski kırgınlıkları, düşmanlıkları hep canlı tutmanın, yeniden ihya etmenin kime ne faydası olacak? Düşmandan gayri kim kazanacak acaba?

Allah'ı, Kitabı, Nebisi, kıblesi, hatta vatanı, tarihi ve kaderi bir olan insanlar bu kadar "bir"liği az bularak, ikiliğe, üçlüğe, dörtlüğe at koşturdular, yıllar yılı... Ama bu koşuşturma boşluğa, yokluğa ve karanlıklar ülkesine doğruydu. Ve biz yıllar yılı gözlerimiz yollarda, gönlümüzde bin bir ümit ışığı, zonklayan şakakları, tüllenen şafakları ve "o, aklardan akları" bekleyip durduk. Daha ne kadar sürecek bu hasret? Ülkemin bahtı açmayacak mı dostum?

Ne zaman kendimize döneceğiz? Ne zaman kardeş olduğumuzu anlayacağız? Ne zaman bu ezilmişlikten, hor görülerek itilip kakılmaktan, istismar edilmekten kurtulacağız? Ne vakit Kur'ân güneşinin altında karanlık dünyamız aydınlanacak? Ve ne vakit küfrün karakışında onunla ısınacak ve kendimize geleceğiz?

***

Tunceli’de öğretmenliğe başladığım 1982 yılından bu güne kadar, benim için bir ızdırap ve hüzün kaynağı olan bu meselenin, belirli zaman ve zeminlerde gündeme getirilerek, bu vatandaki huzurun, kardeşliğin, amaç-gaye birliğinin zedelenmesi vb. hususlarda bir malzeme olarak kullanılmasından hemen herkesin rahatsız olması gerekmez mi? Bu hususun, milliyetçilikten-hamiyetten-bölünmez bütünlükten dem vuranlar başta olmak üzere, ilgili her kesim ve kimsenin bir numaralı değilse de ikinci derdi-meselesi olması zarureti vardır. İlahiyat ve Diyanet camiasına, Alevi-Bektaşi önderlerine, Milli Eğitim Bakanlığına, bu mevzuda söyleyecek birkaç sözü olan herkese büyük sorumluluklar düşmektedir. Bir meseleyi görmezden gelmek ve yok saymak ondan kaynaklanan problemleri çözmeye yetmiyor ve yetmeyecektir…

Devlet geleneğine sahip ve bölgesinin güçlü ülkesi olan “Türkiye” bütün kurum ve kuruluşları ile, her alanda takip edilen “politikasını” günümüz şartlarında ve aklın, bilimin, vicdanın, tüm maddi-manevî değerlerinin ışığında gözden geçirerek “büyük devlet/ülke” olmanın gereğini yerine getirmelidir. Daha bir hayli zaman gündemde kalarak bizleri meşgul edecek olan gerek “Kürt” gerekse “Alevîlik” meselesine neşter vurmanın zamanı geldi de geçmek üzeredir… Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden, AB mevzuatından ya da bir başka harici etkenden uyarı almaya ihtiyacımız olduğunu zannetmiyorum. Kendi problemlerimizi yine kendi sağduyumuz, hassasiyetimiz, samimiyetimiz ve iç dinamiklerimizle çözeceğimiz güne kadar da akan gözyaşlarımız dinmeyecektir.

***

Alevî-Bektaşi geleneğinden gelen ve bu ülkedeki gerçek bir gönül birliği/seferberliği için her şeyini feda etmekten çekinmeyecek insanlara, kişi ve kurumlara fırsat verilmelidir. “Âli’siz Alevilik” nihayet derecede tehlikeli ve hiçbir dayanağı olmayan fakat dehşetli neticeler verebilecek bir “deneme” ve “provokasyon”dur. Alevî camiadan gelmedikleri halde bir takım mecburiyetler(!) dolayısıyla Alevi kimliğine bürünen, Türklükle, Kürtlükle, Farslılıkla, Araplıkla... Kısacası İslâmla hiçbir münasebetleri olmayan, “mazisi karanlık” kişi ve topluluklara karşı dikkatli olmak mecburiyetindeyiz. Gerçekten, gönlümde ayrı bir yere sahip bir beldenin (Tunceli) belediye başkanının da katıldığı yurtdışı bir etkinlikte, şu sözlerin söylenmesi ile hedeflenen neticenin ne olduğunu iyi anlamak gerekmez mi? Geçtiğimiz günlerde Brükseldeki bir toplantıda Avrupa Ermeni Federasyonu Başkanı Hilda Çoboyan konferansta yaptığı konuşmada "Dersim kızılbaşlığının, paganlık, Hıristiyanlık ve Alevilik karışımı" olduğunu iddia ve “Osmanlı döneminde çok sayıda Ermeni'nin Dersim'e gelerek dinlerini değiştirdiklerini” kaydetti.”  Sayıları her ne kadar az da olsa, Aleviliği kendi dünya görüşlerine ve gerçek etnik kökenlerine alet etmeye çalışan ve “Bizim İslamla, Ali ile, Kur’anla bir bağımız yoktur” diyenlerin daha samimi ve şeffaf olmalarını bekliyoruz. “Alisiz Alevilikle” meşgul olacaklarına gerçek kimliklerini ve dünya görüşlerini deklare etsinler, bu daha haklı bir talep ve daha onurlu bir yol olacaktır. Zaten bunca tahribata, yıkıma ve olumsuz propagandaya rağmen asıl büyük Alevi ve Bektaşi kitlesi tercihini, “İslam”dan yana koymuştur. Herkes çok iyi bilmelidir ki “Alevî ve Sünni, her ikisi de İslam bahçesinin gülüdürler.” Dikenleri olsa dahi bu böyledir.

***

Alevilik ve Bektaşiliğin, önümüzdeki eğitim-öğretim yılında ders kitaplarına en güzel, en doğru ve hassasiyetleri gözeterek, yan etkilerinden arındırılmış bir üslup ve muhtevada girmesi nihayet derecede önem arz etmektedir. Milli Eğitim Bakanı Sn. Hüseyin Çelik’in basına yansıyan bu mevzudaki taahhüdü ve yaklaşımını manidar buluyor fakat bir an evvel hayata geçmesini ümit ediyorum. Nasıl ve ne derecede gerçekleşeceğini hep birlikte göreceğiz… En az Alevî kardeşlerimiz kadar bu meselenin takipçisi olacak ve ilk fırsatta bu ders kitaplarını Allah için, ülkemiz ve geleceğimiz için tetkik etmeyi bir vicdan borcu bileceğim.

Alevî-Sünni kardeşliğinin tam manasıyla gerçekleşmesini hayatının gayesi olarak gören bir vatan evladı olarak, bu ülkedeki bütün düşünen kafaları ve bozulmamış vicdanları bu mevzuda göreve davet ediyorum…

Akhaberler

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.