Himmet UÇ
Ayet’ül Kübra üzerine küçük düşünceler
Bediüzzaman bu eserine büyük delil anlamına gelen bir isim koymuş. Dün akşam yemekten sonra balkonda Ayet’ül Kübra’yı okumaya karar verdim. Küçük balkonda ileri geri yürüyerek ilk yirmi yedi sahifeyi okudum, on dördüncü bölüme kadar. Sonra zihnim yorulmuş ki bıraktım, bu sefer sabah yine namazdan sonra balkonda geri kalan kısmı ikinci yirmi sahifeyi, ondokuz bölümlük veya duraklık kısmı okudum.
Birgün Kırkıncı Hoca ve rahmetli Demirci Hoca ile birlikte Erzurum’un bir kebapçısında kebap yiyorduk. Elimde bir kitap vardı, onu bitirmek üzereydim ama süre bir günü aşmamıştı. Kırkıncı Hoca dedi ki “yani bir gün mü geçti.” Evet dedim. “Kitaplar da yemekler gibidir. Hocam onları hemen bitirmezsek soğuyunca tadı kalmıyor” dedim.
Bediüzzaman bezginlik anlarında Ayet’ül Kübra’yı okur bitirirmiş. Bunu bildiğim için uçmayı beceremeyen bir küçük kuş yavrusu gibi ben de hem Ayet’ül Kübra üzerinde en az 30 yazı yazmak maksadıyla zaman zaman kısa sürede okuyordum. Kuşluktan sonra geri kalan ikinci kısmı okudum. Bir gün dolmadan eseri bitirdim, neler hissettim? Tevhid vadisinde yazılması imkansız bir eser. Bediüzzaman onun için “Lailahe illallah Ayet’ül Kübra demektir” diyor. Yani anamın çok tekrardan bazen dilinin dönmeden yorulduğunu söylediği bu “Ben ve benden önce gelen peygamberlerin karşılaştığı en önemli söz Lailahe İllallah’tır” diyen Fahri Kainat Efendimiz (asm), Kainatın Efendisi‘nin ifade ettiği bu sözü Bediüzzaman koca 33 duraklı bir tevhid seyahatinde anlatır.
Bu eser için tanıtma günleri yapsak. Ama onu gerçekten tanıtacak bilgi ile dolu insanlar olmalı. Çünkü sanat ve üslub ve ifade sanatı bilmeyen bir kişi bu eserden çok etkilenmez. Risale-i Nur keşfedilmemiş. Ne duruyorsun, etsene. “Bediüzzaman büyük adam, azametli adam.” Böyle ayağı yere değmeyen sözlerden gına geldi. Bir mugayyebat gibi onu görmek bana haz vermiyor, ayağımı kıyısına basmadığım deniz veya okyanusta. Bana ne orda bir okyanus var. Gitmedim gelmedim, ayağım değmedi, yüzüm ıslanmadı. E ne duruyorsun git gir. Yok yok onlara girmek için çok hazırlıklı olmak gerek, istemek gerek.
Sağolsun hocam Orhan Okay bana sanatı o öğretti. Felsefeyi, estetiği ondan öğrendim. Birgün İsmail Tunalı’nın Marksist Estetiğini tavsiye etti. “Oku gel birlikte münakaşa edelim” dedi. İtiraz etmedim çünkü ona teslim olmuştum. Okudum, iyi ki okumuşum. Bediüzzaman ile onun olaylar ve nesneler ve güzellikler karşısındaki tutumunu karşılaştırmak benim için ilahi bir fırsattı. Sonra bana Alfred Weber’in Felsefe Tarihini okumamı söyledi, onu İstanbul’da aradım. Remzi kitabevine sordum. “Kitabı dili ağır diye basmadık” dediler. Vehbi Eralp kitabı tercüme etmiş. Sonra nasılsa bir fotokopisini buldum okudum. Karıştırmayalım iki tane Weber var. Bu ikinci Weber değil yani sosyolog olan. Kitabı okudum yazar muvahhid bir yazar yani Allah’a inanan bir Hıristiyan. Hocamın iyi tesbit ettiği bir yazar. Orhan Bey’e de felsefe ve estetiği Mehmet Kaplan tavsiye etmiş. Çok kişiye tavsiye etmiş ama Mehmet Kaplan’ın etrafında felsefe ve estetikle uğraşan görmedim. İlahiyatlardan felsefe ve estetiği çıkarırsanız, edebiyat bölümlerinde zaten yok, kuru bir vadiye doğru gideriz. Peynir, ekmek, çay dindarlığı… Sabah-akşam-yatsıda ye, doyarsan ne ala.
Estetik okuyunca Bediüzzaman’ın ne kadar büyük bir estetikçi olduğunu gördüm, hele Ayet-i Hasbiyenin son kısmında altıncısında güzeli tasnif ettiği yerde yirmiyi aşkın güzel tasnif eder. Halbuki estetik tarihinde güzel kategorilerinde birkaç güzel çeşidi vardır. Ayet-i Hasbiyedeki güzel sınıflandırmaları, ikinci şuadaki sınıflandırmalar… Daha neler neler. Bir Bediüzzaman fakültesi açılmalı, ah elimde imkan olsa ne kadar harika olur. Kurumuş Türk fikir hayatına can gelirdi. Olsun ben hissedeyim yapmayı, düşüneyim, varsın ne olursa olsun. Bunu kendisi ile uygulamaya koyacağım bir Allah’ın kulu yok ki.
A.Hamit, Beyrut’taki mezara bakarak Makber’i yazar. Bir cümle kullanır. Eşi mezarda, kendi yanında, üstünde gökyüzü, çaresiz biraz da, bağı zayıf bir cümle kullanır.
“Şanın bu cihanda layıkın bu…” Şimdi ben de diyorum “şanın bu cihanda layıkın bu.“ Zulümle dava o kadar birbirine karışmış ki zulmedenin ayakta kaldığı bir dava, ne olur ki? Zulmetmesini bilmeyen ayakta kalamıyorsa bunun adını bir başka şekilde yorumlamalı. Napolyon doktoruna söylemiş “şimdiye kadar ne kadar adam öldürdün?” O da “hiç efendim, sizinkinin yarısı kadar” demiş. Napolyon’a “Moskova seferinde yaralı olan yüz bin kişi için ne yapalım” demişler. “Hepsini öldürün. Yüzbin yaralıyı Paris’e ancak yüzbin sağ adamla taşırız” demiş. Haklı mı bilemem bu yüzden Paris’e varınca bütün kadınlar ellerinde tencerelerle onu protesto ederler. Elbe adasına sürgün edilir ama orda da rahat durmaz… Ne ise...
Adamları dirilterek zaferlere giden adam Bediüzzaman, tarihin en despot idarecileri ile hançer barı oynamış. “Ne onlar ondan kötü bir muamele görmüş…” cümlenin gerisi gelmez, ama çok zulüm görmüş. Ölmediğine hayret etmişler. Zehirlendiğinde bir talebesi “Seyda ölmeyeceğini biliyordun.” Evet ama ölümle burun buruna geliyordum. “Ancak ben beni zehirleyenleri zehirliyordum, çünkü onlar ben ölmeyince benden yüz kat fazla daha ölüyorlardı. Tarihin büyük savaşlarını yaşamış bir cihangir. Yunanlı ve Rus bizim iki ezeli düşmanımız biri tepeden biri yandan vurmuş. Şimdi Yunanlı Nur talebeleri var, hem de Rus Nur talebeleri var. Hep birbirimize silah çektiğimiz Ruslar şimdi Türkçe öğrenip vakıflık yapıp Rusya da nur talebesi oluyor. Yavuz Sultan Selim kalksa, “öldürmeden zafer buna derler” diye söylenir kendisine.
Ayet’ül Kübra’da Bediüzzaman daha sanatlı bir anlatım tarzı kullanmış. Haşir, Barla yıllarında yazılmış. Ayet’ül Kübra’nın tekniği ona göre daha ayıklanmış bir teknik, o yıllar sonra Kastamonu’da yazılmış. O büyük zulme uğradığı karakoldaki merdiven altında altı ay yatırıldığı yerde. Ne kadar zulüm o kadar büyük eser. Orada iki şahıs var. Bir de zaman zaman karakter rolünde görünen ve bazen da anlatıcı olarak onlardan ayrılan üç kişi var. Ayet’ül Kübra’da bir kişi var. O da “Kainattan Halıkını soran bir seyyah.” Ama seyyahı duraklarda dolaştıran ona bakmasını görmesini yorumlamasını öğreten yine ‘Anlatıcı Bediüzzaman’dır. Bir karakter anlatıcıdır, bazan bir rol dağıtan anlatıcı bazan da rol üstlenen bir anlatıcı. Burada şahıs adedi ikiye inmiş hatta bire. Bu kadar az şahısla bu kadar çok şey ifade etmek işte deha burada yatıyor. Kur’an mucizedir, Risale-i Nur da asrın anlatım sanatı formlarına karşı ilahi bir mukabeledir. Sadece anlatılan değil anlatım teknik ve taktikleri ile bir büyük eserdir Ayet’ül Kübra. Bediüzzaman ona “emsalsiz eser” diyorsa bu tek yönlü değil çok yönlü bir ifadedir. Çok yönden emsalsizdir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.