Ahmet Nebil SOYER
Yaratılış inceliklerinden secdeye
Secde ile hayret arasında ilişki vardır. İnsan idrakini aşan tabiat levhaları, kainat görüntüleri, varlıkların çeşitliliği ve düzeni, insanın yapamayacağı ve karşısında hayrete düştüğü davranış biçimleri... Peygamberlerin olağanüstü davranışları, mucizeler bunların hepsi insanda hayret uyandırır. Hayretin akabinde de secde dediğimiz fiil vardır. İnsan nasıl kaldıramadığı bir yük yüzünden başını eğerse hatta yere kapanırsa aynen öyle hayret de bu insanın ruhi direncini kıran ve aşan tutumlar karşısında secde eder.
Her zaman birden yere kapanmak, bir azametin karşısında yetersizliğini hissetmek ve başını o büyüklüğü tasdik manasında secdeye koymak da hayretin devamıdır. Filozof Kant yüceyi, insan idrakini aşan büyüklük olarak tarif eder. Dede Korkut da “yücelerden yücesin kimse bilmez nicesin” derken büyüklüğü tarif etmiştir.
En büyük secde yaratılışın mucize oluşunun insan üzerinde uyandırdığı hayret ve akabinde secdedir. Sahte yaratıcı ve modeller de yaratılış karşısında, o mucizane yapılış karşısında secde ederler.
”Kâinatın te’lifinde öyle bir i’caz var ki; bütün esbâb-ı tabiiye farz-ı muhal olarak muktedir birer fâil-i muhtar olsalar, yine kemâl-i acı ile o i’caza karşı secde ederek سُبْحَانَكَ لاَ قُدْرَةَ لَنَا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ diyeceklerdir.”
Namazdaki secde bu anlamı da ihtiva eder, yani kişi secdeye gitmeden önce varlık karşısındaki aczini ifade anlamında ellerini bağlar, azamet onu kuşattıkça başını eğer daha da istila edince ansızın secdeye kapanır.
Yaratılış sadece bir kaba hilkat değil, herşey en ideal şekilde tasarlanmıştır. Yani bedii, sıradan güzelden farklı demektir. Kainatın yaratılışı, büyük alem bedii kainattır. Bu estetik güzellik ve onun büyüklük ayetleri ve nakışları, Allah’ın mucizat-ı sanatı insanı secde eden bir kul durumuna getirmiştir. Bütün bunların kaynağı yaratılışın estetik tasarımıdır. Burada da yine hayret ile secde arasında bağlantı kurmuştur. Namaz sıradan bir davranış durumuna indirgenmiştir, yoksa bütün safahatı insanı derinlikler dünyasına davettir ve icradır.
”Sâni-i Hakîm, âlem-i ekberi öyle bedî bir surette hâlk edip âyât-ı kibriyasını üstünde nakşetmiş ki, kâinatı bir mescid-i kebir şekline döndürmüş. Ve insanı dahi öyle bir tarzda icad edip, ona akıl vererek, onunla o mu’cizât-ı san’atına ve o bedî kudretine karşı secde-i hayret ettirerek, ona âyât-ı kibriyayı okutturup, kemerbeste-i ubudiyet ettirerek, o mescid-i kebirde bir abd-i sâcid fıtratında yaratmıştır.”
Kulluk da çok yönlüdür, ubudiyettir, teşbihtir, secdedir, duadır, hamdü senadır. Bütün bu fiiller secdeye dahildir, onun makamatıdır.
”Evet, âyât-ı Kur’âniyenin işârâtıyla, bütün mevcudattan daimî bir surette dergâh-ı İlâhiyeye giden bir ubudiyettir, bir tesbihtir, bir secdedir, bir duadır ve bir hamd ü senâdır ki, daimî o dergâha gidiyor.”
Kainatın görüntüsü duruşu bu altı fiili içine alır.
İnsan bütün bu güzelliklere ve fiillere karşı tavır koyacak bir maddi ve manevi derinlikle yaratılmıştır. Allah’ın azametine müşahit görücü olduğu için secde eder. Şu ilahi sergideki güzellikler de secdeyi gerektirir. Güzellik hayret ettiren şeydir. Güzel manzaralar da secdeyi gerektirir, seyir de secdeyi gerektirir. İnsan seyreden mütenezzihtir, gezen, gören, seyreden. İnsanlar beşeri sanatları seyreder asıl seyredilmesi gereken İlahi sanatlardır. Mütehayyir yani hayret eden de secde eder, mütefekkir mana derinliklerini düşünen de hayret eder ve secde eder. Bütün bunlar hayreti ve secdeyi doğurur. Fakat insan tahayyürünü, tefekkürünü, seyrini, tenezzühünü dünyaya dağıtır. Eşyalara, metalara sarfeder. Ya bir de bunlar yerinde sarfedilmediği için “nerelerde kullandın bu estetik tavırları” diye hesaba çekilse kim kazanabilir ki? Bilmiyorum kazanabilir miyiz? Zengin aile üyeleri her gün çarşılarda vitrinleri seyrederler, adeta bütün işleri seyretmek ve para harcamaktır.
Aşağıdaki i’lem de yine bu manayı içine alır. İnsan müşahit, mütenezzih, mütehayyir, mütefekkirdir. Bütün büyük sanatçılar bakmasını bilen insanlardır ama bakmak ile secde arasındaki ilgiyi kurmak gerçek bakmaktır. Yahya Kemal “sana dün bir tepeden baktım Aziz İstanbul“ der ama işte o kadar. Büyük sanatçılar, ressamlar, filozoflar, veliler keşif seyahatleri düzenler, kendilerinden geçerler. Merak ediyorum Peygamberimiz Efendimiz (asm) nasıl bakar, nasıl tutum takınırdı? Estetik duruşları nasıldı? Hep kulluk ve ibadet zemininde değildi. Gece yürüyüşlerinde “Bana ne güzel bir kainat hazırlamışsın“ diyerek yürekten duygularını anlatırmış. İbni Mesut bunları gider annesine anlatırmış. Peygamber doğdu Bedir, Uhud, Hendek ve vefatı... Eğitim sistemi onu sevdirmeye göre organize değil ki.
”İ’lem eyyühe’l-aziz! Sath-ı alemde kurulan şu sergi-yi İlahide teşhir edilen tezyinata, kemalata, güzel manzaralara ve rububiyetin haşmetiyle ulühiyetin azametine bir müşahit, bir mütenezzih, bir mütehayyir, bir mütefekkir lazımdır ki, o güzellikleri görsün, o manzaralar arasında tenezzüh etsin, o harika nakışlara, ziynetlere tefekkürle hayran olsun. Sonra o sergiden Saniinin celaline, Malikinin iktidar ve kemalatına intikalle Onun onra görüyor ki, bir Celîl-i Cemîl, şu mevcudâtın aynalarında kibriyâ ve kemâlini ve celâl ve cemâlini izhâr edip, nazar-ı dikkati celb ediyor. O da, ona mukabil, "Allahü ekber, Sübhânallah" deyip, mahviyet içinde, hayret ve muhabbetle secde eder.”
İbadet de hayret ve muhabbetle secdedir.
“İbâdetin mânâsı şudur ki: Dergâh-ı İlâhîde abd, kendi kusurunu ve acz ve fakrını görüp, kemâl-i Rubûbiyetin ve kudret-i Samedâniyenin ve rahmet-i İlâhiyenin önünde hayret ve muhabbetle secde etmektir.”
Çadırda oturan bir çöl adamı da hayret secdesi eder.
“Haymenîşin bir edibin bu kelâmdan nasîbi: Zeminin yüzünü bir çöl ve sahrâ, dağların silsilelerini pek kesretle ve çok muhtelif bedevî çadırları gibi, güyâ tabaka-i turâbiye yüksek direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o perde-i turâbiyeyi yukarıya kaldırmış, birbirine bakar pekçok muhtelif mahlûkatın meskeni olarak tasavvur eder. O büyük, azametli mahlûkları böyle yeryüzünde çadırlar misillü kolayca kuran ve koyan Fâtır-ı Zülcelâline karşı secde-i hayret eder.”
Bediüzzaman, hassalarının hakkını ne kadar vermiş değil mi?
Bir kul ilahi sanatın mekiği olan güneşi seyreder onun karşısında hayretinden secdeye kapanır.
”Fakat güneşi yalnız bir lâmba değil, belki bahar ve yaz tezgâhında dokunan mensucât-ı Rabbâniyenin bir mekiği, gece gündüz sayfalarında yazılan mektubât-ı Samedâniyenin mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde tasavvur ederek, güneşin cereyân-ı sûrîsi alâmet olduğu ve işaret ettiği intizamât-ı âlemi düşündürerek, Sâni-i Hakîmin san’atına "Mâşaallah" ve hikmetine "Bârekâllah" diyerek secdeye kapanır.”
Kur’an’ın vaka örgüsünde de secde örnekleri vardır. Yusuf Suresinde “Bir zaman Yusuf babasına “Ey babacığım ben rüyamda on bir yıldızla, güneşi ve ayı gördüm, onları gördüm ki bana secde ediyorlardı.” Baba rüyayı yorumlar: ”İşte böyle Rabbim seni seçecek ve sana olayların yorumu ile ilgili bilgiler öğretecek, ayrıca daha evvel ataların İbrahim ve İshak’a tamamladığı gibi, hem sana hem de Yakub’un soyuna nimetini tamamlayacaktır. Şüphesiz ki senin Rabbin, her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Buradaki secdenin yorumu büsbütün farklı bir izahtır.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.