Niyazi BEKİ
Bediüzzaman’ın İstikbal Ufku
I-İnsan-İrşad Ekseni
a.İnsanoğlunun eğitime olan ihtiyacı
İnsanlar ile hayvanların dünyaya gelirken gösterdikleri fark, her iki varlığın izleyeceği hayat felsefesinin farkına işarettir. Hayvanların kendi hayat şartlarını fazla bir gayrete ihtiyaç duymaksızın öğrenmelerine karşılık, insanların bunu öğrenmek için uzun bir zamana ve özel bir eğitim almaya olan ihtiyacı sözkonusudur. İnsan oğlu hayvanların aksine, özellikle eğitim almaya ve öğrenim görmeye muhtaç bir şekilde dünyaya gönderilmiştir.
Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, Bir günlük bir arı bir günlük bir mesafede seyahat edip kolaylıkla tekrar kendi yuvasına dönebilir. Halbuki bir insan hayat şartlarını 15 yılda ancak öğrenebiliyor.
Bir inek yavrusu, birkaç saat içerisinde ayağa kalkabilir. Oysa bir
insan bir yılda ancak ayağa kalkabiliyor.
Bu ise, insanoğlunun, dünyaya gelişinin en büyük amacı çalışarak öğrenmek olduğunu, her zaman bir peygambere, bir muallime, bir rehbere muhtaç bulunduğunu göstermektedir.
Aksi takdirde “Ahsen-i takvimden esfelissafiline” doğru tepe taklak olmaya mahkum olacaktır.
“Yoksa sen, onların çoğunun gerçekten söz dinlediklerini veya aklını kullandıklarını mı sanıyorsun? Hayır onlar davarlar gibidir. Hattâ onlar, hayat felsefesi bakımından hayvanlardan daha aşağıdır”(Furkan, 25/44) mealindeki ayette, insanın doğru bir rehbere olan ihtiyacını gözler önüne sermektedir.
Şairin dediği gibi:
“Bahaim çıkmaz amma hilkatin sabit hududundan
Beşer hala habersiz böyle bir kaydın vücudundan”
b-İmam Gazzalî'’nin eğitim metodu:
Kusurlarından uzaklaşıp arınmak ve noksanlıklarını tamamlamak için dört yol vardır:
Birincisi: Ehliyetli bir üstaddan ders alarak. Gazzali kendi döneminde “Böyle bir murşidi günümüzde bulmak çok zor” diyerek işin önemine vurgu yapmıştır.
İkincisi: Aklı başında bir arkadaş bulup görmediği kusurlarını onun vasıtasıyla görmek.(Hz. Ömer’in Hz. Hüzeyve’den Münafık olup olmadığını sormuş).
Üçüncüsü: Düşmanlarının kendi hakkında söylediklerini göz önünde bulundurup kendini ona göre hazırlamak. (Aynur-rida..).
Dördüncüsü: Sosyal hayat içerisinde, insanlarda gördüğü kusurları işlememek için gayret göstermek (İhya, III/62-63).
II-Kur’an’da İki Tip Rehber Profili:
a-Takvayı ders veren, doğru yola ileten önder:
“Onlar: Rabbimiz! Bizi takva sahibi olan kimselere önder yap, derler” (25/74). “Bizim uğrumuzda cihad edenlere gelince, elbette onlara yollarımızı göstereceğiz” (29/69). “İşte bunlar, kendilerine kitap, hüküm-hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer onlar (kâfirler), bunları inkâr ederlerse biz onların yerine, bunları inkâr etmeyen bir kavim vekil kılarız. İşte bunlar Allah’ın hidâyete erdirdiği kimselerdir. Sen de onların yoluna uy” (6/89-90).
b-Sefaheti ders veren, yanlış yola sevk eden önder:
Kur’an’daki bu önder modeli, daha çok Firavun unvanı ile gösterilmiştir.
Aşağıdaki ayette Firavun’un önderliğine işaret edilmiştir:
“Firavun dedi ki: (Ey kavmim!) Ben size yalnız gördüklerimi söylüyorum. Ben sizi ancak doğru yola sevk ediyorum” (40/29).
Kur’an, Firavun’un hem bu dünyada hem öbür dünyada önderliğini yaptığı insanları felakete sürüklediğini şu cümlelerle ifade buyurmuştur: “Firavun, ordularıyla onları (Musa ile ona uyanları) tâkip etti. Derken deniz onları öyle bir sardı ki tamamen yutuverdi. Böylece Firavun, kavmini yanılttı ve doğru yola iletmedi” (20/78-79).
Her insan topluluğunun önderleriyle birlikte Alalh tarafından çağrılacağı kıyamet gününde (17/71), Firavuncuklar hem keybeder hem de kaybettirirler:
“Ant olsun ki biz Musa’yı mucizelerimiz ve apaçık bir delille, Firavun’a ve onun ileri gelenlerine gönderdik. Kavmi Firavun’un emrine uydu. Oysa Firavun’un emri, doğruya ulaştırıcı değildi. (Nitekim), kiyamet günü Firavun, kavminin önüne düşüp onları doğruca ateşe götürecektir. Varacakları o yer, ne kötü bir yerdir!” (11/96-98).
c-Doğru önderin en bariz vasfı doğruluktur:
Bediüzzaman’ın :“Her söylediğin hak olsun. Fakat, har hakkı söylemeğe senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı. Fakat, her doğruyu demek doğru değildir.” (Mektubat, 265 ) şeklinde ifade ettiği gibi, her şeyin başı doğruluktur, doğruyu doğru kullanmaktır. Çünkü doğruyu doğru kullanmamak da yanlıştır. Peygamberlerin en bariz vasıflarının başında sadakat ve doğruluk gelir.
Hz. Peygamberin Mekke’deki ilk Hutbesi, onun nasıl eşsiz bir önder, doğru bir rehber olduğunun ipuçlarını vermektedir.
Kavmini hakka davet ederken, önce: Allah’a hamd etti, Onu övdü ve sonra şöyle buyurdu: “Bir önder, kendi halkına yalan söylemez. Allah’a yemin ederim ki, şayet bütün herkese karşı yalan söyleyecek olsam bile, yine de size yalan söylemem. Herkesi aldatsam bile, sizi aldatmam. Kendinden başka İlah olmayan Allah’a yemin ederim ki, ben hususi olarak size ve umumi olarak da bütün insanlara gönderilen Allah’ın elçisiyim. Vallahi uyuduğunuz gibi ölecek, uyandığınız gibi dirilecek ve bütün yaptıklarınızdan sorguya çekileceksiniz. Yaptığınız iyilik karşılığında iyilik, ettiğiniz kütülük karşılığında da kötülük göreceksiniz. Şüphesiz orası ya ebedi bir cennet, ya da ebedi bir cehennemdir” (es-Siretu’l-Helebiye, I/272; İslami Hayat, IV/205).
III. Çağımızın manevî önderi Bediüzzaman’ın profili
1. Asrın Hekîmi /Tabibi!
Alem-i misalde kendisine: “Ey felâket helâket asrının adamı! Senin de reyin var, fikrini beyan et!” (Tarihçe, 130 ) diye hitap eden muhteşem ruhânî bir mecls-i münevverin bu hitap tarzı, onun bu asrın irşadından sorumlu olduğunu göstermektedir. Kendisinin bizzat “Ben bu asr-ı hazırın mebusu sıfatıyla –bu meclise-katıldım” demesi, bu gerçeğin açık belgesidir.
Üstad, “Sen Daru’l-Hikmet’tesin, kendine bir tabip ara!” diyerek kendisine tavsiyede bulunan Gavs-ı a’zam Şâh-ı Geylanî’yi, kendine rehber edinmiştir ve isabet etmiştir. Ayrıca Muceddid-i elf-i sani İmam-ı Rabbânî’nin “Tevhid-i kıble et” şeklindeki tavsiyesini de hakkıyla anlamış ve bunun, bütün kakikatlerin kaynağı olan Kur’an’ın üstadlığına bir işaret olduğunu kesin bir kanaatle kavramış, bundan böyle, hayatını ona göre düzenlemiştir.
Bediüzzaman, Manevî Tıp Fakültesi hükmündeki Kur’an-ı Mucizu’l-Beyan’ın sunduğu ilimler ışığında tahsilini tamamlamış ve onun kudsî Eczane-i kübrâsından derlediği manevî ilaçları, Risale-i Nur Külliyatı patenti altında, “yarım ümmî” imzasıyla kayıt altına aldığı reçetelerle takdim etmiştir.
Sunduğu reçetelerden bazıları şunlardır:
Birincisi: İlim Reçetesi: Yeryüzü halifesi olarak yaratılan isanoğlunun en büyük donanımı ilimdir. Hz. Adem’e öğretilen ilimlerin “Ta’lim-i Esmâ” ile ifade edilmesi gösteriyor ki, “her bir kemalin, her bir ilmin, her bir terekkiyatın, her bir fennin bir hakikat-ı aliyesi var ki, o hakikat bir ism-i ilahî’ye dayanıyor” (Sözler, 262).
Bütün kemaller, fen ve sanatlar; değişik perdeler arkasındaki türlü türlü tecellileri bulunan o isimlere dayanmakla ancak kemale erebilirler ve hakkat olurlar. Yoksa noksan bir gölgeden ibaret kalırlar (Sözler,263). Mesela: Hendese bir fendir, onun hakikatı, Adl ve Mukaddir ismine dayanır. Tıp, hem bir fen hem bir sanattır. Onun hakikatı, Şâfî ismine dayanır. Yine varlıkların hakikatını araştıran bütün fenlerin hakikatı, Hakîm ismine dayanır. “Kainatın en yüksek yaratılış gayesi, Allah’ın rububiyetinin tezahürüne karşı, insanların küllî ubudiyetleridir. İnsanlığın en yüksek hedefi ise, Allah’a kulluk yapmak, ilim ve fazilet/erdemlerle kemalatın zirvesine ulaşmaktır” (Sözler, 264).
“Zulmetli münevverler bu sözü bilmeliler: /Ziya-yı kalbsiz olmaz nur-u fikir münevver. O nur ile bu ziya mezç olmazsa zulmettir, zulüm ve cehli fışkırır / Nurun libasını giymiş bir zulmet-i müzevver var, lâkin ebyaz ve muzlim /İçinde bir sevad var ki, bir leyl-i münevver, gözünde bir nehar.” (Sözler, 705).
Ona göre, “T’alim-i Esma” ayeti, şöyle işaret eder ki:
“Ahir zamanda, insanlar ilim ve fenlerin kucağına düşecekler, bütün kuvvetlerini ilimden alacaklardır. Hüküm ve kuvvet ilmin eline geçecektir. İlim ve fenlerin en parlağı olan belağat ve cazâlet, bütün envâiyle âhirzamanda en merğup bir suret alacaktır. Hatta insanlar, kendi fikirlerini birbirlerine kabul ettirmek ve karşı tarafa tahakküm etmek için en keskin silahını cezalet-i beyandan ve en mukavemetsuz kuvvetini belağat-ı edâdan alacaktır” (Sözler, 264).
Bediüzzaman’ın bu tespitleri gösteriyor ki, Risale-i Nur’da kullanılan ilmî üslup, bazıların zanettiği gibi, pozitif ilimlerin tesiri altında meydana gelen bir edilgenlikten değil, doğrudan üstad-ı mutlak olan Kur’an’ın irşadından alınan dersten kaynaklanmaktadır.
İkincisi: Sevgi Reçetesi
“Kâinatta en büyük hakikat rahmet ve muhabbettir.”
“Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur.”
“Muhabbete en layık haslet muhabbettir. Adavete en layık haslet ise, adavettir."
Allah adına kainata bakan bir düşünce sahibinin, meşru dairede dünyevî-uhrevî her türlü varlığa karşı gösterdiği sevgi, ilâhî aşkın bir yansıması olarak kabul edilir.
Kalbi kırık, heva ve hevese karşı boynu bükük, aklı polemiğe dönük, nefsi nefrete düşkün bu asrın insanı, bu reçetenin dışında ne ile tedavi edilebilir?
Üçüncüsü: İttihat-sanat-marifet Reçetesi
Fazla söze ne hacet! Üstadın aşağıdaki şu veciz ifadesi, bu reçetenin önemini belirten başka bir söze ihtiyaç bırakmıyor.
“Bizim düşmanımız: Cehalet, ihtilaf, zaruret(yoksulluk)tir. Bunlara karşı silahımız ise, marifet, sanat ve ittihattir” ( ) yani din ilimleri ile fen bilimlerini bir arada tutarak iki kanatlı kuş gibi insanlığın zirvesine doğru uçacaksınız. İnsan ve iman kardeşliğini esas alıp her türlü cılız, yakışıksız kavgadan uzak duracaksınız. Sonra asrın ihtiyacı olan her türlü sanata revaç verecek, teknik ve teknolojiden istifade edeceksiniz.
Dördüncüsü: Ümitvar olma Reçetesi
Üstadın: “Ye’s(ümitsizlik) mâni-i her kemaldir” vecizesi, kendisinin yanında, bu reçetenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
2-Asrın Mücahidi
Bediüzzaman, bu asırda en büyük cihadın manevî olduğunu, bunun da ilim ve fikir sahasında sözkonusu olacağını ifade eder.
Bu cihad anlayışına göre, bediüzzaman çağın en büyük mücahididir. Hayatı boyunca, dünya ve ahiretin saadetini temin eden dinin, imanın ve Kur’an’ın hakikatlerini doğru bir şekilde asrın idrakine sunan ve bu yolda insanlığa hizmet etmeyi, hayatının en ülvî gayesi olarak gören Bediüzzaman’ın bu faaliyeti, her türlü takdirin üstündedir.
Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifde de, ilim ve fikir bazında yapılan çabalar/gösterilen gayretler, büyük cihad olarak değerlendirilmektedir. Furkan Suresinde şöyle buyurulmaktadır: “(Habibim!) Şayet dileseyedik elbette her köye bir uyarıcı (peygamber) gönderirdik. (Madem ki onların hepsinin yerine yalnız seni gönderdik) Öyleyse, kâfirlere boyun eğme ve bununla (Kur’an ile) onlara karşı olanca gücünle büyük bir cihad örneğini göster!” (Furkan, 25/51-52).
Maddi savaşın sözkonusu olmadığı Mekke döneminde inen bu ayette yer alan “Kur’an ile ön görülen büyük cihad” emri, çok açık olarak, bir manevî cihad projesi olan fikrî ve ilmî mücadele anlayışını ortaya koymaktadır.
Hz. Peygamber, on üç yıl boyunca Mekke döneminde, düşmana karşı elindeki tek silahı olan Kur’an-ı Mucizu’l-beyanla cihad etmiş ve gün geçtikçe insanların kalplerini fethederek, manevî cihadın bir sonucu olan pek çok futuıhata imza atmıştır.
Bu karşı durulmaz silaha karşı, düşmanın eli-kolu bağlanmış, fikir ve ilim alanında büyük bir hezimete uğramıştır. Bu ağır yenilginin verdiği hırçınlık, onları bazen iftira kampanyasına, bazen de kaba kuvvet kullanmaya sevketmiştir. Kur’an’ın büyüleyici bir sihir, bir şiir, bir kehanet olduğunu; Hz. Peygamber (a.s.)’in ise, bir sihirbaz, bir şair, bir kâhin olduğunu söylemeleri, onların bu ümitsiz çırpınışlarının tetiklediği hezeyanın bir yansımasıdır.
Günümüzde doğruluğu ilmen de ispatlanmış olan tatlı ve tuzlu iki denizin birbirine karışmadıklarını ifade eden bir ayetin ilk defa bu surede sözkonusu edilmiş olması, Kur’an’ın manevî(ilmî cihad anlayışının boyutunu göstermektedir. “O (Allah)dır ki, iki denizi birbirine salı vermiştir, şu tatlıdır, harareti söndürür, şu ise tuzludur, acıdır. Aralarında da çift yönlü bir engel koymuştur”(Furkan, 25/53).
Yukarıdaki ayetlerin hemen ardından bu ilmî gerçeğe yer verilmesi, özellikle çağımız insanını, manevî/ilmî cihad anlayışına davet eden bir çağrı hükmündedir.
“Diyorlar ki, ona (Peygambere) Rabbinden bazı (hissi) mucizelerin indirilmesi gerekmez miydi? De ki: Mucizeler ancak Allah katındandır. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım. Ayrıca, kendilerine okunan bu kitabı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Şüphesiz ki bunda, iman eden bir topluluk için bir rahmet ve ibret vardır” (Ankebut, 29/50-51) mealindeki bu Mekkî ayette de, bir mucize, her an okunabilen bir kitap, manevî cihadın silahı olan ilim ve tefekkürün gerçek kaynağı olarak, Kur’an’ın yeterli olduğuna işaret edilmiş ve insan hayatı için, ihtiyaç duyulan bütün bilgilerin kaynağı Kur’an olduğunun altı çizilmiştir.
“Elde Kur’an gibi bir mucize-i bâki varken, başka burhan aramak aklıma zait görünür. Elde Kur’an gibi bir burhanüı hakikat varken, münkirleri ilzam için gönlüme sıklet mi gelir” diyen üstadın bu haykırışı, Kur’an’ın ortaya koyduğu manevî cahadın önemini vurgulayan bir ilandır.
Hadis-i şerifte ise “Nefse karşı yapılan cihada büyük cihad“ adı verilmiştir.
(Devam edecek)
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.