Allah'ı sevmek için onu tanımak gerekir
DKM’de üniversite seminerinde bu hafta “Muhabbetullah” konusu işlendi...
Ömer Faruk Kaya’nın haberi
RİSALEHABER- Diyarbakır Kültür Merkezi tarafından düzenlenen üniversite seminerlerinde bu hafta “Muhabbetullah” konusu, Mehmet Emin Bayadur tarafından işlendi. Konu, “Muhabbet”, “Marifetullah İçindeki Muhabbetullah”, “Muhabbetullahtan Aşağı Doğru Gelen Muhabbet” ve “Muhabbetullahın Delili: Sünnet-i Seniyyeye İttiba” başlıkları altında incelendi.
Başlarken Risale-i Nur’da geçen şu cümlelere vurgu yapıldı:
“Kat'iyyen bil ki: Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âlî mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.
Evet, bütün hakikî saadet ve hâlis sürur ve şirin nimet ve safi lezzet elbette marifetullah ve muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenab-ı Hakk'ı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envâra, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakikî tanımayan, sevmeyen; nihayetsiz şekavete, âlâma ve evhama manen ve maddeten mübtela olur.”
İlk başlıkta “Muhabbetullah” kavramının anlaşılabilmesi için “Muhabbet” kavramı incelendi. Anlatılanların bir kısmı şunlar oldu:
Muhabbet kavramı günlük hayatta sohbet etmek, karşılıklı konuşmak ve hissiyatını paylaşmak olarak kullanılır. Üzerinde duracağımız muhabbet bunlardan tamamen bağımsız olmasa da biraz daha farklıdır. Bu muhabbet sevgi, sevme ve ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi, yönelmesi manalarında kullanılır. Risale-i Nur’da muhabbetin mahiyeti hakkında şu ifadeler geçmektedir: “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır.” Yani öyle bir mahiyeti var ki Cenab-ı Hakk onu bir sebep yapıp kainatı yaratmış.
Aşk, şefkat kavramları da geniş manada sevgiyi ifade ederler. Fakat aşk için Risale-i Nur’da muzaaf yani katmerleşmiş, muhabbet diye bahis geçerken şefkat için aşktan daha yüksek ve parlak olduğu ifade edilir. Aşk ücret talep ederken şefkat karşılıksız saf sevgidir.
Muhabbetullah, Allah’a duyulan sevgidir. Allah’ı sevebilmek için ona iman etmenin ve onu tanımanın gerekli olduğunu görüyoruz.
İkinci başlık, “Marifetullah İçindeki Muhabbetullah” altında anlatılanların bir kısmı şunlar oldu:
“Allah’ı tanıdığımız ölçüde muhabbetimiz artar. Onu tanıma yollarından tefekkürle kendini tanımak üzerine kısaca duracağız. Çünkü insan kendini tanıdığı ve bildiği zaman Rabb’isini de tanır. Bir hadis-i şerifte مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ[1] فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُbuyrularak bu mananın ifade edildiğini çıkarılabilir. İnsan kendinden gafil olduğu zaman çok yanlış yollara süluk edebilir. İnsan kendi mahiyetini tefekkür ettiği vakit kendisinde hadsiz derecede bir acizlik, fakirlik; sayısız istidatlar; kâinatı yutacak hisler olduğunu görür. Ayrıca hadsiz düşmanlar ve ihtiyaçlar içinde vaveyla eder vaziyettedir. Böyle bir durumda insan elbette düşmanlarına karşı, acizliğine derman olacak bir dayanak noktası (nokta-i istinad) ve ihtiyaçlarına karşı ona ilaç olacak bir yardım noktası (nokta-i istimdad) aramaya başlar. Allah’tan gayrı hiçbir şeyin ona hakiki faide değil dehşet verdiklerini görür. Ancak Allah, esmasıyla yardım ve dayanak noktalarını bütünüyle tatmin edecek kudrete ve zenginliğe sahiptir. İnsan ihsan edene perestiş eder. Böyle ihsanat-ı rahmetiyle bütün duygularının ihtiyacını karşılayan ve aynen onun gibi bütün sevdiklerinin de ihtiyacını ihsanıyla tatmin eden elbette perestişe ve sevilmeye en layık zattır.
İnsan teffekküri bir nazarla mahiyetine dikkat ettiği zaman görecek ki kâinatı istila edecek hadsiz bir muhabbet ona verilmiş. Fakat bu muhabbet fani olan şeylere yöneltildiği vakit insanı hadsiz azaplar içinde bırakıyor. Zeval-i elem lezzet olduğu gibi, zeval-i lezzet dahi elemdir. Durum böyleyken insan hadsiz muhabbetini zevale giden şeylere verdiği zaman merhametsiz bir azaba dûçar olur. Çünkü muhabbeti yanlış yerde kullanıyor ve cezasını da çekiyor. Haram olan muhabbet de üç elemi içinde saklıyor: kıskançlık, firak(ayrılık), mukabele görememe… İnsan bir şeyi sevdiği vakit, fani olduğunu düşünmeden ebediymiş gibi vehmeder sonra sever. Ne vakit fani damgasını üzerinde tam olarak gördü işte o zaman sevmesi de gider.
İnsan evvela nefsini sever. Bizi nefsimizi sevmeye sevkeden sebepleri Risale-i Nur’dan şöyle görüyoruz:
1-Bütün lezzetlerin mahzeni, deposu nefistir
2- Vücudun merkezi ve menfaatlerin madeni nefistir
3- İnsana en karib-yakın-nefistir.
Bu sebepler tahtında nefsimizi sevdiğimiz zaman bile Allah’ı ve nefsimizi tanıdıkça yine sevilmeye en layık Allah olduğunu görüyoruz. Birinci sebep açısından bakarsak nefsimizdeki o fani lezzetlere karşılık baki lezzetleri veren Hâlık’ı daha ziyade ubudiyetle sevmek lazım değil midir? İkinci ve üçüncü sebep için bakarsak nefsimizi vücudumuza merkez ve yakın olduğundan seviyorsak bütün hayırlar, rızıklar elinde bulunan ve o nefsi yaratan Nâfi’, Bâki olan ve bize nefsimizden daha yakın olan, daha ziyade muhabbete lâyık değil midir? Elbette daha layıktır. O zaman bütün kâinattaki bütün muhabbetleri toplayıp O’na vermeliyim.
Sevilmeye layık olan zatın ancak Allah olduğu bu başlıkta anlaşıldıktan sonra insanın fıtraten sevdiklerini nasıl sevmesi gerektiği konusu, üçüncü başlık olan “Muhabbetullahtan Aşağıya Doğru Gelen Muhabbet” başlığı altında incelendi.
Öncelikle birkaç kaideye dikkat etmeliyiz:
Muhabbetin iki çeşit olduğunu Risale-i Nur’dan öğreniyoruz. Bunlar mana-i ismiyle ve mana-i harfiyledir. Mana-i ismi bir şeyi kendi zatı içi sevmektir. Yani ne kadar güzeldir diyip Allah’ı tanımadan o şeyin zatına muhabbet duymaktır. Bu muhabbet başkalarını kötülemeyi, başkalarının düşmanlığını taşır. Mana-yı harfiyle muhabbet ise sevdiği şeyi Allah hesabına sevmektir. Onun esmasının tecellisi olduğu ve O’ndan gelen bir hediye diye anlayıp “ne kadar güzel yapılmış” manasıyla sevmektir. Bu muhabbette başkalarını kötülemek ya da başkalarına düşmanlık beslemek yoktur.
Dikkate edilmesi gereken bir nokta da şudur: Allah’ tan gayrısına muhabbet iki şekilde olur. “Birisi yukarıdan aşağıya nazil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki:
Bir insan en evvel muhabbetini Allah’a verirse, onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever ve mahlukata taksim ettiği(dağıttığı) muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder. (azaltmaz bilakis arttırır)
İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen da kavi bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezp eder, helakete sebep olur. Şayet Allah’a vasıl olsa da, vusulü nakıs olur…”
Hem muhabbet ihtiyari değildir. Yani hepimizde sevme ihtiyacı var ve bir şeyleri seviyoruz. Fakat muhabbetin yönünü çevirmek ihtiyaridir. Yani bizim elimize verilmiştir. Mesela sevilen bir şeyin çirkinliği gösterilmekle ya da asıl muhabbete layık olana perde olduğu ve ya ayna olduğu gösterilmekle muhabbetin yüzü bir mahbubtan diğer mahbuba döner.
Kâinattaki her şeyin ve her bir şeyin hakikati Allah’ın esmasına dayanır. Hatta hayat sahibi bir canlıda sadece zahiren bakıldığında bile Allah’ın yirmi ismi okunabilir.
İşte bu kaidelere riayet ederek muhabetullahtan sonra masivaya da muhabbet edebiliriz. Yani yukarıdan aşağıya olmak üzere mana-yı harfiyle peygamberleri, evliyayı, lezzetli yiyecekleri, meyveleri, baharı, cenneti, gençliğimizi, hayatımızı vs. diğer mahlukatı sevebiliriz ve böyle sevmeye çalışmalıyız.
Fani şeyleri böyle muhabbetullah hesabına sevmek o fani şeyi bir cihete baki yapar. Çünkü kaynağı olan esmalar bakidirler. Hem de o nimetlerin içindeki Allah’ın iltifatının verdiği lezzeti hissetmek o nimetin kendi lezzetinden bin derece daha lezzetlidir, daha güzeldir. Bunu hissetmek o nimete olan hürmeti de arttırır, o nimeti daha çok korumaya sebep de olur. Evet, bir zaman büyük bir padişahın yanına iki aşiret reisi çıkar. Padişah onlara birer elma verir. Birisi huzurunda aldığı elmayı hemen yer. Çünkü padişahı değil nefsini severmiş. O elmanın fani lezzetine kanar. Padişah da bu hareketten nefret etmiş, adamı huzurundan kovmuş. Diğeri elmayı hemen yemez alıp başına koyar, elmanın içindeki padişahın iltifatını, sevmesini, rahmetini hisseder. Padişahı sever ve onu sevmesiyle elmayı daha çok sever. Padişah bu hareketi için onu en yüksek makamlara çıkarır.
Son başlık “Muhabbetullahın Delili: Sünnet-i Seniyye İttiba” kısmında, Risale-i Nurda(11. Lem’a) yapılan
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ ayet-i kerimesi ile ilgili geçen kısımlar anlatıldı. Allah’ı sevme iddiasında bulunan kişinin, onun sevdiği tarzı yapması gerektiği, bunun ise habibullah olan Resul-u Ekrem’e(a. s. m) tabi olmaktan yani sünnet-i seniyyeye ittiba etmekten geçtiği anlatıldı. 11. Lem’a’nın 10. Nüktesi’ne müracaat edilerek bu konunun daha güzel şekilde anlaşılabileceği söylendi.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.