Ediz SÖZÜER
Bambaşka Bir Sözdür O! (Vahyin Hakikatinin İspatı)
Eğitim Programı Ön Bilgilendirmesi: Bir müddet ara verdiğimiz Eğitim Programımızın derslerine 3 Ekim 2015 16. 45 Ct. günü inşallah tekrar başlayacağız. Programımızın özel bir misafiri var. Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi SAİD ÖZDEMİR de inşallah programımıza katılacak. Misafiri gibi kendisi de özel olan bu programda görsel bir şölen ve muhteşem bir yolculuk sizi bekliyor. Bu programımızda insan ve kâinatın yaratılışının gizli kalmış sırrını, harika bir misalin yardımıyla keşfediyoruz, sizi bambaşka bir zihinsel yolculuğa davet ediyoruz ve birlikte çıkacağımız bu hayalî yolculukta daha önce hiç gitmediğiniz yerlere gideceğinizin sözünü veriyoruz. Mutlaka izlemeniz gerektiğini düşündüğümüz 1 dk. lık muhteşem fragman videomuzun adresi: https://youtu.be/p9YSdC6Nf4A (Tam ekran ve HD izleyin) Keşif Yolculukları ismini verdiğimiz ve Yazarlar Birliği Sümer-1 Sok. No: 11/9 Kat:4 Kızılay/ANKARA’da sunulacak ve ayda bir kez yapılacak, izahlı ve görsel sunumlu Risale-i Nur Eğitim Programımızın güncel ders konularını ve tarih/yer bilgilerini https://www. facebook.com/pages/Ediz-Sözüer-resmi-sayfa/1428147924084559?ref=hl adresinden takip edebilirsiniz. Hem bizi (haddimizin fevkinde olarak üstlendiğimiz) bu önemli iman hizmetinde yalnız bırakmamak ve manen destek vermek için; hem de imanî ilimlerin tahsilinde ciddî bir altyapı kazanmak, Risale-i Nur’u farklı mana açılımlarıyla anlamak ve taze bir heyecanla, alışkanlık ve sıradanlık perdesini kaldırıp atmak için derslerimize katılmanızı arzu ediyoruz.
Yazımızda, Risale-i Nur’un “7. Şua - Ayet-ül Kübra Risalesi”nin 17. Mertebe’si üzerinde geliştirilmiş bir izah çalışması olan ve Kur’ân’ın; ruhları, akılları ve kalpleri fetheden ve dünyayı manen istila eden büyük davasını nasıl ortaya koyduğunu, insanlık âlemi içinde ortaya çıktığı andan itibaren, bütün hayallerin ötesinde ne mertebede büyük bir manevî inkılap gerçekleştirdiğini ve insan sözü olmadığının mantıkî çıkarım ve delillerinin en çarpıcılarını göreceğiniz bir eseri takdim edeceğiz sizlere: “Bambaşka Bir Sözdür O!”
“Risale-i Nur İzah Metinleri Küçük Kitaplar Serisi”nin bir devamı olan kitabımızı, gerek Risale-i Nur’a gönül vermiş düzenli okuyucularına, gerek Risale-i Nur’u okumaya yeni başlayacaklara tavsiye ve takdim ediyoruz. Kitap içeriğinde eser metni, izah metni ve kavram açıklamaları bir arada sunulmuştur. Bu çalışma, “Olağanüstü Bir Hazinenin Keşif Yolculuğu: Risale-i Nur İzah Metinleri” isimli kitap çalışmamızın bir parçasıdır ve kitabın “İman Hazinesinin Varlığını Delillerle İspatlamak” isimli ikinci bölümündeki altı adet “hakikatin”, Üçüncü Hakikatidir.
Ücretsiz E-Kitap olarak okumak ve Pdf ve Word formatında indirmek için gerekli bilgiler ise şöyle:
Google Books: https://books.google.com.tr/books/about?id=vxNNCgAAQBAJ&redir_esc=y
(Tamamı önizlenebilir ve pdf olarak indirilebilir)
Google Play: https://play.google.com/store/books/details?id=vxNNCgAAQBAJ
Kitabımız ücretsizdir, “Ücretsiz Örnek” bölümünden tamamı okunabilir. Google Play'de "0 (sıfır)" liraya satın almak için kredi kartı bilgilerinizi kaydettirmeniz, tamamen teknik bir gerekliliktir. Ayrıca kitabımızı Pdf veya Word formatında indirerek E-Kitap olarak okumak veya çıktısını alarak ciltlettirerek okumak isteyenler için adres: https://yadi.sk/d/cs2sRKj_czB2J (buradaki “Metin Kitaplar” bölümünden kitabımızı indirebilirsiniz. )
Yazımıza aldığımız kısım ise kitabın “Eşi Görülmemiş Bir Meydan Okuma” başlıklı bölümünden çarpıcı bir bölüm. Tamamını ve devamını kitabımızdan okuyabilirsiniz.
Eşi Görülmemiş Bir Meydan Okuma
Hayal etmeye çalışın: Milattan sonra altıyüzlü yılların başı.. Arap yarımadası.. Okuma yazma bilenlerin sayısının çok az olduğu bir yer.. Tam da bu nedenle tarihî olaylara ait birikimin ve gelecek nesillere aktarılacak övünç vasıtası olan hadiselerin ve güzel ahlaka yardım eden atasözlerinin sözlü olarak korunmasında şiirin çok önemli olduğu ve zirveye çıktığı bir zaman.. Bir sözleriyle savaşların başlatılıp bitirildiği ve bir kabilenin en mühim iftihar kaynağı olan şairlerin el üstünde tutulduğu ve millî bir kahraman gibi görüldüğü bir mekân.. İslamiyetten sonra dünyanın dört bir yanına yayılan İslam devletini idare edecek kadar zeki olan, şiir ve hitabette ise en yüksek derecede bulunan bir millet..
İşte böyle bir zamana, şiir yarışmalarının yapıldığı panayırların en önemlisi ve her türden insanın şiir dinlemeye koştuğu Ukaz Panayırı’na gidiyoruz..
Bu panayırda yarışan şiirlerin içinde dereceye giren ve keten bez üstünde altın yaldızla yazılıp Kâbe duvarına asılan yedi şiir gözümüze çarpıyor: Muallakat-ı Seb’a..
Böyle bir dönemde biri çıkıyor.. Şair olmayan, okuma yazması olmayan biri.. Peygamber olduğunu ve Allah’tan kendisine vahiy geldiğini söylüyor.. En büyük mucizesinin ve peygamberlik delilinin kendine bildirilen bu ilahî sözler olduğunu dava ediyor..
Şimdi bir kız evlad düşünün.. “Arapların en büyük şairi” diye övülen babası Lebid’in en üst sırada asılı olan şiirini, Kur’ân ayetlerini duyduktan sonra: “Ayetlere karşı bunların kıymeti kalmadı” diyerek Kâbe’nin duvarından indirmesini.. En meşhur kasidenin kaldırıldığı görülünce, diğer Muallakat şiirlerinin de birer birer indirilmesini.. Hatta belagat ustası olan Lebid’in de o sırada Müslüman olmadığı halde Kur’an’ın belagatına hayranlığını gizlememesini ve ayetlerdeki ifadelerin belagatı en güzel şekilde gösterdiğini ifade etmesini.. Daha sonradan Kur’an-ı Kerim’in ancak bir Peygamberin lisanından duyulabileceğini söyleyerek ve ilahî vahyi tasdik ederek Müslüman olmasını gözünüzün önüne getirin..
Bir de Hazret-i Ömer’in halifelik yıllarına gidip Lebid bin Rebia’ya bir haberci gönderdiğini ve neden şiir yazmadığını sorduğunu hayal edin ve gelen cevabı dinleyin: “Şu anda önümde Bakara Suresi var. Yazdıklarımın paçavra kadar değeri olmadığı aşikâr. Halifemize ‘Lebid oyuncakları bırakmış’ deyin, o anlar. ” Sadece onun değil, kardeşinin ölümü üzerine yazdığı ağıtla Arapları gözyaşına boğan hanım şair Hansa’nın da duyduğu ilk ayet karşısında tutulup kaldığını ve hemen o gün, o saat şiiri bıraktığını ve müsvettelerini yırtıp attığını öğrendiğinizde ortaya nasıl bir tablo çıkıyor? İnsafla hükmedecek vicdanınızı dinleyin.
Peki ya kendisini kabul etmeyen herkesi mücadele meydanına davet eden Kur’ân’ın: “Bir tek küçük surenin bile olsa ya benzerini getiriniz, ya da canlarınız, mallarınız ve şerefiniz hem dünyada hem âhirette tehlikededir ve ayaklar altında kalacaktır!” şeklindeki meydan okumasına karşılık kimsenin ciddî anlamda karşılık vermeye cesaret edememesi hakkında ne düşünmemiz gereklidir? Risale-i Nur’da 25. Söz’de 1. Şule’nin 1. Şua’sında ve 19. Mektub’un 18. İşaretinde tafsilatlı olarak anlatıldığı gibi, biz de bu meselenin detaylı tahlilini yapalım.
Sözle mücadele ederek galip gelmek yolunu terk ederek savaşı tercih edenlerin, birinci kapının kapalı olduğunu kesin olarak görmüş olduklarından bu mecburî yola girmiş bulunduklarına hükmetmek, en akılcı çıkarım olarak karşımızda duruyor. Bunun detaylarına girmeden önce şu tabloyu da lütfen gözümüzde canlandırmaya çalışalım: Nasıl ki Hz. İsa zamanında tıp ilmi revaçta olduğundan, mucizelerinin çoğu bu alanda geldi. (Hastalara şifa vermek, ölüleri diriltmek gibi) Hz. Musa’nın zamanında da sihir yapmak popüler bir nesne olduğundan, o dönemdeki mucizeler bu noktadan geldi.
Hz. Muhammed (A.S.M.) zamanında da dört şey çok gündemdeydi ve insanlar en fazla bu konulardan etkileniyorlardı, merakları bu yöne çevrilmişti:
1-Etkileyici, akıcı ve mükemmel söz söyleme sanatı, yani belagat.
2-Şiir ve hitabet.
3-Kâhinlik ve bilinmeyen şeylerden, gaybdan haber vermek.
4-Geçmişe dair tarihî olayları ve kâinatla ilgili olayları bilmek.
İşte Kur’ân, davasını herkese ilan ederken, tam da indirildiği dönemin bu popüler nesneleri noktasından yaklaşarak, özellikle bu dört maddede hâkimiyeti olan ve sözü geçenlere çok cüretkâr bir şekilde meydan okudu ve dedi ki: “Eğer kulumuz Muhammed’e (A.S.M.) indirdiğimiz Kur’ân’dan bir şüpheniz varsa, haydi, onun benzeri bir sûre getirin. ”
Birinci ve ikinci tabaka muhataplarına nasıl galip geldiğini ve onları hayrete sevk ettiğinden bahsetmiştik. Üçüncü tabaka olan kâhin ve sihirbazları da şöyle susturdu: Gaybî haberleri aldıkları cinlerin böyle haberler verebilmesi (Allah’ın emri ile Kur’ân’da bildirildiği üzere) melekler tarafından kesin olarak engellendi. O tarihten sonra kâhinlik işleriyle ilgilenenler bu haberin gerçekliğine bizzat şahit oldular. Kur’ân, dördüncü tabaka ile ilgili olarak da geçmiş milletlere ait gerçek tarihî bilgileri vererek, tartışmalı ve ihtilaflı olan noktaları da düzelterek doğrusunu bildirdi ve kâinat hakikatlerine dair en parlak, en manalı hikmet derslerini insanlara talim etti. Dünyayı manen aydınlattı. (Bunun küçük bir numunesini daha ilerideki satırlarda “Göklerde ve yerde ne varsa Allah’ı tesbih eder” ayetinin ifade ettiği mananın izahında göreceksiniz. –Yazımıza alamadığımız bu kısmı okumak için kitabımızı okumanız gerekecek. -
Kur’ân tüm bu muazzam işleri şaşırtıcı bir ustalıkla gerçekleştirirken bu dört tabaka insan ne yapıyordu sizce? Hayret ve şaşkınlıkla ve büyük bir hürmetle Kur’ân’ı dinlemekle meşguldüler. Onlardan hiçbirinin, hiçbir zaman mücadele meydanına atılıp Kur’ân’ın benzerini yapmak iddiasıyla bir rekabeti ve ona karşı durma teşebbüsü, söz konusu bile olmadı. Çünkü böyle bir şey imkân dâhilinde değildi. Tam da bu noktada denilebilir ki: “Bunun böyle olduğunu nereden bileceğiz? Hem kimse kendine güvenemedi mi ve meydana çıkamadı mı?”
Biz de bu durumda şu mantık silsilesini sizlere takdim ederiz: Eğer Kur’ân’a karşı durmak ve onun bir benzerini meydana getirmek mümkün bir şey olsaydı, elbette teşebbüs edilecekti. Çünkü bunun için şiddetli bir ihtiyaç ve kuvvetli bir sebep vardı.
Öncelikle Kur’ân muhataplarının hem gururlarını kırdı ve onların akıllarını küçük gördü. Diğer taraftan iman etmezlerse veya Kur’ân’ın küçük bir suresine dahi karşılık veremezlerse, hem âhirette cehennem azabına hazır olmaları gerektiğini söyleyerek tehdit etti, hem bu dünyada dahi canlarının ve mallarının tehlikede olduğunu haber verdi. Kur’ân’ın daveti çok açık ve cüretkârdı:
“Ya bu Kur’ân’ın bir benzerini getiriniz veya savaşa hazır olunuz!”
Risale-i Nur’un Mektubât’ından şu çarpıcı metni aynen buraya almak istiyoruz: “Kur'an-ı Hakîm, yirmiüç sene mütemadiyen damarlara dokunduracak ve inadı tahrik edecek bir tarzda meydan okudu. Ve der idi ki: Şu Kur'anın, Muhammed-ül Emin gibi bir ümmiden nazirini yapınız ve gösteriniz. Haydi bunu yapamıyorsunuz; o zât ümmi olmasın, gayet âlim ve kâtib olsun. Haydi bunu da getiremiyorsunuz; bir tek zât olmasın, bütün âlimleriniz, beligleriniz toplansın, birbirine yardım etsin.. hattâ güvendiğiniz âliheleriniz size yardım etsin. Haydi bununla da yapamayacaksınız; eskiden yazılmış belig eserlerden de istifade edip, hattâ gelecekleri de yardıma çağırıp, Kur'anın nazirini gösteriniz, yapınız. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; Kur'anın mecmuuna olmasın da, yalnız on suresinin nazirini getiriniz. Haydi on suresine mukabil hakikî doğru olarak bir nazire getiremiyorsunuz; haydi hikâyelerden, asılsız kıssalardan terkib ediniz. Yalnız nazmına ve belâgatına nazire olsun getiriniz. Haydi bunu da yapamıyorsunuz; bir tek suresinin nazirini getiriniz. Haydi sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun nazirini getiriniz. Yoksa din, can, mal, iyalleriniz; dünyada da âhirette de tehlikeye düşecektir!’ İşte sekiz tabakada, ilzam suretinde, Kur'an-ı Hakîm yirmiüç senede değil, belki bin üçyüz senede bütün ins ü cinne karşı bu meydanı okumuş ve okuyor. ”
Kur’ân’ın bu eşi görülmemiş meydan okumayı nasıl bir ortamda ve kimlere karşı yaptığını daha iyi anlamak için Kadı İyaz’ın harika anlatımını dinleyelim:
“Araplar bu işin erbabı ve güzel söz söylemenin kahramanı idiler. Belagat ve fesahatta hiçbir millete verilmeyen özellikler ve kabiliyetler onlara verilmişti. Hiçbir insana ve nesle verilmeyen ifade gücü ile donatılmışlardı. Hele hitap konusunda âdeta en ileri zekâları bile rahatça zincire vurabiliyorlardı. Allah onlarda bunu vazgeçilmez bir karakter ve yaratılış olarak var etmişti bir kere. Onlara bu hususta öyle bir seciye ve güç verilmişti ki, onun sayesinde yorulmadan şaşırtıcı sözler söyleyebiliyorlardı. Her sahada açık olarak hitap edebiliyor, mühim işlerde ve yerlerde rahatça konuşabiliyor, harbin şiddetli anında kılıç sallarken bile bu edebiyatı kolayca yapabiliyorlardı. Övgüyü ve yergiyi bu kabiliyetle yapıyorlardı. Birine yaklaşmak ve ulaşmak gibi hususlarda bunu elden bırakmıyorlardı. Yükselttiklerini bununla yükseltiyorlar, alçalttıklarını bununla alçaltıyorlardı. İşin özü bu babta en güzel ve büyüleyici sözleri söyleyebiliyorlardı. Boyunlarına inci dizisinden daha güzel bir söz dizisini rahatça dolayabiliyorlardı. Düşmanlık ve anlaşmazlıkları da giderebiliyorlardı. Felçli ve tembel kişileri bile harekete geçirebiliyorlardı. Korkaklara cesaret verirlerdi. Eli sıkı pek cimri kişilerin ellerini bile bu güzel sözler sayesinde rahatça açarlardı. Eksik insanı tamamlarlar, kâmil ve uyanık kişiyi de uyuturlardı.
İçlerinden köylerde oturanlar olurdu, fakat çok manalı sözler, ifade gücü olan kelamlar, büyük ve susturucu beyanlarda bulunurlardı. Cevher tabiatlı ve güçlü bir karakter arz eden tavırları olurdu. Şehirlisine baktığımızda ise acaip bir belagat sahibi, parlak telaffuzlu, tam yerinde, son derece anlamlı kelimeler söyleyen, yumuşak huylu, az sözde çok şey anlatan, çok sözünde sözün güzelliğine güzellik katan yani gayet anlamlı ve kapsamlı kelam eden biri olarak karşımıza çıkardı.
Özetle bu alanda boş ve bayağı sözleri ezen bir güce, son derece isabetli oka, geniş bir yola, apaçık bir caddeye sahiptiler. Muhataplarının kendi arzularına boyun eğeceği konusunda en ufak bir şüpheleri olmazdı. Belagatin de kendi kumandalarında olduğuna kesinlikle inanırlardı. Bu sanatın bütün yönlerini bilirlerdi. Sözün en iyi pınarlarını fışkırtmasını becerirlerdi. Belagat ve fesahatin tüm kapıları onlara açıktı, hemen hepsinden zahmetsiz içeriye girebilirlerdi. Gayelerine ulaşmak için bu konuda muhteşem bir bina kurmuşlardı bile. Onlar için fark etmezdi, iş büyük olsun veya basit ve kolay olsun, hemen hepsinde rahatça söz söyleyebilirlerdi. İş zayıf olsun, ağır olsun aldırmazlardı, bütün maharet ve sanatlarını ortaya sererlerdi. Aralarında birbirlerini övmek veya hicvetmek için az veya çok karşılıklı sözler söylerlerdi. Nazımda olsun, nesirde olsun aralarında âdeta yarış yaparlardı.
İşte bu özellikte olan Arapları, Resûlullah’tan (A.S.M.) başkası ürkütememiştir, ondan başkası sırtlarını yere getirememiştir.
Ancak Resûlullah (A.S.M.), Kur’ân’la onları susturmuş ve dize getirmiştir. Oysa Araplar bu sahada her milletten daha ileri idiler. Erkek veya kadın hitabette ve şiirde emsalsizdiler. Konuştukları dilin âdeta zirvesindeydiler. Birbirleriyle yarış ederlerdi edebiyatta. Onlar bu haldeyken gelmiştir O yüce kitap ve onlara tam yirmi üç sene meydan okumuştur:
“Yoksa onu (Kur’ân’ı) kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: ‘O halde haydi siz de onun gibi, on uydurma sure getirin. Allah’tan başka kime gücünüz yetiyorsa (kime güveniyorsanız) onları da (yardıma) çağırın, eğer (iddianızda) doğru iseniz. ’ (Hud Suresi, 13)
‘…Fakat bunu yapmazsanız –ki hiçbir zaman yapamayacaksınız– artık sakının o ateşten ki, onun odunu insanla taştır. O ateş kâfirler için hazırlanmıştır. ’ (Bakara Suresi, 24)
‘De ki: Yemin olsun ki insanlar ve cinler şu Kur’ân’ın benzerini (meydana) getirmek üzere bir araya toplansa ve birbirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler. ’ (İsra Suresi, 88)
[Bediüzzaman’ın kaynak bir eser olarak tavsiye ettiği Kadı İyaz’ın Şifa-i Şerif isimli meşhur eserinden aldığımız bölüm (s. 257-259) burada bitti. ]
Hiç akıl kabul eder mi ki, harikulade ediplerden ve şairlerden oluşan bir topluluk böyle bir meydan okumaya karşı lakayd kalsın ve gereğini yerine getirmek için bir çaba ortaya koymasın. Bu iddianın, o kudretli hatipler ve meşhur şairler nezninde anlamsız bir meydan okuma olarak görülmesi gerekmez miydi?
Ayrıca bu durum Kur’ân’ın davasını sadece birkaç satırla karşılık vererek kolayca iptal etmek için harika bir fırsat ve çok rahat bir çare değil miydi? Hiç mümkün görülebilecek bir şey midir, böyle kısa ve kolay bir yol dururken, tüm can ve malın tehlikeye atılacağı gayet uzun bir yol tercih edilmiş olsun? Demek ki böyle bir işe kalkışmayı ve galip gelebilmeyi akılları mümkün görmedi, mecburiyetle savaşmayı tercih ettiler.
Hem böyle bir işe teşebbüs edildiği takdirde çok sayıda taraftar bulunamaması mümkün değildi. Çünkü o zamanın şartlarında İslamiyete karşı çıkan inatçıların sayısı çok fazlaydı. Demek mutlaka taraftar bulacaktı, taraftar bulduğu anda da elbette her tarafta dellallarla yayılacak ve herkese duyurulmaya çalışılacaktı. Nasıl ki Mekke’nin dışından gelen kafileler daha şehre gelmeden onları dışarda karşılayıp “Bizde sihirbaz bir adam çıktı. Peygamber olduğunu söylüyor. Sakın ona inanmayın. Hatta asla onu dinlemeyin” diye yoğun propaganda yapmışlardı Mekkeli müşrikler. Aynını bu hadisede de yapmamaları veya yapmamış olmaları düşünülemezdi bile.
Zaten böylesine acaip ve misli görülmemiş bir meydan okumaya karşı yapılan bir mücadelenin gizli kalması tasavvur edilemez. Hem hepimiz biliyoruz ve şahidiz ki, İslamiyet aleyhinde en çirkin ve seviyesiz iddialar bile her tarafta yayılır ve duyulur. Eğer Kur’ân’a karşı dursalardı ve bunu da etrafta ilan etselerdi, tarih kitaplarına çarpıcı bir şekilde geçmiş olması gerektiğini tahmin etmek zor olmasa gerek, değil mi? Hâlbuki böyle bir söz düellosunda taraf olan ve meydana atılan Müseylime namındaki yalancı peygamberin birkaç fıkrasından başka tarih kaydetmemiş. Onun da zavallı teşebbüsü sonucunda, Kur’ân’la karşı karşıya çıktığı meydanda ne derece rezil olduğunu tarih bütün çıplaklığıyla bizlere aktarmıştır. Müseylimenin kendisi söz sanatında bir ustalığa sahip olmasına rağmen, Kur’ân gibi haddinin çok üstünde bir rakip söz konusu olunca, onun sözleri tarih kayıtlarına bir delinin hezeyanları şeklinde geçmiştir.
Netice olarak, 25. Söz’de 1. Şule’nin 1. Şua’sında denildiği gibi biz de deriz: “İşte Kur'anın belâgatındaki i'caz, kat'iyyen iki kerre iki dört eder gibi mevcuddur ki, iş böyle oluyor. ”
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.