Ersin MİMAN
‘Aldananlar ve hocalık kisvesi altında aldatanlar’
Bu yazıyı yazmama vesîle; tarafıma gönderilen bir dâvet mektûbudur. Ne vakittir bu gibi iddiâlarla ortaya çıkanlar nazarıma dokunuyor idi. Evet, zaman âhirzaman ve sahte hocalar yâhut aldanmış olanlar “biz hakîkiyiz” diye ortaya çıkıyor zirâ, şimdilerde zaman ve zemin de buna pek müsâit gidiyor. Bu asrın imtihânı şedîd ve tahkîk-i îmâna yâhut kuvvetli bir basîrete sâhip olmayanların kolayca düşeceği ve aldanacağı bir zaman.
Mevzû ise, ümmete bir kurtarıcı gibi geldiğini iddiâ eden veya geldiği iddiâ edilen yahut ehl-i Sünnet’e muhâlif bir tarzda ve ondört asrın ilmî birikiminin de rağmına videolar, dersler yapan ve yayan ve hakîkatte fitneden başka hiçbir mahsülleri olmayan zümreler… Bir de medrese tahsîli yapmış ya da İlâhiyat bitirmiş olup da ehl-i Sünnet’in hâricine çıkmış olanlar da var ki, bu zümreyi de zikretmeden geçmeyelim.
Hâsılı, bu gibi zümrelerin tehlikelerinden nasıl sakınacağız?
Aslında basit; Sırât-ı müstakîmi ve ehl-i Sünnet’in cadde-i kübrâsını terk etmedikçe zâten bunların tamâmı yolun hâricinde olduğundan, onların dâire-i alanına girmemiş olursunuz.
Meselâ, merâk hissini, veriliş istikâmetinde kullanmak lâzım. Böyle yapmayıp her konuşana ve yazana kulak verirseniz ‘alabora’ olursunuz. Nasıl ki, hakkında bilgi sâhibi olmadığımız ve bilmediğimiz birşeyi boğazımızdan geçirmiyoruz yâhut, kim olduğunu bilmediğimiz ve tanımadığımız kimseleri hânemize, evimize almıyoruz! Aynı şekilde, herkese kulak vermek ile onu dâire-i âlemimizin içine almamak lâzım geliyor. Unutmayalım ki; bu asırda en mühim ve en zor iş, îmânı ve istikâmeti muhâfaza etmek olmuş.
Muhterem Kardeşlerim, elbette bu yazımızdaki asıl muhâtablarım; hakîkat-i hâli bilen ve ayırt edebilen ehl-i ilm değil, bilakis; bu zümrelerin tuzaklarına düşebilecek ve onlara aldanabilecek olan kardeşlerimizi dikkate da’vettir.
Şimdi şu zamanda çok acip cereyânlar var; hadisleri inkâr edenler, sıhhatine ilişenler, Kur’ân’ın kabûl edilmiş ve üzerinde ittifâk olan kıraatlarına i’tirâz edip, on dört asrın ulemâsına ve allâmelerine meydan okuyanlar, Kur’ân’da zikredilen ‘salat’ kelimesinin namaz demek olmadığını ileri sürenler ve hâliyle namaz kılmak yerine sâdece duâ edilmesi gerektiğini iddiâ edenler, Tecvîd bid’attır diyenler, içki içmek haram değildir, içebilirsiniz yalnızca sarhoş olduğunuzda namaza durmayın haram olan budur diyenler, âyetlere kendi kafasına göre mânâ verenler ve ilâ âhir böyle devâm ediyor…
Kıymetli kardeşlerim, bizler bürhâna tabî oluruz, her kafadan çıkan indî seslere itibâr etmeyiz ve edemeyiz. Bedîüzzaman Hazretleri bu husûstaki ana kâideyi ve düstûru şöyle bildirmiş :
“Ferdin fehmi ve mânâsı ona hastır. O ferd, onu kabûl eder. Fakat başkalarını ona davet edemez. Eğer cumhûr-u ülemâ onun fehmini kabûl ile başkalara şümûlünü gösterse, o vakit başkasını o mânâya davet edebilir.” (Risâle-i Nûr Külliyatı, Emirdağ Lâhikası-2)
Bir îlîm sahasında ortaya konulmuş ve ekseriyetin kabûlüne mazhâr olmuş ve delîlleri ve isnâdları belli olan ma’lûmatlara karşı, birilerinin çıkıp aksine fikir beyân etmeleri onların şahsî görüşleridir, kendilerini bağlar, bizleri bağlamaz! Bizler bakarız, bu izâh ve açıklamalarını cumhûr-u ulemâ tasdîk etmiş mi? Genel kabûl görmüş mü? Değilse, o vakit münferid kalır, itibâr edilmez..
Hele hele üzerinde ittifak edilmiş mes’elelerde aksiyle çığır açmaya kalkışmak ya hodfuruşluktan, fazîletfuruşluktan gelen bir teşebbüs, ya bir fitne, yâhut da pek ama pek câhilâne bir teşebbüstür ki; üçü de reddedilir.
Buradaki en büyük tehlike ve belki bu zümrelerin bir kısmının da en büyük maksadı, karşısındaki muhâtablarının İslâmî ilimleri pek bilmemesinden istifâde ederek, ortaya attığı ve izâh etmeye çalıştığı mes’elelerle; bilmeyenlerin zihninde, kafasında, kalbinde bir ‘acaba’ bırakmak ve onları tereddüdlere, şüphelere düşürmektir. Kendilerine tâbî edemese de, kimseye tâbî olamaz veya güvenemez, itimâd edemez hâle getirmektir. İslâmiyete karşı zihinleri tahrîptir. İşte dimağları iğfâl budur. Böylelerin;
“ehl-i îmâna çok zararları olabilir ve çok sû'-i istimâlâta menşe' olmakla berâber içinde bir doğru olsa, on yalan karışıyor. Çünki doğruyu ve yalanı tefrik edecek bir mihenk, bir mikyas (dinleyende) olmadığından (…) onun ile meşgûl olanın kalbine ve hem de İslâmiyet'e zarar vermek ihtimali var. Çünki mâneviyat nâmına hakâik-i İslâmiyeye ve akide-i umûmiyeye muhâlif ihbârat oluyor. (…) kendilerini, ervâh-ı tayyibe zannettirip belki kendilerine bâzı büyük velîler nâmını verip, İslâmiyet'in esâsâtına muhâlif sözlerle zarar vermeye çalışabilirler. Hakikatı tağyir edip, safdilleri tam aldatabilirler.” (Risâle-i Nûr Külliyatı, Emirdağ Lâhikası-2)
Bu duruma gelen biri, neyin doğru ve kimin haklı olduğunu bilemez bir duruma ve herşeye şüphe ile bakar bir vaziyete düşer. Kendisi de ehl-i ilim olmadığından, hakîkate vâsıl olamaz. Bunun çâre-i yegânesi herkesi değil, ehl-i Sünnet’in mûteber hocalarını, âlimlerini dinlemek ve onlardan öğrenmektir. Kardeşlerim, pazara çıktığınızda bile her önünüze gelen sebzeyi, meyveyi almıyorsunuz, seçiyorsunuz, eliyorsunuz. Dikkat ederseniz veya iyi biliniz ki; bu cadde-i kübrâda yürüyen zâtların tarihçe-i hayatları meydandadır, te’lif ettikleri eserleri meydandadır, onlar umûmî kabûl görmüş zevât-ı kirâmdır. Gittikleri yol, güttükleri dâvâ, fikirleri ve beyânları bellidir. Eğer bunu sınayamıyorsak, o vakit çevremizde emîn olduğumuz mûteber ve ilîm sâhibi büyüklerden, âlimlerden yardım almalı yâni, bir bilene danışmalı..
Bu cadde-i kübrâ’dan ayrılmayan ve kökü/kökeni ne olduğu belli olmayan dâirelere girmeyen ve bilinmeyen sokaklarda dolaşmayan; inşâallah fikren ve kalben istikâmette kalır.
Aldanmamak için şahsen ben şöyle hareket ederdim :
Baktım ki bir söz veya izâh kulağıma geldi yâhut merâkıma mağlûb olup dinledim veya okudum. Söylenen veya iddiâ edilen şey de bana mantıklı geldi. O vakit şu sorgulamayı yapmam icâb eder:
-Sözün sâhibini tanıyor muyum?
-Ehl- Sünnet midir?
-Genel olarak görüşlerinin isâbetliliği hakkında ma’lûmatım var mı?
-Ortaya sürdüğü iddiâsını veya yaptığı izâhları, delîllendirebiliyor mu?
-Delîlleri, mûteber mi?
-Bana mantıklı gelen izâhâtı, ehl-i Sünnet’in genel kabûlüne muvâfık mı / muhâlif mi?
-İddiâsını tartacak, sorgulayacak, sıhhatini tesbît edebilecek ilmî mal’umata (ben) sâhip miyim?
Eğer bu husûslarda problemler varsa, o kişinin söylediğini aklıma koymam, dimağıma yerleştirmem zirâ, benim için en azından şüphelidir. Ve bir de bunu alıp ‘şöyle şöyle diyorlar’ diyerek me’haz da yapmam. Bu sorgulamalar içinde en azından dördüncü, beşinci, altıncının cevâbı ‘hayır ise’, söylenenin sıhhatini ve itibârını benim nazarımda tamâmen düşürür. Eğer ehl-i ilîm değilsek ve o husûsta ma’lûmat sâhibi de değilsek, mantığımıza yatması; söylenenin doğruluğuna delîl olmaz ve bu husûsta mantığımız, aklımız hakem olamaz belki bizi hakîkatini araştırmaya sevk eden bir meziyetimiz olabilir.
Hâsılı, ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniye esâsâtına muhâlif telkînâtı dinlememek lâzım ve pek elzemdir. Eğer bilemiyorsak, yukarıdaki gibi sorgulayarak hareket etmek gerektir diye kanaatim var.
NAZARIMIZA GELEN SUÂLLER :
{*} Yeni hocalara da fırsat verilmeli...
O hocaların evvelâ efkâr-ı umûmide kabûl görmeleri ve yürüdükleri yolun da istikâmet üzere olduğu belirginleşmiş olmalıdır. Bu da bir zaman ve süreç mes’elesidir.
Fakat hiç tanımadığımız ve kim olduğunu da bilmediğimiz kişileri ‘fırsat verilmeli’ diyerek dinlemek, seyretmek olursa, eğer salâhiyet sâhibi değilseniz, zararı varsa pek azîm olur, bâzen ya zehirler ya öldürür. Hele bu âhirzamanın çarşısında zarar verenler pek çoğalmış ve ekser onların sesi duyuluyor.
Ayrıca, bu zamanda cübbesine, sarığına ve takkesine bakarak aldanmamak, mâhiyetini ve istikâmetini anlamaya çalışmak lâzımdır. Sakın yanlış anlaşılmasın, her birisi İslâmiyetin birer şiârı olduğu halde bu zamanda bir kanaat elde edebilmek için tek başına yeterli olmadıklarını bilmek lâzımdır.
{*} Ya herkes yanılıyor da, o doğruyu söylüyorsa? Galileo Galilei sonunda haklı çıkmadı mı?
Bu öyle bir kal’adır ki; taşları ondört asır evvelden ilimle, hikmetle örülmeye başlanmış ve öyle bir cadde-i kübrâdır ki; fezâdaki yıldızlar misâli başta Sahabîlerden başlayarak, beşerin en mümtâz ve seçkinlerinin ve o hakîkatlere en yakın olanlarının yürüdüğü büyük bir caddedir. “Evet cadde-i kübra, sahâbe ve tâbiîn ve asfiyanın caddesidir.” (Risâle-i Nûr Külliyatı, Mektûbât)
Bu âhirzamanda ortaya attıkları bu iddiâları ve hurâfeleri ve şahsî zannlarını ve te’villerini “velayet-i kübrada bulunan başta Hulefa-yı Erbaa olmak üzere Sahâbeler ve hem başta Hamse-i Âl-i Abâ olarak Eimme-i Ehl-i Beyt ve hem başta Eimme-i Erbaa olarak müçtehidîn ve tâbiînden bu çeşit (iddiâlar) (…) sarihan görülmemiş. Acaba onlardan sonra çıkanlar daha ileri mi gitmişler, daha mükemmel bir cadde-i kübrâ mı bulmuşlar?” (Risâle-i Nûr Külliyatı, Mektûbât)
Her birinize binler selâm ediyor, Cenâb-ı Hakk’ın (cc) sizleri bu âhirzaman fitnelerinden muhâfaza etmesini diliyorum.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.