Ahmet AY
Zaman “aşk” zamanı değildir
Modern asrın bu denli baştan çıkardığı ve hatta mahvettiği “aşk” gibi ikinci bir duygu daha gösteremezsiniz. Madde düşkünü medeniyetin, metafizikte kör ya da “tek gözlü” diyebileceğimiz felsefesinden kaynaklanan manevî yozlaşmaya karşı, diğer bazı insanî hisler bir şekilde ayakta kalabilmişler, kendilerini bir ölçüde korumayı başarabilmişlerdir. Ancak aşk, bu durumdan müstesnadır.
O, peşinden gidenlere verdiği lezzet yüzünden, sefahat canavarlarının elinden kolayca kaçamamış, sefih medeniyetin felsefe oyuncağı olmaktan kurtulamamıştır. Tasavvufun kendisine çizdiği hadd-i vasattan, ana yoldan çıkmaya zorlanmıştır.
Manevî her güzelliği elinin tersiyle iten materyalizm, aşktaki lezzetten elini çekmeye razı olmamış, onu da beraberinde sefih ve karanlık dünyasına gark etmiştir. Hatta diyebiliriz ki, aşk, modern asrın anlamını en çok değiştirdiği ikinci kelimedir. (Belki birinciliği de alabilirdi, fakat ne yazık ki birincilik “gericilik” kelimesi tarafından kapılmıştır.)
Şu an, yazdığım şu satırları okurken bile, materyalizmin öğretileri beynimize ve kalbimize hükmediyor. Belki de yazı içinde rastladığımız her “aşk” kelimesi safi zihnimizi bulandırıyor ve zararlı hayallere pencereler açıyor. “Aşk” denilince aklımıza, ne büyük teessüf ki, iyi şeyler gelmiyor.
Bizler her ne kadar maddeci zihniyete kızsak da, sövsek de, öğretilerinin yalan ve zararlı olduğunu ifade etsek de, maalesef onlarla yetiştirildik. Onların mahsulü kitaplar okuduk. Radyolarda onları dinledik. Gazetelerde satır satır, resim resim onları inceledik. Onların zihniyetinin ürünü olan gıdalar yedirdik aklımıza ve kalbimize. Ve zehirlendik... Hem de çok şiddetli bir zehirlenmeydi bu... Aklımız güçlüydü, bir derece ayakta kaldı. Fakat kalbimiz, pek çoğumuzda maalesef, dayanamadı... Ya öldü veya çok köreldi, hayatta da çok geri planda kaldı.
Bu nedenle meseleleri ele alırken, bunlar İslamî meseleler olsa bile, hep materyalizmin aklımıza soktuğu bozuk mizanlar içerisinde değerlendiriyoruz. Onunla tartıyoruz, onunla biçiyoruz. Onun verdiği kalıpların içine sokmaya çalışıyoruz. Ancak nur tutulmuyor ve biz tutmaya çalıştıkça elimizden kayıyor. Ve bazen bu nedenle hakikati ciddi manada incitiyoruz. Cildini yırtıyor, bozuyoruz. Bediüzzaman bunu bazı yerlerde o kadar zahir ifade ediyor ki. İşte bunlardan birkaç numune:
“Dünyevî meselelerde onda bir helaket ihtimali bulanan yollara girmiyoruz da, ahirete dair işlerde onda dokuz helaket ihtimalini nazara almayacak kadar cesaret gösterebiliyoruz. Bir tokattan korktuğumuz kadar cehennemden korkmuyoruz. Korktuğumuzu söylüyoruz, ama bu korkumuzda samimi değiliz. Allah’ın rızasını istediğimizi söylüyoruz, ama namazı kılmak zahmetini göze alamıyoruz.
“Ay’da ne olduğunu bize anlatacak veya ilerde başımıza ne geleceğini haber verecek bir adama tüm malımızı vermek mantıklı geliyor da, Ay’ı yaratan Allah’tan ve bizim ebedî hayatımızdan haber getiren Kur’an’a zamanımızı feda etmek mantıklı gelmiyor. Bir kilo baklava alırken harcadığımız para, gözümüze ufak geliyor da; sadaka veya zekât için verdiğimiz para, gözümüzde büyüyor. Allah’ın eserlerinin her birinin birer mucize olduğunu biliyoruz da, ülfetten ve gafletten çoğu zaman onları önemsemiyor, sıradan buluyoruz. Neden oluyor bu? Çünkü hiçbir isteğimizde yeterince samimi değiliz... Zira bir histe samimiyet fiille tecelli eder. Seven sevgisini fiiliyle gösterir. Nefreti olan, her nefes alışında size bu nefretini koklattırır.
Bu bir mantık bozulmasıdır. Bediüzzaman bunu bize ders veriyor. “Bu bir mantıksızlıktır” diyor. Daha başka şeyler de zikrediyor ve bazen daha sert ifadeler kullanıyor. “Hamakat” diyor, “eblehlik” diyor. Hatta bir yerde “eşek, muzaaf bir eşekliğe girse” diyor ve bize bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kafamızın içindeki yanlış ölçüleri kırmaya, “Akıllılık” sandığımız akılsızlıklardan bizi döndürmeye gayret ediyor.
İşte aşk da böyle hedefini şaşırmış bir kelimedir. Lemaat’ta, “Zıtlarda emsal olmuş, suretlerde tebâdül, isimlerde tekabül, makamlarda becâyiş-i mekânî” diyerek ifade edilen bu kavram ve mana karmaşası modern edebiyatın da en çok çektiği konulardandır. Edebiyat bile elli sene evvelki kelimelerin hazır gündeki manalarını bulamamaları nedeniyle kuşak çatışmalarına sahne olmaktadır. Öyle bir asırda yaşıyoruz ki, kelimeler bile bu asrın fitnesi karşısında manalarını koruyamıyorlar.
“Hıyanete hamiyet”, “cihada bağy”, “istibdada hürriyet” adı veriliyor ve manalar zıtlarıyla yer değiştiriyorlar. Şekiller ve kelimeler anlamlarını yitiriyorlar. Ne doğru doğru ve yanlış yanlış kalabiliyor, her şey altüst oluyor. Bunun örnekleri o kadar çok ki...
Mesela, televizyonlarda, sinemalarda etkilerini rahatlıkla gördüğümüz, pis kokusunu hissettiğimiz ahlak yozlaşmasına da kimileri “sanat” veya “özgürlük” demiyorlar mı? Ve böyle bir kisve altında zıttı bir manayı icra etmiyorlar mı? Onların terakkî ve yükseliş saydıkları şey, bizim lügatimizde tedennîye, yani insaniyeten ve ahlaken sükuta, düşmeye karşılık gelmiyor mu? Heyhat! Nasıl da her şey Deccalî bir ilizyon altında renk değiştiriyor! Cehennemler cennet, cennetler cehennem görünüyor...
Yazımızın başlarında “Aşk, modern asrın anlamını en çok değiştirdiği ikinci kelimedir” demiştik. Evet, ne yazık ki, ehl-i tasavvuf arasında hürmet gören, seyr u süluklara esas tutulan “aşk”, gerçek manasını çoktan yitirmiştir zihinlerde... “Aşk” denildiğinde hiçbir gencin aklına Mevlana Hazretlerinin kalbindeki o ulvî mana gelmemektedir. Hatta o ulvi hissin kokusu bile gelmemektedir. Öyle ki, tasavvufî bir kitabı sesli okurken “aşk şarabı” terimini kullanmaktan, söylemekten bile korkmaktayız. Çünkü laubali zihinlerde akla ilk gelen şarap Tekel bayilerinden almaya alışık olduğu şaraptır. Bu yüzden kalbinde çağrıştıracağı ilk mana da, bu mana oluyor. Kafaların bu denli karıştığı, kalplerin bu denli karardığı bir kulvarda at koşturmak, hizmet yapmak her babayiğidin harcı değildir... Tıpkı Hz. İbn-i Arabî’nin “Vahdetü’l-Vücud” mesleğinin şu zamanda gitmeye elverişli olmaması gibi...
Belki de bu yüzden Bediüzzaman Hazretleri, ehl-i tasavvuf tarafından bir cadde-i kübra hürmeti gören “aşk” mesleğini bu zamanda selametsiz bularak, “aşktan daha eslem” dediği acz mesleğini hayata geçirmiştir. Zira aşk, yukarıda da zikrettiğimiz gibi asıl manasını çoktan zihinlerde yitirmiş bir kelimedir. Bugün insanlar ve özellikle gençlerimiz hayvanî sevmeleri ve hisleri “aşk” sanmaktadırlar.
Hâlbuki gene Bediüzzaman’ın bir yerde söylediği gibi, imanî konularda “özellikle ve özellikle”, “Şehevanî sevmekler bahsimizden hariçtir.” Böyle bir sevmenin tasavvufî konularla hiçbir ilgisi yoktur.
Hariç olması gereken bu sevgi çeşidi, aşk denilince akla en çok gelen şey haline gelmişse elbette o yolda sağlıklı bir şekilde ilerlenemez ve hizmet edilemez. Bu yüzden bu asırda o yol kısmen kapanmıştır veya daha doğru bir ifadeyle “O yolda yürümek zorlaşmıştır.” Ama lütf-u Rabbani ile daha geniş ve selametli bir cadde-i kübra olan acz mesleği önümüzde tüm sadeliği ve bu sadelikten kaynaklanan kuvvetiyle durmaktadır. Hizmet edecekler bu yolda kolaylıkla hizmet edebilirler. Terakki edecekler bu yolda ism-i Rahman’a suluk edebilirler. Şaşırmadan, yoldan çıkmadan Kur’an ve iman davasına omuz verebilirler.
Acz mesleği, kullukta, motor kuvvet olarak, aşkın zevk-i ruhanîsini kullanmaz. Ancak onun da kuvvet aldığı iki büyük dayanağı ve kendisini uçuran iki kanadı vardır. Bunlar “acz” ve “fakr” yani insanın kuvvetsizliğinden dolayı, kudreti nihayetsiz bir Allah’a muhtaç olması ve ihtiyaçlarının çokluğu nedeniyle, her ihtiyacına yetişecek bir Allah’a sürekli sığınma zorunluluğunu hissetmesidir.
Bu ikisi karmaşalardan uzak ve çok fıtrî, çok saf ve temiz iki histir. Her insan, kalbine müracaat ettiğinde bu iki hissi rahatlıkla görebilir ve bu iki büyük kuvveti elde edebilir. Senelerce sürecek bir seyr ü süluka tabi olmadan, her birimiz, hemen özünde bu sırrı yakalayabilir. İnsan değişir, zaman değişir, şartlar değişir ancak fıtrat asla değişmez... Acz ve fakr insanda manası ve iştiyakı asla değişmeyen iki büyük güçtür ve onu doğrudan Allah’a bağlar. Bu iki kuvvetin sevk etmesiyle bir çoban da Allah’a yalvarır, bir profesör de... Bir holding patronu da ölümle burun buruna gelince Allah’a döner, bir küçük çocuk da... “Fıtrat asla yalan söylemez...”
İşte biraz da bu yüzden “Zaman tarikat zamanı değildir.” Zira tarikatların materyal olarak kullandığı çoğu öğe bugün yoktur veya kullanılamayacak kadar kötü durumdadır. En önemlisi kalp geri planda kalmış ve akıl öncülüğü eline almıştır. Bu kötü durumdan bizi ancak veraset-i nübüvvet sırrını içinde barındıran, sahabelerin kardeşlik ruhunu taşıyan bir meslek ve bu mesleğin idrakinde ihlâslı tabiler kurtarabilir. Yeni şartlar, yeni çözümler ister. Farklı tabiatlar, farklı mizaçlar, farklı tebliğ metotları ister... Ve zamanın da bir hükmü vardır. O da mutlaka kendi hakkını ister...
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.