Şahin DOĞAN
Umutsuz boşluk
Bir boşluk… Tarifi kabil olmayan, kelimelerin içine sığmayan bir boşluk… Gittikçe büyüyen, büyüdükçe derinleşen, derinleştikçe tanımsızlaşan ve belirsizleşen bir boşluk… Tabiattaki nesnelerin hiçbirine benzemeyen, hiçbirini çağrıştırmayan, hepsinden kopuk, hepsinden öte tarifsiz bir boşluk… Umutsuz bir boşluk… Sınırları bilinmeyen, görünmeyen bir boşluk… Ötesine geçilme imkânı olmayan, aşılma şansı bulunmayan bir boşluk…
Yeryüzünün bütün genişliğine rağmen size dar geldiği, kelimelerin yetersiz kaldığı ve Türkçe'de “boşluk" sözcüğü dışında hiçbir şeyle anlatılamayacak ve karşılanamayacak garip, tuhaf ve acip bir hal…
Gerçi insanoğlu kendisini aslâ bu boşluğa teslim etmemeli, boşluğu görse de umutsuzluğa kapılmamalı, ne yapıp edip umudunun, umut etmenin yolunu bulmalı, çıkarmalı, mutlaka bir yerlerde aşılacak bir sınırın olduğuna inanmalı. Öyle ki üzerinde mahsur da kalınmış olsa yüksek zirvelerden inilebileceğine, dibine bırakılmış da olsa derin kuyulardan çıkılabileceğine.
Bütün bunlar doğru amma; huşu içinde kıldığımız bir namazdan sonra, derin bir vecd ile okuduğumuz Kur’an-ı Kerim'den sonra, gözyaşıyla ıslattığımız bir seccadeden, ellerimiz karıncalı içten yakarışlarla ettiğimiz samimi bir duadan, nasihat dolu bir cuma hutbesinden, tefekkür dolu bir risale dersinden, cami avlusunda hüzünle taşıdığımız bir tabuttan, aşkla yaptığımız tatlı bir sohbetten, iştahla yediğimiz leziz bir yemekten, tutkuyla okuduğumuz nefis bir şiirden, şarkıdan veya romandan, mahveden havalarda tahassürle adımladığımız keyifli bir yürüyüşten, nefesimizi tutarak seyrettiğimiz gerilim dolu bir filmden, yüreğimiz ağzımızda seyrettiğimiz bir derbi maçtan, tatlı bir dedikodudan, gizlice bir günahtan, sert bir siyasi ve dini tartışmadan sonra…
Evet hepsinden sonra ve hepsinin ardından adına çaresiz ‘boşluk’ dediğimiz o lanet şey gelir, karşımıza dikilir, ensemizden tutar, benliğimizin ve hüviyetimizin her yerine sızar, kıskıvrak yakalar bizi, kendi emrine râm eder. Az önce yapmış olduğumuz bütün güzel faaliyetlerin anlamsız olabileceği vehmini ve ihtimalini zalim bir tebessüm ile fısıldar kulağımıza ve dahi çarpar suratımıza.
Nedir bu lanet olası boşluk? Ancak cennet ile tatmin olabilecek, tok olmak nedir bilmeyen ve hiçbir tokluk haline razı olmayan doyumsuz arzularımız mı, İblis’in sinsice vesvesesi mi, Adem babamızın ilk masum günahı mı, hayatımızın sahici anlamı mı, yoksa hayatımıza sahici bir anlam katmamız için yardımına ihtiyaç duyduğumuz daha başka vazgeçilmez bir şey mi?
Belki de hayatın sırrı bu, esrarı bu, bamteli bu, yasak meyve'nin anlamı bu. Yaşadığımız bu benzersiz ve güzel zamanları tekrar yaşamak ve yaşatmak için gerekli negatif bir duygu bu. Her şeyi söylemek mümkün.
Ne söylersek söyleyelim, adını nasıl koyarsak koyalım, bu halin bizdeki acı tesiri değişmiyor hiçbir zaman. O tarifi kabil olmayan boşluğun içine yuvarlanıyoruz elimizde olmayarak. Ve sonra çırpınıyoruz, çırpındıkça batıyoruz, battıkça çırpınıyoruz. Bu vaziyet biteviye devam ediyor, yaşanmaya değer ne varsa tümünü alıp götüren, adına ölüm denilen o sonsuz bitişe kadar.
Bazen düşünüyorum, sanat, edebiyat, musiki, felsefe, siyaset, teknoloji ve dini inanışların büyük bir kısmı bu karşı konulamaz boşluk halini kapatmak için biz insanlar tarafından icat edilmiş keyifli ve sevimli oyuncaklar mı acaba? Neden olmasın! Her ibda (yaratım) bir boşluğun ve açlığın eseri değil mi? Bir eksikliğin, çaresizliğin, yeterince tam ve tamam olamayışın eseri.
Düşünce tarihinde bu kanaati paylaşan düşünür sayısı az değil, hayli fazla. Mesela ‘sanat biz büyüklerin oyuncağı’ diyor birisi. Meğerse tüm gözde ve sözde marifetlerimizi, başarılarımızı ve buluşlarımızı bu tarifi kabil olmayan meçhul boşluğa borçluymuşuz da haberimiz yok. Ey lanet boşluk iyi ki varsın!
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.