Mustafa ORAL
Sultan Abdülhamid ve Bediüzzaman (1)
Tarihe yön veren kişiler meselelere etnik değil, etik yaklaşabilen kişilerdir. Meselelerin etik/ahlaki boyutunu işlemeye koyulanlar kendilerini bir coğrafya, millet, ülke, imparatorluk, medeniyet gibi genel geçer kıstaslarla sınırlamadıkları gibi, belli bir zamanla da sınırlamazlar. Onlar bütün insanlık birikimini yedeklerine alarak meseleleri analiz ederler, çözüm yolları sunarlar.
Son iki yüzyıl İslam ümmeti açısından büyük ihtilallerin, inkılapların, bunalımların, değişimlerin, dönüşümlerin yaşandığı bir zaman dilimini ifade eder. Bu dönem coğrafya, millet, ülke, devlet, imparatorluk, medeniyet ve din merkezli bir dizi tartışma ve çözüm önerisine sahne oldu. Bunun Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti ayağının daha sorunlu ve sıkıntılı bir süreç geçirdiği şüphe götürmez bir gerçektir. Osmanlı İmparatorluğu bir tarafıyla monarşik, bir tarafıyla teokratik bir idari yapı arz eder. Muhafazakar olarak bilinen kesimde o günlerden gelen ve etkileri günümüze kadar gelen iki tartışma konusu vardır. Bu iki tartışma iki önemli şahsiyet üzerinden sürmektedir: Sultan Abdülhamid ve Bediüzzaman.
Bu tartışmalarda Abdülhamid ve Bediüzzaman’ın kilit kişiler olarak ortaya çıkmalarının nedeni Sultan Abdülhamid’in dinin bekasını devletin bekasında gören anlayışı ile Bediüzzaman’ın dini devletin önüne koyan yaklaşımıdır. Birisi veli, birisi asfiya olan bu iki şahsiyetin din-devlet tartışmasında birbirinden bu kadar ayrı düşünmelerini anlamak aslında zor değildir. Gerek Müslümanlık öncesi Türk tarihi, gerekse de Müslümanlık sonrası Türk tarihi, hatta Türkiye’de seksen sonrası artan muhafazakarlaşma hareketleri bile bu farklılığı açıklamaya yeter. Türkiye son dönemde artan muhafazakarlaşma ile birlikte ortaya çıkan dine ve devlete yönelik vurgu ve taleplerin son günlerde bu iki şahıs üzerinden yorum ve değerlendirmeye tabi tutulması bu anlamda ilginçtir.
Bir tarihi vakayı değerlendirirken o devre mührünü vurmuş kişilerin bu durum hakkındaki yorumları önemlidir. Her ne kadar Ali Suavi’den Hoca Tahsin’e, Namık Kemal’den Afgani’ye kadar bir dizi alim ve aydın Abdülhamid olayını değerlendirirken bize ip ucu veriyorsa da, bize referans teşkil edebilecek o devre mührünü vurmuş en önemli şahsiyetler Mehmet Akif ve Bediüzzaman’dır. İslami düşüncenin oluşumunda uzun vadede etkisi olan bu iki şahıs Abdülhamid rejiminin en katı uygulandığı İstanbul’da yaşamışlardır. Bundan dolayı onların bu konudaki düşünceleri bizler için de belirleyicidir.
Abdülhamid idaresi gerekçesi ne olursa olsun 33 yıllık bir istibdad dönemidir. Bu dönemde yaşamış bir insan olarak Bediüzzaman Münazarat Risalesini istibdat-meşrutiyet ikilemi üzerine kurar. Divan-ı Harb-i Örfi Risalesinde Abdülhamid ve rejimini sorgular.
“İÇTİMAİ KUSUR”LARI OLAN “ŞEFKATLİ SULTAN”, “VELİ PADİŞAH” ABDÜLHAMİD
Bediüzzzaman’ın Abdülhamid hakkındaki “şefkatli sultan”, “veli padişah” ve “içtimai kusur” şeklindeki üç tespiti onu değerlendirmede en önemli verilerdir. İlk ikisi nispeten sahsına bakar ki bu konuda Bediüzzaman takdirkar bir üslubu tercih eder. Fakat devlet idaresinde uyguladığı istibdad ile ilişkilendirdiği “içtimai kusur” noktasında son derece pervasız eleştiriler getirir.
Bediüzzzaman Abdülhamid’in şahsi faziletini takdir, içtimai kusurunu tenkit etse de bu konuda ifrât ve tefritten kaçınır. Bu denge anlayışına onun “idaresi” hakkında daha fazla dikkat eder. Kendi ifâdesiyle, “Hükümete hücum edenler, bazıları “Haydo! Haydo!” derlerdi. Bazıları “Haydar Ağa! Haydar Ağa!” derlerdi. Ben “Haydar!” derdim. Şimdi de “Haydar” diyorum” diyerek bu meselede ne teslimiyetçi, ne de isyankar bir tavır takınır.
Nursi Abdülhamid yönetimini alaşağı etmek isteyenlere katılmadığı gibi, Abdülhamid’in her yaptığında bir hikmet arayan anlayışı da benimsemez. Merhum Abdülhamid’e “velî” nazarıyla bakıp, onun şeâir-i İslâmiye hususundaki duyarlılığını takdir eder, fakat yönetim hatâlarını tasvip etmez.
DİN VE DEVLET ALGISI
Bediüzzzaman ile Abdülhamid ilişkisinin kırılma noktasını dinin devletle olan ilişki şekli oluşturur.
Abdülhamid devleti dinin önüne koyar. Dinin bekasını devletin bekasında görür. Dindardır, ama aynı zamanda devletçidir. Devlet idaresinde adalet-i izafiyi tercih eder. Bu yönüyle Muaviye siyasetine yakın bir yerde durur. Muaviye gibi Abdülhamid de devletçi ve siyasetçidir. Ona göre İslam açısından asıl önemli olan saltanat ve siyasettir, adalet ve ibadet ikinci plandadır.
Bediüzzaman dini devletin önüne koyar. Dinin bekasını devletin bekasında görmez. “İslamiyet güneş gibidir üflemekle sönmez, gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz” diyerek İslamın bir devletin veya her hangi bir kişi veya kuruluşun varlığına muhtaç olmadığını belirtir.
Dindardır, ama devletçi değildir. Seküler-devletçi düşüncenin yanında yer almadığı gibi, muhafazakar-devletçi düşüncenin yanında da yer almaz.
Hayatın her alanında adalet-i mahzayı önemser. Bu yönüyle Hz. Ali anlayışını temsil eder. Hz. Ali gibi idareci ve adaletçidir, devletçi ve siyasetçi değildir. Ona göre İslam açısından önemli olan saltanat ve siyaset değil, adalet ve ibadettir. Devleti önceleyen bir imani ve İslami tavrı asla kabul etmez.
ÖZGÜRLÜKÇÜ SİYASAL VE SOSYAL ZEMİN
Nursi Özgürlükçü siyasal ve sosyal zemini önemser. “Şeriatı istibdada müsait zanneden” zihniyetle mücadele eder. Abdülhamid’in “veli/dindar şahsiyeti” bazı zihinlerde siyaseti ve idareciliği ile birleştirildiği için, İslamın istibdada müsait bir din gibi algılanma riskine dikkat çeker. “Otuz sene halife olan zat, menfi siyaset namına istifade edildi zannıyla, şeriata gelen zararı gördünüz” diyerek İslamın istibdada müsait olduğunu zannedip, Abdülhamid idaresi yönünde reyini kullanan müminleri uyarır.
Dindarlığı cihetiyle “veli” bildiği bir kişiye devletçiliği dolayısıyla ittiba etmediği gibi, itiraz da eder. Hürriyeti imanın hassası olarak görür. Rabb’imizin mucizeleri bile aklın ihtiyarını elinden alacak bir surette göstermediği bir imtihan dünyasında istibdat vasıtasıyla akla adavet etmeyi kabul etmez. Bunun için padişahı değişik vesilelerle ve vasıtalarla uyarır.
Medresetü’z Zehra projesini dünyevi bir saadetin bir vesilesi olacağı umuduyla Dersaadete sunduğunda, teklifi kabul görmediği gibi akıbeti de akıl hastanesi olur. İla nihaye vardığı yer hapishanedir. Fakat daha sonraları Abdülhamid tarafından yapılan maaş teklifi de gösterir ki, hapse girmenin nedeni Bediüzzaman’ın eğitim projesi değil, Abdülhamid’in istibdat yönündeki uygulamalarının bir sonucudur. Bunda padişaha matbuat lisanı ile yaptığı uyarıların etkisi olduğu şüphe götürmez bir gerçektir.
BEDİÜZZAMAN’LA ABDÜLHAMİD İLİŞKİSİNİN KESİŞME NOKTASI: İSTİBDAD
Bediüzzaman’la Abdülhamid ilişkisinin kesişme noktası Abdülhamid’in şahsı değil, uyguladığı istibdaddır. Bediüzzaman Abdülhamid’den sonra da istibdadla mücadele etmeye devam eder. Abdülhamid sultasına karşı muhalefetinin bedeli tımarhane ve hapishane olduğu gibi, İttihat ve Terakki sultasına karşı muhalefetinin bedeli divan-ı harbde idamla yargılanmak, nihayet yeni Türk devletinin uygulamalarına karşı muhalefetinin bedeli 28 yıl hapis ve sürgündür.
Bediüzzaman’a göre müminin her hareketi mümine yakışır olmayacağı gibi, kafirin de her hareketi kafirce olmaz. Bunun gibi bir kişinin veli olması istibdad uygulamayacağı anlamına gelmediği gibi, kişinin istibdat uygulaması da onun veli bir kişi olmasına engel teşkil etmez. Fakat İslam’a göre her ne olursa olsun hiçbir çevre ve şartta kişi veli bile olsa istibdada kalkışamaz.
Bu gün Abdülhamid’e sahip çıkanların, Cumhuriyet rejiminin Hanedan-ı Osmaniye ve halifeliğe yönelik olumsuz tavrından dolayı rakip-alternatif psikolojisiyle bunu yaptıklarını kestirmek zor değil. Bu durumun Cumhuriyet rejiminin yaşadığı derin krizlere gönderme yapmak ve bir alternatif sunmak gibi bir gayreti içerdiği açıktır.
Şu bir gerçek ki gerek Abdülhamid’e muhalif olarak Cumhuriyet rejimine sahip çıkanların, gerekse de Cumhuriyet rejiminin uygulamalarına karşı çıkarak Abdülhamid’e sahip çıkanların dayanak noktası “Türk usulü devletçilikten” başka bir şey değildir. Zira gerek Abdülhamid, gerekse de Cumhuriyet rejiminin bazı dönemleri aynı şeye dayanır:İstibdad. İkisinde de düzenin devamını sağlama güdüsü vardır. Bununla beraber faklılıklar da yok değildir. İlki din/ümmet devleti, ikincisi seküler/milli devlet namına istibdadı kullanmışlardır. İlkinin istibdadı uygulama derecesi ikincisinin çok altında olsa bile netice de bu dönemler insan iradesinin iptal edildiği bir zaman dilimini ifade eder.
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.