Mustafa AKCA
“Allah’ın Sadık Kulu: Barla”… Bir dönemin serencamı
“Allah’ın Sadık Kulu: Barla”… Bir dönemin serencamı
Colin Turner, Said-i Nursî’yi “Kur’an’ı nasıl anlaşılması murad edilmişse ve 1400 küsur sene önce nasıl indirilmişse öylece kendi çağının insanlarına sunan; bunu da kendi çağının insanlarının anlayış seviyelerine uygun bir şekilde yapan, böylece Kur’an’ın 7. yüzyılda Mekke ve Medine halkından gizli kalmış yönlerini keşfeden kutlu kişilerden sayar. Son yirmibeş yılda (şimdi kırk seneye yaklaştı) “İslami uyanış”tan, “İslami devletler”den, “İslami kanunları getirmek”ten çokça söz edildiğini, hatta bu arada bir de “İslami ihtilal” gördüğümüzü belirtir. “Müslüman, İslam, İslami” kelimelerinin her tarafta, “Allah, İman” kelimelerinin ise nadiren işitildiğini söyler. Risale-i Nur’un, insanların iman ile ilgili olarak karşılaştıkları problemleri tutarlı bir şekilde ele alan, Kur’an’a dayalı ve şümullü bir irşad külliyatı olarak hâlihazırda yegâne oluşuna parmak basar. O’na göre Nursî bir “iman kahramanı”dır; eseri bir “Lâilahe illallah tefsiridir”…
1400 yıllık bir süreçte İslam tarihi, ekonomi kuramı, devlet felsefesi ve hukuku hakkında yazılmış binlerce eser arasında “Allah’ın mahiyet ve özelliklerine, O’nun nasıl bir ilah olduğuna, imanın esaslarına dair deliller sunan ancak dar kapsamlı bir kaç teliften başkasına rastlanılmaz. İşte Said-i Nursi 80 yılı aşan ömrünü böylesi nadir bahsedilen hususların telifine adamış seçkin / mümtaz bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar. O, bütün farkındalığıyla birlikte kendini çağdaşlarından ayırmak ister:
“Maateesüf, benimle şu zamanın kıt’asında iştirak eden cümlesi, eğer çendan (gerçi) (Hicri) onüçüncü asrın evlâdıdırlar; fakat fikir ve terakki cihetiyle kurun-u vustanın (Orta Çağ’ların) yadigârıdırlar. Güya muasırlarımız üçüncü asrın nihayetinden onüçüncü asra kadar geçmiş olan asırların fihristesi veyahut enmuzeci (örneği) veyahut melez bir kavimdirler. Hatta bu zamanın çok bedihiyyâtı (açık ve meydanda olan hususları) onlarca mevhumât (uydurma, varsayılan) sayılır.”
Esasında Said-i Nursi bu “yegânelik” veya “ender bulunurluk” halini hayat hikâyesiyle önümüze koyar. O, kendi tarifiyle “Mariz (sancılı, dertli, problemli) bir asırda, hasta bir unsur (millet) içinde, alîl bir uzvun ferdi” olarak dünyaya gelir. Osmanlı Devleti’nde klasik eğitim kurumlarının –yani medreselerin- yaygın olduğu bir şehirde, Bitlis’te doğar. İlk eğitimini annesinden alır. Harikulâde zekâsı ve emsalsiz hafıza kabiliyeti O’nun büyük işlere namzet olduğunun habercisidir. Bitlis’te yer alan birkaç medresede klasik medrese eğitimini aldıktan sonra Van’da coğrafya, matematik, jeoloji, fizik ve kimya gibi müspet ilimleri tahsil eder.
Nursi genç yaşlarından itibaren ülke meselelerine ciddi bir tavırla eğilir. Meşrutiyet, batılılaşma, eğitim, pozitif bilimler, edebiyat vs. konularda makaleler yayınlar; siyasi konuşmalar yapar. Çağının sivil toplum kuruluşlarında aktif görevler alır. Hürriyetine oldukça düşkün birisidir. “Ekmeksiz yaşarım hürriyetsiz yaşayamam” der. İstanbul’un sıkıyönetim zamanlarında ve işgal yıllarında doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen birisi olarak tanınır.
İlme olan vukufiyetiyle beraber vatanseverliği de dikkat çekicidir. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla Doğu’da Milis Alayları Komutanı olarak Ruslara ve onların kışkırttığı Ermenilere karşı savaşır. Milis teşkilatının kurulmasını Enver Paşa Vehib Paşa'ya söyler; Vehib Paşa da bunu Nursi’ye teklif eder.
Nursi’nin belki de en önemli projesi, konularında uzman kişilerden oluşan bir heyet tarafından müspet ilimlere dayanarak, çağın idrakine uygun yeni bir Kur’an Tefsiri yazılmasıdır. Bitlis savunması sırasında, cephede, savaşın en kızışmış zamanında at sırtında savaşırken örnek bir metin olması niyetiyle İşarat’ül İcaz adlı eserini telif eder.
1918 yılında Rus esir kampından kaçıp İstanbul’a gelir ve devrin tek İslami İlimler Akademisi olan Dar’ül-Hikmeti’l-İslamiyye’ye aza olur. 1920 yılında İstanbul’un İngilizler tarafından işgal edilmesi sırasında Hutuvat-ı Sitte adlı eserini yazar. Bunun üzerine İngilizler tarafından gıyabında ölüme mahkûm ettirilir. Zaferden sonra, 1922 yılında Ankara’ya bizzat Mustafa Kemal tarafından davet edilen Nursi, Mecliste bir hoşamedi töreniyle karşılanır; Mecliste milletvekillerine hitab eder. Namaz’ın ve imanın öneminden bahseder. Kendisine: “Biz, seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyân edesin. Sen geldin, namaza dâir şeyler söyledin, içimize ihtilâf verdin.” denildiğinde, “Îmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan hâindir! Hâinin hükmü merduttur.” karşılığını verir.
Bu olay zamanın siyasi iradesiyle arasını açar. 3 yıl sonra Şeyh Said isyanıyla hiç bir münasebetinin bulunmamasına rağmen Burdur’a sürgün edilir; Barla’da ikamet’e mecbur kılınır. Görünüşte çok sıkıntılı bir süreç anlamına gelen bu sürgün, şimdilerde 30 yabancı dile çevrilmiş olan Risale-i Nur Külliyatı’nın ortaya konulacağı bir zaman dilimini de kapsar. 1926 yılından vefatına, 1960 yılına kadarki hayatı çoğunluğu sürgünde ve mahkeme sürecinde kaldığı hapishanelerde geçer. Eskişehir Mahkemesi tarafından Devrim Kanunlarına muhalefet etmek gerekçesiyle “Tesettür Risalesi” münasebetiyle verilen 11 aylık hapis cezası dışında bütün davalardan beraat eder.
Cumhuriyet öncesi tam bir eylem adamı olan Nursi’nin Cumhuriyetle beraber tam bir sivil itaatsizlik tavrı sergilemesi, kendi diliyle “Müspet Hareket” olarak kavramlaştırılır. Bunca tartışmanın ortasında yer alan bir insan olarak Nursi, talebelerine silah ve kalkışma ile değil anlatmak ve örnek olmakla hizmet etmeyi tavsiye eder. Kendi yaşadığı sürede olsun, kendisinden sonra olsun Risale-i Nur namına ne bir kurşun atılır, ne de bir isyan hareketi vuku bulur. Onun müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya Cezayir sokaklarında karşılığını bulan cinsten bir inkılâp değildir. İnkılâp, zihinlerde, kalplerde, ruhlarda ve nefislerde yapılmalıdır.
Geçen zaman içinde yazılı ve görsel medyada Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a olan ilgi artarak devam eder. Yasak ve sürgünlerin bir numaralı “insan”ı, Devlet Televizyonlarında bile belgeselleri yayınlanan bir şahıs durumuna gelir. Gerçekten de O “kendine has” hikâyesiyle bunu hak eden nadir insanlardan birisidir.
“Allah’ın Sadık Kulu: Barla”; Cumhuriyetle başlamış bir dönemin ilk günlerini ele almaktadır. Bu dönem, aynı zamanda büyük bir yolun başlangıcını ifade ediyor. Hür Adam’dan sonra Allah’ın Sadık Kulu: Barla sinema filmleri iman ve aksiyon adamı Bediüzzaman’ı ve onun hizmetini özelde sinema, genelde sanatın bütün dalları ile farklı dillerle, derinlikli ve hamasetten uzak bir şekilde bütün dünyaya anlatma zamanının geldiğini gösteriyor.
Bediüzzaman’ın vefatından (1960) bu yıla değin yarım asırlık zaman geçti. Türkiye ve dünya büyük değişimler geçirdi. 20 milyonluk nüfustan 80 milyonluk bir ülkeye ulaştık. İnsanlar pek çok şey hakkında artık daha fazla bilgililer; fakat hâlâ konuşulamayan bir tarih dilimi var ki, günyüzüne çıktıkça Türkiye’yi kökünden değiştirecek gerçekleri içeriyor.
Allah’ın Sadık Kulu: Barla, biyografik bir dönem filmi olarak seyircisinin karşısında. Animasyon olması ilgiyi daha farklı boyutlara taşıyor. Üstü örtülmeye çabalanmış bir zaman dilimini ve unutturulmaya çalışılan bir şahsiyeti önümüze koyuyor. Yönetmeninden senaristine, teknik elemanlarından hasbi dualarını eksik etmeyen gönüllülerine değin yürekli insanların anlatmak istediği bir şey var. İzlemenin ve gayrete gelmenin vaktidir.
Bediüzzaman gibi sevenlerinin ve muarızlarının çok olduğu şahsiyetleri anlatmak hiç de kolay değil. Filmi izledikten sonra bende oluşan kanaat devasa bir gayret ve samimiyetin olduğunu, ciddi bir emeğin harcandığını ve her minvalden bir aksisedanın beklendiği şeklindeydi. Bir serencamın yeni bir safhasının ilk pırıltıları ortaya çıkıyor. Gözümüzü kamaştıracak ışıklar için daha fazla gayret gerekiyor.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.