Safa MÜRSEL
Adalet yoksa mülk olur mu?
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komisyonu, önceki hafta hazırladığı rapor taslağında, Türkiye-AB müzakerelerinin resmen askıya alınmasını istiyor.
Üye ülkelerden gelen 751 temsilcinin, bağlayıcı müeyyidesi olmayan bu rapor hakkında, önümüzdeki ay nasıl bir karar alır, bilemiyoruz.
Avrupa Birliği müzakerelerinin başlamasına ilişkin ilk karar, 2004 yılında alındığında milletçe çok sevinmiştik. İktidar ve muhalefet, ortak ve milli tavır sergilemişti.
AB’ye ortaklık başvurusu yaptığımız 1963 yılından bu yana üyelik kapısının, müzakere süreciyle aralanmış olması Türkiye’nin demokratik hukuk devletini inşaasında önemli bir aşama idi.
Hele, 2000’li yıllara girerken yaşadığımız 28 Şubat vesayeti ile hemen arkasından gelen 2001 yılındaki banka bataklarının tetiklediği ekonomik kriz, moralleri büyük ölçüde bozmuştu. Bu ortamda yapılan ve şeffaflığını kimsenin tartışamayacağı 2002 seçimleri ile 2004’te AB üyelik müzakerelerinin başlaması, topluma hatırı sayılır bir özgüven kazandırdı.
Bu kısa kronolojiyi, zaten fiilen durmuş olan AB müzakere sürecinin, bundan sonra takip edeceği seyir bakımından hatırlatma ihtiyacı duydum. Zira AB sürecinde geçen yarım asırdan fazla bir emekten bahsediyoruz.
Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Konseyinin, AB-Türkiye müzakere sürecini resmen askıya alınması teklifi, öfke ve önyargıyla bakılamaz.
Türkiye’nin 15 Temmuz sonrasında kendini koruma refleksiyle aldığı, ifrat-tefrit içeren hukuki ve siyasi tedbirler, Batılı mahfillerde aleyhimize raporlara gerekçe oluşturuyor. Onun için hakkımızdaki iddiaların artı ve eksileriyle yüzleşebilmeliyiz.
Tüm Batılı müttefiklerimizin, son yıllarda sureti haktan görünen destekleri inandırıcı olmaktan artık oldukça uzaktır. Batı dünyası, 15 Temmuz fiyaskosunun asabiyetiyle bir yandan tehdit ediyor, diğer taraftan rövanş fırsatı kolluyor.
Bazı müttefiklerimiz, sivil yönetimi silahla devirmeye çıkmış kaçakları iade etmek yerine, onları sahipleniyor ve Türkiye aleyhine faaliyetleri için her türlü desteği veriyor. Böylece ittifak hukukunu ihlal etmekle kalmıyor, yücelttiği demokrasi ilkelerini yine kendisi çiğniyor.
Batı’nın Türkiye’ye yönelttiği iddiaların doğrusu ve yanlışlarıyla biz de yüzleşebilmeliyiz. Batılı yönetimlerin aleyhimizde düzenledikleri raporlara malzeme ve gerekçe vermek gibi bir zaafımız olamaz ve olmamalıdır. Türkiye kendi içinde, kendi işlerini Batı’dan bağımsız olarak hukuk ve adalete uygun yapabilmelidir.
Önce Avrupa Parlamentosuna sunulan Rapor taslağına kısaca bakalım.
-Rapor taslağında “menfaat” tutkusunun Batı dünyasındaki belirleyici yeri açıkça görülüyor. Avrupa, düzensiz göçü engellemede üstlendiği sorumluluğu yerine getiren Türkiye’ye, büyük bir minnettarlık duyuyor. Çünkü göçmen akını önlenince, Avrupa’nın konforu bozulmuyor.
-Rapor taslağında, HDP Genel Başkanının tutukluluğu kabul edilemez deniliyor. Bu parti liderini siyasi suçlu kabul ederseniz, tutukluluğunu yadırgayabilirsiniz. Fakat bu zatın, Kobani’de yaşanan olayları bahane ederek Türkiye’de insanları sokağa çağırıp çatışma ortamı organizesi ile elli kişinin ölümünden sorumluluğunu dikkate alırsanız, bu zat terör organizesinden suçludur. Batı, bu konuya, her halde “benim teröristim iyidir” diye bakıyor. Halbuki İspanya’nın Katalan Özerk bölgesinin başbakanı, Anayasa’dan doğan bağımsızlık hakkını kullanmak istediğinde, bütün Avrupa yönetimleri o başbakana çullanarak, “nasıl bağımsızlık istersin” diye adama, Avrupa’yı dar ettiler. Özerk bölge başbakanı hala ülkesine gidemiyor, insan haklarına saygılı Avrupa’da kaçak yaşıyor. Rapor, bu çelişkisiyle Avrupa’nın oportünist ve ilkesiz demokrat olduğunun tipik belgesidir.
-Rapor taslağının Türkiye için katılamayacağımız yönleri kadar, görmezden gelinemeyecek ve dikkate alınması gereken tespitleri de var. Raporda;
“Biz Türk hükümetinin darbe ile ilgili insanları yargılama hakkını sorgulamıyoruz. Ancak amacın aşılarak sistematik şekilde hukukun üstünlüğünün ihlal edildiğini görüyoruz. Kuvvetler ayrılığına saygı gösterilmiyor, yargı bağımsız değil. İnsan hakları ihlalleri, baskı, yolsuzluk ve keyfi tutuklamalar yapıldığı” iddiaları yer alıyor.
Bu ifadede Türkiye’nin yönetimi ve anayasal yapısı ile ilgili çok ciddi iddialar var. Nesnel örnekler verilmediği için şimdilik bazı iddialar üzerinde durmayacağım. Sadece yargı süreci ile ilgili bazı noktalara temas edeceğim.
Kabul etmek gerekir ki, yargının, 15 Temmuz’daki gözaltı ve tutuklamalar için “ciddi” şüpheyi değil de, “makul” şüpheyi yeterli görmesi, adli hata kapısını açan önemli sebeplerden birisi oldu.
Gözaltına alınan veya tutuklananlar için sorgulama ve iddianame hazırlama süresi, en az 8 veya 10 ayı buldu ve hatta geçti. İnsanlar, ne ile suçlandığını bilmeden ve haklarında iddia edilen suçla ilgili yeterli delil toplanamadığı için “makul” şüphe gereği 10 veya 15 aya varan tutukluluklar yaşandı. Yoğun yargılama sürecinde, masumiyet ilkesi yeterince işletilemedi. Kayda değer mağduriyetler oldu. Yargılanan görevliler açığa alınmış olduğu için, tahliye olsalar da, genelde eski işlerine dönemediler. Bu tür görevden almalar, bazen, asılsız ihbarlarla bürokraside rekabetle koltuk boşaltma maksatlarına vesile yapıldı. Bu konuda “yaşın yanında kurunun da yandığı”, hatta “at izi, it izine karıştı” itirafları en üst seviyede seslendirilmek zorunda kalındı.
Yargılamada esas olan “suçun şahsiliği ilkesinin” ihlal edildiği iddiaları böylece kabullenilmiş oldu. Bu yanlışlıklara dikkat çekmenin, yargıdaki mücadele sürecine zarar vereceği, biraz görmezden gelinmesi şeklindeki adalet mahrumu mülahaza, başta medya olmak üzere kamuoyunda olumsuz ve tehdit niteliğinde bir ortam oluşturdu.
Son üç yıldır içeride ve dışarıda siyaseten kullanılmaya çok müsait, yukarıda saydığım yanlış ve hatalı uygulamalar tenkit ve şikayet konusu olmaya devam ediyor. Avrupa Parlamentosunda hazırlanan rapor taslağı bunun son örneğidir. Bu alanda oluşan mağduriyetleri telafi edecek etkili bir çözüm üretilmesi halen bir ihtiyaçtır. Bu konuya özen gösterilmesi, insan haklarını korumanın ve anayasa teminatındaki “adil yargılamanın” olmazsa olmaz şartıdır.
Biliyoruz ki, inancımızda ve hukukta, adalet, mülkün yani can ve mal güvenliğinin temeli ve teminatıdır. Bir evde veya gemide dokuz cani, bir masum bulunsa, o evi yakmak veya gemiyi batırmak, “gaddar bir zulümdür.” O halde mülkü (devleti), adaletle kaim tutmak ilkesi, her şeye rağmen rehberimiz olmak gerekiyor.
Uluslararası camiada, maksatlı rapor taslaklarında dile düşmeden, oluşan mağduriyetleri gidermek için gerekli ve hukuka yakışır tedbirleri artık alabilmeliyiz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.