Şahin DOĞAN
Bediüzzaman ve ‘Mukaddes Hüzün’
“Hüzün ki en çok yakışandır bize”
(H. Yavuz)
Hüzün, sevilen nesneleri kaybetmekten ve elde edilmesi talep olunan nesnelere ise ulaşamamaktan kaynaklanan nefsanî acıdır." Asırlar önce hüznü böyle tanımlamış büyük filozof Kindî (öl. 866).
Ona göre, hüznün iki sebebi var:
1) mahbubâtı kaybetmek,
2) matlubâtı elde edememek.
Yani insanoğlu, sahip olduğu değerli şeylerin kaybına da, sahip olmayı arzuladığı şeylerden vazgeçmeye de kolay kolay tahammül edemez.
İki hâlde de ızdırabın kaynağı mülkiyete düşkünlük! Mülkiyete, yani sahip olmaya ve sahip olduklarını sürekli ve kalıcı kılmaya... Mülkiyetten özgür kalmak isteyenlere filozofumuzun kısaca tavsiyesi şu:
"Şayet sevdiklerimizi kaybetmemek ve talep ettiklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak, akıl âlemine bakmalı, seveceğimiz, elde edeceğimiz, isteyeceğimiz şeyleri o âlemden seçmeliyiz." Akıl alemine, yani ölümün aslâ ulaşamayacağı âleme...
S.Freud'un hüzün tanımı ise şöyle: “Hüzün, daima, sevilen bir kişinin veya onun yerine geçmiş olan vatan, hürriyet, bir ideal gibi bir soyutlamanın kaybına gösterilen tepkidir.” Buna karşı psikologumuzun tavsiyesi şu: önemsememek, lakayt kalmak ve görmezlikten gelmek.
Birine göre hüzün, sevilen bir nesnenin kaybı, diğerine göre ise sevilen bir kişinin kaybı. Yani her iki açıklamanın da yolu aynı kapıya çıkıyor. İlginç olan şu ki: Psikolojinin duayeni kabul edilen Freud’tan yüzyıllar önce bir İslam bilgini tarafından bilimsel ve isabetli bir tespitin yapılmış olması. Hiç şüphesiz bu, biz müslümanlar açısından gurur verici bir durum. Peki bu izahlar “hüzün” gibi yüklü ve çok anlamlı bir mefhumu açıklamak ve de üstat gibi “nurani” zatların yaşadığı hüznü anlamak için yeterli mi? Asla.
Kanaatimizce bu izahlar hüzünden daha ziyade ondan birkaç derece aşağı olan mal-i hülya, elem, keder, kasvet gibi şeyleri anlatıyor. Hüzün, bütün bunlardan ayrı daha ulvi, daha yüksek, daha asil bir duygu, bir seciyye. Bu duygunun üstat gibi zatlardaki tezahürüne “mukaddes hüzün” dense yanlış olmaz sanırım. Mukaddes hüzün, Hz. İbrahim, (a.s) Hz. Yakup, (a.s) Hz. Zekeriyya (a.s) gibi nebilerin yaşadığı soylu bir duygu. Bir manada “talim-i esma” gibi “nebilerin mesleği”. Bunun diğerlerin farkı halis olması ve içinde Ömer Hayyam, Ebul Ala El-Maarri gibilerin taşıdığı “yetimane ağlayış” gibi kulluğa aykırı düşük ve pespaye hallerin olmayışı. Nur müellifinin deyişiyle:
“Bütün mecazî âşıkların divanları, yani aşknameleri olan manzum kitapları, tasavvur-u zevâlden gelen elemden birer feryattır. Her birinin bütün divan-ı eş’ârının ruhunu eğer sıksan, elemkârâne birer feryat damlar.”(17. Söz)
Edebiyat tarihinde bu sözün doğruluğunu kanıtlayan yüzlerce örnek metin saymak mümkündür. Mesela bu mukaddes hüznün Hz. Piri Mevlanadaki tezahürü şöyledir:
Sîne hâhem şerha şerha ez firâk
Tâ bigûyem şerh-i derd-i iştiyâk
(İştiyâk derdini anlatabilmem için, ayrılık acısıyla parça parça olmuş bir gönül isterim)
Bağdatlı Fuzuli ise şöyle der:
Öyle sermestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir
Ben kimim sâki olan kimdir mey-i sahpâ nedir?
(Öyle kaybettim ki kendimi aşk içkisiyle, anlamıyorum dünya nedir?
Ben kimim, saki olan kimdir ve içki kadehi nedir?)
Şimdi bu mukaddes hüznün üstadımızdaki tezahürünü okuyalım:
“Yâ Rab, garibem, bîkesem, zaîfem, nâtüvânem, alîlem, âcizem, ihtiyarem, bî-ihtiyarem, el-aman-gûyem, afv-cûyem, meded-hâhem, zidergâh et İlâhî!” (6. Mektup)
“Bir zaman, bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu. Hatta o nazeninlere acıyordum. ‘Neden geliyorlar, hiç durmadan gidiyorlar?’ diye, feleğe karşı kalbim dehşetli sualler soruyordu…”(Şualar)
“…Fikir o neylerden, başta Mevlânâ Celâleddin-i Rumî olarak bütün âşıkların işittikleri elemkârâne teşekkiyât-ı firâkı işitmiyor. Belki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûma karşı takdim edilen teşekkürât-ı Rahmâniyeyi ve tahmîdât-ı Rabbâniyeyi işitiyor.” (17. Söz)
Üstadın hissiyatı ile Hz. Pir gibi mutasavvıfların hissiyatı temelde aynı olmakla birlikte aralarında çok ince bir fark var. “Mukaddes Hüzün”, birinde, bağlısı bulunduğu meşrep gereği “teşekkiyat-ı firak” olarak tecelli ederken diğerinde “teşekkürat-ı rahmaniye” şeklinde tecelli ediyor.
“Teşekkiyat” ile “teşekkürat” arasındaki nüans inceliği ise; nübüvvet ile velayet, nebi ile veli, vahiy ile ilham, hakikat ile tarikat, alim ile abid, velayet-i kübra ile velayet-i suğra, niyaz ile naz, ‘hüzün’ ile ‘feryat’ arasındaki nüans inceliği gibi bir şey.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.