Alaettin TAŞKIN
Akıl ve kalb ittifakı ya da Fıtrat-ı Kâinat ile Fıtrat-i insanı buluştur
Daha önceki iki yazıda insanın irade ve akıl ilişkisini ilgili sohbetleri kaynak alarak yazmaya çalıştık. Bu çalışmalarda temelde insanın "irade özgülüğüne" imkân sağlayan bir yaratılış düzenine muhatap oluyor olduğumuzu anladık. İnsanı insan yapan en önemli özellik de bu irade özgürlüğü olduğunu fark ettik. Daha sonra irade ve akıl ilişkisini değerlendirdik.
İnsanın aklı, maddi âlemin maddi şartlarına muhatap olur. Akıl, duyu organları aletleriyle bu maddi âlemin verilerini/manalarını toplar ve iradenin tercih ettiği istikamette bu manaları bir yoruma tâbi tutar. Varlık âleminde her şey, 'kendisinin dışında' kedisinin varlık kaynağına işaret eden manalar taşır. İnsanın fiilleri de böyledir. İnsanın her işi, kendisinin dışında kendisini yapan kaynağa işaret eden pek çok mana taşır. Örneğin, sen evine geldin. Evde hiç kimse yok. Mutfağa girdin ki mükemmel bir sofra hazırlanıp masanın üzerine kurulmuş. Sen, bu sofrayı kimin hazırladığını hiç düşünmeden, direkt o yemekleri yemeye mi başlarsın? Yoksa "Ooo eşim bana ne güzel sürpriz hazırlamış!" mı dersin? Demek ki masadaki o sofra kendisi dışında kendisini hazırlayana işaret eden pek çok mana taşıyor.
Varlık âleminde her şeyin kendi varlık kaynağına işaret eden bir manası olduğundan insan bu yaratılış düzeninde olduğu müddetçe, yani bu dünyada yaşadığı sürece maddi âlemin ifade ettiği manaları duyu organlarıyla toplayıp aklıyla bu manaları yorumlamak durumundadır.
İnsan, iradesinin seçme özgürlüğü ile aklını bu manaları 'olduğu gibi'/doğru olarak da yorumlamayı tercih edebilir. Ya da iradenin tercihiyle bu manaları 'olduğuna aykırı'/yanlış olarak yorumlamayı veya o manalara 'gözünü kapatmayı' da tercih edebilir. Yani akıl, yorumunu iradenin belirlediği istikamette yapar. Yani akıl, iradenin yönlendirmesine göre çalışır ve iradenin elinde oynar. İrade ise insanın sorumluluğuna esas olmak üzere insanın özgürlüğünü tesis etmek için yaratılış düzeninin gereği olarak var olanın/gerçeği olanın yanında 'var olmayanı'/gerçeği olmayanı yani 'vehmî olanı' tercih edebilme imkânına sahip kılınmıştır.
Akıl, iradenin yönlendirmesiyle maddi âlemin maddi şartlarından topladığı verileri/manaları - ki o veriler hep var edici kaynağa işaret eder- yorumladığında bu yorum kalbe iner. Yani, bu yorum direkt olarak insanın duygularına iner. Ancak akıl, iradenin tercihiyle gerçeği olan seçeneği yorumlamış ise kalb/duygular bu yorumu doğru olduğu için kabul eder. Eğer akıl, iradenin tercihiyle gerçeği olmayan seçeneği yorumlamış ise kalb/duygular bu yorumun/çıkarımın doğru olmadığını bilir ve bu yanlışı kabullenmez. Onu içselleştirmez, benimsemez.
İnsan, gerçeği olmayan alternatifi tercih edip buna göre hayatını yaşamaya çalıştığında vicdanı daima bu tercihin yanlış olduğunu bilir ve derinden derine bu yanlışın “yanlış” olduğunu fısıldar. Ancak insan, irade özgürlüğü ile vicdanına rağmen yanlış tercihte inat edebilir. Ama vicdan tarafından gelen, “yanlışı tercih ettin” ikazı bu adamı daima sıkıntı ve iç çelişki içinde bırakır. Gerçeği olmayanı tercih eden insan, bu yanlışını vicdanına onaylatamaz. Ancak vicdanının sesini işitmemek için, kulaklığı takıp müziği son ses açmak kabilinden, iş-kolik, eğlence-kolik ve hatta din-kolik olmayı tercih eder. Kendisini işle, eğlence/alkolle ve ‘dinî’ adını verdiği birtakım ritüellerle ‘sarhoş eder’ ki vicdanın sesini duymasın, anlamasın. Anlamasın ki daima iç çelişkisiyle yüzleşmekten kurtulsun.
Kalb, insanın ruhuna takılan duyguların toplamını ifade eder. Vicdan ise bu duyguların fıtratlarına kodlanmış olan 'şuurluluk hâli'dir. İşte, kalbin yanlışı/ gerçeği olmayanı kabul etmeyip benimsememesi, Yaratıcı’nın vicdana kodlamış olduğu bir özelliktir. Yani Yaratıcının, insanın vicdanına/kalbine vermiş olduğu düzen; aklın kâinat düzeninden getirdiği yorumları 'check' edecek bir özelliktedir. Bundan da kalbin/vicdanın iradeye tabi olmadığını, bilakis doğrudan doğruya yaratılış maksadını otomatik olarak ifa ettiğini anlıyoruz.
Aklın getirdiği yorum doğru ise duyguların şuurluluk hali olan vicdan tarafından kabul edilir ve kalb/duygular tarafından içselleştirilerek benimsenir. Ancak aklın getirdiği yorum yanlış ise bu sefer vicdan bunu reddeder. Vicdan/kalb doğruyu direkt kabul edecek, yanlışı da direkt reddedecek özelliklerle donatılarak var edilmiştir. Vicdan/kalb otomatik olarak çalışır. Doğruysa kabul eder, yanlışsa reddeder. Yani, Yaratıcı’nın kodladığı şekilde çalışır. Vicdan/kalb tercihte bulunmaz, düşünmez; doğru olanı direkt kabul eder, yanlış olanı direkt reddeder. Yani vicdan, “nazargâh-ı ilahîdir”. Yaratıcının yaratılış düzeninde sergilediği prensiplerinin karşılığı vicdanda görünür. Yani, vicdan yaratılış düzeninin bir simetrisi gibidir.
İnsanın doğruyu içselleştirip benimsemesi imandır. İşte, kalbin "iman mahalli" olmasının ve imanın Allah’tan olduğu hakikatinin manası bu şekilde anlaşılır. Yani; aklın, iradenin tercihi doğrultusunda kâinatı/yaratılış düzenini vicdan/kalb tarafından kabul edilecek şekilde yorumlamasına iman diyebiliriz.
"Akıl ve kalb ittifakı" tabirini, fıtrat-ı kâinat diyebileceğimiz yaratılış düzeninin fıtrat-ı insan diyebileceğimiz kalb/vicdan ile buluşturulması olarak anlayabiliriz. Yani; iman meselesinde/fıtrat-ı kâinatla fıtrat-ı insanı buluşturmakta insanın görevi, özgür iradesiyle doğru seçeneği tercih edip aklını o yönde kullanmasıdır. Kısaca, insanın iman meselesinde yapması gereken, aklını görevlendirirken sadece yanlış seçeneği tercih etmemesidir. Yani, fıtrat-ı kâinatla fıtrat-ı insanın buluşmasına ‘engel olmamayı’ tercih etmesidir. Bu bağlamda imanı, insanın var oluş karşısında kendisiyle çelişmeyecek tercihi yapması olarak tarif edebiliriz. Akıl ve kalb ittifakından kastedilen mana da budur. Yani; insanın özgür iradesinin tercihi doğrultusunda aklıyla kâinatın manalarını, vicdanıyla çelişmeyecek şekilde yorumlamasıdır. İnsanın bu özellikleriyle bu yaratılış düzenine muhatap olması, insan için akıl ve kalb ittifakının aslında olmazsa olmaz bir var oluşa muhatap olma usûlü, metodu olduğunu gösterir.
Bu yaratılış düzeninde akıldan bir malzeme gelmezse kalb/duygular devreye giremez. Yani 'akılsız' kalb olmaz. Mesela aklı bir değirmene, kalbi de undan hamur yoğurup ekmek pişiren bir fırına benzetebiliriz. Kalbin unu hamur yapması için akıl değirmeninden buğdayın geçmesi şarttır. Eğer akıl değirmeninden buğday geçmedi ise demek ki kalbde un yok. Kalbde un yok ise kalb devreye girmemiş demektir.
Demek ki "Ben aklımı kullanmayacağım. Akıl şüphelere yol açıyor. Ben kalbimin sesini dinleyeceğim. Akıl insanı saptırıyor. Kalbini dinle, dinini yaşa kardeşim!" diyen kişiler tamamen boş konuşuyordur. Yani, 'bu can bu kafeste' olduğu müddetçe yaratılış düzeninden/esbab dairesinden gelen manaları yorumlamak durumundayım. Bu, benim bu dünya hayatımdaki gerçekliğimdir. Bunu inkâr eden, yok sayan inatla kendi gerçekliğine karşı bir yol tutturmuş olur.
İnsan, yaratılış düzenine karşı özgür değildir. İnsanın özgürlüğü kâinatın düzenine karşı değildir. İnsanın 'tüm özgürlüğü', kâinatın düzeninin ifade ettiği manalara karşı alacağı tavrı belirlemektedir. İnsan, bu tavrı belirlemekte tamamen özgürdür. Yani insan, Güneş’in yörüngesini değiştirecek değildir. Ancak Güneş’in yörüngesinin ifade ettiği manaya karşı alacağı tavrı belirlemekte tamamen özgürdür. İşte, insanın özgürlüğü buradadır.
Ayrıca kâinatın düzenin ifade ettiği manaları 'yorumlama girişimi'nde bulunmayan seküler bilimcilerin takındığı 'mutaassıp' tavırla kendisini Müslüman bilip, "Ben Allah’ın düzenine teslim oldum. Allah ne dediyse o olur." diyerek kâinatın düzeninin ifade ettiği manaları 'yorumlama girişimi’nde bulunmayarak peşin kabulleriyle ‘dindarâne’ sözler söyleyen kişi, aslında kâinatın düzeninin manasını 'yorumlama girişiminde bulunmamak' noktasından seküler bilimcilerle aynı özelliktedir. İki tavır da aynı şekilde mutaassıp ve aynı şekilde ön yargılı ve aynı şekilde mukallittir, taklitçidir.
Yine, kâinatı 'manasız' birer madde yığını olarak görerek bu maddi özelliklerin 'kendi iç bağlantılarını' çözümlemeye çalışan materyalizmin “akılcılığı” ile, kâinatın manasını kabul etse de o manayı yorumlayıp bir karara varacak nihaî özelliği akılda görenlerin “akılcılığı,” insaniyetin kalb/vicdan boyutunu dikkate almamakta birbirine paraleldir. Bu bağlamda nihaî kararı akıl verir diyenler, "İmanın mahalli akıldır," "iman, Allah’tan değil insandandır," gibi temelden problematik sonuçlara ulaşmışlardır.
Son olarak, akıl ve kalb ittifakı bağlamında bir tebliğ usûlüne de değinmeye çalışalım. Madem insana, hakkı ve hakikati otomatik olarak kabul edecek ve bâtılı ve yanlışı otomatik olarak reddedecek bir vicdan verilmiş. Öyle ise hak dini tebliğ edenlere düşen en büyük tebliğ sorumluluğu; tam hürriyet zemininde insanların insaniyetlerine, yani önce akıllarını ikna edecek delilleri sunup, bu delillerin gerçekliğini kabul edecek şekilde kodlanan vicdanlarındaki yankılamalarına dikkatlerini çekerek hitap etmeye çalışmaktır.
(Bu yazı, 16/09/2019 tarihinde yapılan Mesnevî-i Nuriye, 4. Sohbet kaynak alınarak hazırlanmıştır. İlgili sohbete şu linkten ulaşabilirsiniz: http://ha-mim.org/kayitlar.)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.