Ahmet AY
Ve takva, vicdanın ahlakıdır
Shutter Island (Zindan Adası) filmini hatırlarsınız. Leonardo DiCaprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley gibi pek çok ünlü oyuncuyu kadrosunda barındırıyordu. Dennis Lehane’nin romanından sinemaya uyarlanan filmde dedektif Teddy Daniels’ı canlandıran DiCaprio, akıl hastalarının tedavi gördüğü adaya, bir kayıp soruşturması için geliyordu.
Akıl karıştıran birçok olayın ardından en nihayet öğreniyordunuz ki; Teddy Daniels, aslında en tehlikeli hastalardan biridir. Tekrarla geçmişi unutmakta ve kurgu kimliklerle çevresine zarar vermektedir. Adada çevrilen dolaplar da, beyin ameliyatından önce, geçmişini hatırlaması için kendisine verilen son şanstır.
Sonunda ne mi olur? İzlemeyenler için filmin tadını kaçırmak pahasına onu da söylüyorum: Teddy Daniels, geçmişi hatırlar. Ama hatırladığı şey o kadar acı vericidir ki, unutmayı tercih eder. (Final, muğlak bırakılır. Ya sahiden unutmuştur. Yahut da unutmuş gibi yaparak ameliyatı tek seçenek haline getirmek istemektedir.) Ameliyata götürülürken Mark Ruffalo’ya söylediği o anlamlı sorgulamayla da film biter: “Merak ediyorum da, sence hangisi daha kötü olurdu? Canavar olarak yaşamak mı? İyi bir insan olarak ölmek mi?”
Şimdi, kendinizi Teddy Daniels’ın yerine koyun. Bu soruya sizin vereceğiniz cevap ne olurdu?
Herhalde hepimiz bir canavar olarak yaşamaktansa, iyi bir insan olarak ölmeyi tercih ederdik. Çünkü vicdanımız var. Vicdan, eğer bozulmamışsa, sızılarıyla doğruları gösteren bir pusula hükmünde. Bediüzzaman’ın, Mesnevi-i Nuriye’de, hakikati gösterir dört burhan-ı küllî içinde (Kainat, Kur’an, Hz. Resulullah ve vicdan) onu da sayması boşuna değil: “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”
Hakikaten vicdan, bir ucu gaybda olan (sonuçları akıl ve duyularla kestirilemeyen) meselelerde bile, şıklardan hangisinin doğru olduğunu gösterebilme gücüne sahip. Sızlamasıyla veya huzuruyla doğruyu/yanlışı ayırabiliyorsunuz. Penceresinden görebiliyorsunuz.
Bir önceki yazıda (Aşk tesadüfleri değil, tevafukları sever) altını çizdiğimiz ‘uyum kanunu’ açısından düşünürsek, ‘yaratılmışlıktan’ kaynaklanan statik şuurun veya fıtratın kainatla uyumlu olmasından kaynaklanan ahengin, dinamik akla çağrısı bu. (Jack London’ın Vahşetin Çağrısı kitabını okuyanlar, bahsettiğim çağrı öyle birşey değil, ama benzer birşey.) Ne zaman yanlış bir adım atmaya yaklaşsan, aynı Allah’ın yaratmasıyla kardeşin olan kainata uyumun bozuluyor. Vicdanın da kırılmayı sana ihtar ediyor.
Bir ikincisi; vicdan ile nefs arasında şöyle bir kıyaslamam var: Sanıyorum nefs daha çok kısa vadeli/çabuk ulaşılır menfaatleri elde etmemizi sağlamak için bize verilmiş. Mesela; yemek, içmek, hayatta kalmak için muhtaç olduğumuz şeylerin peşinde koşmak vs… Yani nefs aceleci, çabuk ulaşılacak zevke güdümlü.
Fakat vicdan onun zıttı. O da uzun vadede doğru ve dolayısıyla menfaatli olanın peşinde koşuyor. Hatta bu uzun vadeye ahireti de katıyor. Diyelim: Yaptığın şey dünyada menfaatli, ama ahirette sana zararı olacak. Onun için bile sızlıyor vicdan. Diyor ki: “Yanlış yaptın. Bu iş ileride aleyhine.” İşte şeriat da bu kısa vadeli zevkperest ile uzun vadeli hakikatperestin dengesini korumamızı sağlıyor. İkisi arasındaki salınımlarda dengeyi tutturuyoruz böylece.
Nerelerden nerelere geldim. Ben aslında bugün sana Bakara sûresinin altıncı ayetinden söz edecektim. Hani var ya; “Gerçek şu ki, kâfir olanları korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler…” mealinde olanı. Filmdeki inkâr/örtme psikolojisiyle bu ayette aktarılan kâfir psikolojisinin ilgili olduğunu düşünüyorum.
Bilirsin belki: Kâfir, aslında ‘örten’ demektir. Küfür de örtmek. Ama Kurtubî gibi âlimler diyorlar ki: “Şer’î lisanda her nerede küfür vaki oldu ise, bu, İslâm dininde şer’an zarurî olan malum bir şeyin inkârıdır. Nitekim, şeriatta küfür, ni’metlerin inkârı, mü’minin şükrünü terk ve Onun hakkını yerine getirme işini ihmal manalarında gelmiştir.”
İşte bence küfre girenin de hali, örtemezse çekeceği acıdan ötürü, inkâr şeklinde. Kaldıramıyor yani, hem yaptığını günah/inkâr bilip hem de yapmayı. Bu nedenle örtüyor. Bu nedenle hatırlamak istemiyor. Canavar olarak yaşamak kolay değil. Canavar olduğunu inkâr edemezsen, canavar gibi yaşamayazsın. Markar Esayan’ın İyi Şeyler kitabında dediği gibi: “(…) bilimsel açıklamanın vicdanî itirazları gideren bir gücü vardı.” Yahut Bediüzzaman’ın dediği gibi:
"Evet, günah kalbe işleyip, siyahlandıra siyahlandıra, tâ nur-u imanı çıkarıncaya kadar katılaştırıyor. Herbir günah içinde küfre gidecek bir yol var. O günah, istiğfarla çabuk imha edilmezse, kurt değil, belki küçük bir mânevî yılan olarak kalbi ısırıyor. Meselâ, utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicap ettiği zaman, melâike ve ruhaniyâtın vücudu ona çok ağır geliyor. Küçük bir emâre ile onları inkâr etmek arzu ediyor."
İşte bence bu yüzden ayet şöyle diyor: “(…) korkutsan da korkutmasan da onlar için birdir; iman etmezler.” Çünkü onlar ehl-i küfürler. Örtmekten besleniyor fikirleri. Bilmemekten değil. Bildiğini bir bilimsel açıklama(!) ile nefisleri ekseninde şerh etmekte bütün güçleri. Bu izah, onlara vicdanlarını yatıştırmak için kuvvet veriyor. Çünkü vicdan, ancak nefsin tarafını tutmayanlarda çalışır. Ve takva, vicdanın ahlakıdır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.