Himmet UÇ
Bediüzzaman’ın kendi ile monologları ve biyografisinin kısmi sırları
Bediüzzaman, Mesnevi-i Nuriye isimli eserinde farklı muhatap ve hitap şekilleri kullanmıştır. Bunlardan bir kısmı kendine hitaplarıdır. Burada anlatan kendisi anlatılan da kendisidir. Bunlar ifşaat da olabilir, eseri hakkında biyografik bilgiler sınıfına da girer.
Bazen kendini hırpalar, ikaz eder:
“İlem eyyühes Said, ey Said bil ki, Nedir bu gurur ve nedir bu gaflet? Nedir bu haşmet, nedir bu istiğna, nedir bu azamet? Elindeki ihtiyar bir kıl kadardır ve iktidarın bir zerre kadardır. Ve hayatın söndü, ancak bir şule kaldı. Ömrün geçti, şuurun söndü, bir lema kaldı. Şöhretin gitti, ancak bir an kaldı. Zamanın geçti, kabirden başka mekanın var mı? Biçare Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. Evet böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hali bir insanın ne olacak hali? Hazain-i Rahmet sahibi Halık–ı Rahmanür Rahim’e böyle bir acz ile itimad etmek lazımdır. O’dur herkese nokta-i istinad, O’dur her zaife cihet-i istimdad.” (94)
Bazen nefsi ile hesaplaşır, onun ve kendinin sınırlarını belirler. Kime kul olduğunu, kimden meded beklediğini, dualarını kime sunduğunu, kime ibadet etmeyeceğini, Onun iktidarını, ondan başkasına yönelenin akıbetini, ona abid ve hizmetkar olanın ahir halini anlatır:
“Ey nefs-i emmârem! Sana tâbi değilim. Sen istediğin şeye ibadet et ve istediğin şeyin peşine düş; ben ancak ve ancak beni yaratıp, şems ve kamer ve arzı bana musahhar eden Fâtır-ı Hakîm-i Zülcelâle abd olurum. Ve keza, kader muhitinde uçan tayyare-i ömre veya hayat dağları arasında açılan uhdut ve tünellerinden şimşekvâri geçen zamanın şimendiferine bindirerek ebedül’âbad memleketinin iskelesi hükmünde olan kabir tünelinin kapısına sevk eden Hâlık-ı Rahmânü’r-Rahîmden medet istiyorum.”
En iyi ikaz kendine çarpıp başkasına yansıyan ikazdır. Başkasından insana yansıyan çok zaman etkisiz kalır.
“Ve keza, hiçbir şeyi dualarıma, istigâselerime ve niyazlarıma hedef ittihaz etmem. Ancak küre-i arzı harekete getiren, felek çarklarını durdurmaya ve şems ve kamerin yerleştirilmesiyle zamanın hareketini teskin ettirmeye ve vücudun şahikalarından yuvarlanıp gelen şu dünyayı sakin kılmaya kadir olan kudreti nihayetsiz Rabb-i Zülcelâle dualarımı, niyazlarımı arz ve takdim ediyorum. Çünkü, herşeyle alâkadar âmâl ve makasıdım vardır.
Ve keza, kalbime vaki olan en ince, en gizli hatıraları işittiği ve kalbimin müyûl ve emellerini tatmin ettiği gibi, akıl ve hayalimin de temenni ettikleri saadet-i ebediyeyi vermeye kadir olan Zât-ı Akdesden maada kimseye ibadet etmiyorum.
Evet, dünyayı âhirete kalb etmekle kıyameti koparan kudret muktedirdir, âciz değildir. Bir zerre o kudretin nazarında gizlenemez. Şems, büyüklüğüne güvenerek o kudretin elinden kurtulamaz. Evet, onun mârifetiyle elemler lezzetlere inkılâp eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, ulûm evhama tahavvül eder. Hikmetler illet ve belâlara tebeddül eder. Vücut ademe inkılâp eder. Hayat ölüme ve nurlar zulmetlere ve lezâiz günahlara tahavvül eder. Evet, Onun marifeti olmazsa, insanın ahbabı ve mal ve mülkü insana a’dâ ve düşman olurlar. Beka belâ olur. Kemal hebâ olur. Ömür hevâ olur. Hayat azap olur. Akıl ikab olur. Âmâl, alâma inkılâp eder.
Evet, Allah’a abd ve hizmetkâr olana herşey hizmetkâr olur. Bu da, herşey Allah’ın mülk ve malı olduğunu iman ve iz’an ile olur.” (107)
Tağut beşerin icad ettiği sahte ilahlar ve mabudlardır. Batı felsefesi ve ilmi iki büyük tağut icad etmiştir. Nihihist ve ateist ilim ve felsefe bunu bilinçli olarak kitaplı dinlerin ilah argümanlarını yıkmak için yapmıştır. Bu iki tağut, biri ene yani ben, diğeri ise tabiattır. Ene‘nin etrafında hem felsefe, hem de ilimler yer almıştır. Enenin bu sahte başkaldırısının tarihi ikibin beşyüz yıllık bir tarihtir. Onu başlatan milattan önce beşyüzlü yıllardaki bir şarlatandır. Bu üç bin yıla yakındır, koca bir filizofcuklar bu fikri parlatmaya çalışmışlardır. Felsefe tarihinin ve dinler tarihinin bu büyük sahte ilahı ile maddede tasarrufu bir yutturma yorumlarla öne sürmüşlerdir. Bediüzzaman bunların hakikate çok uzaktan baktıkları için anlamadıklarını söyler. Bediüzzaman o durmadan eleştirilen adam felsefe tarihi ve kitaplı dinlerin tarihin en büyük adamıdır. Ama görmek istemiyorlar, bir de Türk düşüncesi cehaletinden bu konuyu anlamıyor.
Ben ısparta’da Bediüzzaman ve Marks diye konferans verdim, bilim tarihinin bir büyük ifşaatı ama ne nurcular ne de felsefeciler ne de bilim tarihçileri bilmiyor. Olayı başka yönlere çektiler anlayan biri yok ki hakem olsun. Enenin tarihi ve Marks’ın bu konudaki fikirleri bilinmiyor. Felsefe tarihi uçakla dolaşıyor felsefi münakaşalar tarihi üzerinde. Ene üzerinde kitaplar yazılabilir. Bediüzzaman bu konuda çok şey söylemiş, münakaşalı bir ene kitabı birkaç cilt olur. Eynessera minessüreyya.
Tabiata gelince o da natüralist filozoflar tarafından irdelenmiş onun da tarihi uzun. Bediüzzaman bu iki büyük tağutu parçalamış ve tevhidin bayrağını insanlık tarihinin üstüne çekmiştir. Bunlar bu toplum tarafından bilinmedikçe mutlu olmak mümkün mü.
Onun için bazan yanındakilere “siz kime hizmet ettiğinizi bilmiyorsunuz” diyor garip adam.
Ahmet Paşa’nın şöyle bir beyti var:
“Halk içinde sen garip, şehr içinde ben garip
Gel ikimiz bir olalım sen garip ben garip.”
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri ene’dir, diğeri tabiattır. Birinci tâğutu gayr-ı kastî, gölgevâri bir ayna gibi gördüm. Fakat o tâğutu kasten veya bizzat nazar-ı ehemmiyete alanlar, Nemrud ve Firavun olurlar.
İkinci tâğut ise, onu İlâhî bir san’at, Rahmânî bir sıbğat, yani nakışlı bir boya şeklinde gördüm. Fakat gaflet nazarıyla bakılırsa, tabiat zannedilir ve maddiyunlarca bir ilâh olur. Maahaza, o tabiat zannedilen şey, İlâhî bir san’attır. Cenab-ı Hakka hamd ve şükürler olsun ki, Kur’ân’ın feyziyle, mezkûr mücadelem her iki tâğutun ölümüyle ve her iki sanemin kırılmasıyla neticelendi.
Evet, Nokta, Katre, Zerre, Şemme, Habbe, Hubâb risalelerinde ispat ve izah edildiği gibi, mevhum olan tabiat perdesi parçalanarak altında şeriat-ı fıtriye-i İlâhiye ve san’at-ı şuuriye-i Rahmâniye güneş gibi ortaya çıkmıştır. Ve keza, firavunluğa delâlet eden ene’den, Sâni-i Zülcelâle râci olan Hüve tebârüz etti.”
Bediüzzaman bu maddiyyun yani materyalistlerin ilahını eleştirir. Materyalistler felsefe tarihinin şaşkınlar alayı. Bilim gölgesinde firavunlar ordusu bu yüzden bu modern yüzyılın şaşkınlarına Bediüzzaman, Firavun ve Nemrud der. Marks, Epikür, daha niceleri modern gibi firavunlar.
Bediüzzaman yine kendi nefsini eleştirir. Gençliğinde kendini intibahın yani uyanmış başkalarını uyaran bir pozisyonun en yükseğinde görürmüş, sonra bu durumun uykunun en derin bir yerinde bulunmak olduğunu anlamış. Bu kendi nefsindeki durumu aynı şekildeki kendini intibahın şahikasında görenlere anlatır onları uyarır. Kendini uyanık görmek hem de başkalarını uyarma istemek, halbuki bu durum iki katlı bir rüya atmosferidir. İşte sözlerimizin tesir etmeyişinin psikanalitik tahlili. Başkalarını uyaran olmak çok farklı bir durum.
Burada başkalarını uyaran insanların nasıl olması lazım geldiğini anlatır. Dini konularda ve yaşayışta tavizkar olanların durumunu eleştirir. Hizmet eden kişinin nasıl olması konusunda bir ölçüdür bu ifadeler.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! "Geceye benzeyen gençliğim zamanında gözlerim uyumuştu. Ancak ihtiyarlık sabahıyla uyandım" mealinde olan Ve ayni kadnamet bileyli şebibeti . Ve lem tentebihe illa bisubhi meşib .Şiirin şümulüne dahilim. Çünkü gençliğimde en yüksek bir intibah şahikasına çıktığımı sanıyordum. Şimdi anlıyorum ki, o intibah, intibah değilmiş. Ancak, uykunun en derin kuyusunda bulunmaktan ibaretmiş. Binaenaleyh, medenîlerin iftiharla dem vurdukları tenevvür-ü intibahları, benim gençlik zamanımdaki intibah kabilinden olsa gerektir.
Onların misali, rüyasında güya uyanıp, rüyasını halka hikâye eden nâim meselidir. Halbuki, rüyasında onun o intibahı uykunun hafif perdesinden derin ve kalın bir perdeye intikal ettiğine işarettir. Böyle bir nâim ölü gibidir; yarı buçuk uykuda bulunan insanları nasıl ikaz edebilir?
Ey uykuda iken kendilerini ayık zannedenler! Umûr-u diniyede müsamaha veya teşebbühle medenîlere yanaşmayın. Çünkü, aramızdaki dere pek derindir; doldurup hatt-ı muvasalayı temin edemezsiniz. Ya siz de onlara iltihak edersiniz, veya dalâlete düşer, boğulursunuz.” (122)
“Arkadaş! Şu müşevveş eserlerimle büyük birşeyin etrafını kazıyorum. Amma bilmiyorum, keşfedebildim mi? Veyahut sonra inkişaf edecektir. Veyahut bilâhare zuhur edecek. Keşfine yol açıp gösteriyorum.” (130)
Bediüzzaman bu eserleri ile büyük bir şeyin etrafını kazdığını söylüyor. Kazmaya devam ediyor ancak keşfi, inkişafı ve zuhur edecek sonuç konusunda net bir bilgi vermiyor. Ama büyük bir şey yaptığını iyi biliyor. Mesneviden sonra otuz yılı aşkın telif süresi devam ettiğine göre, yazar YAZMAKTA. Yoldadır ve yol henüz bitmemiştir. Otuz yıl sonrasından bakarak diyebiliriz ki bilahare zuhur etmiştir, inkişaf etmiştir. Yüz otuz parça Risale-i Nur, bin yıllık bilim ve felsefe tarihi ve dinler tarihinin düşünce tarihine getirdiği bütün yanlış telakkileri tamir etmiştir. Bin yıllık tahribatı gözden geçirmek gerekir bu ifadenin sağlayını yapmak için. Çok mücmel ve tafsilatı zamana mütevakkıf ama ortaya çıkmış bir bahis.
“Birinci NOTA Kendi nefsime hitaben demiştim: Ey gafil Said! Bil ki, şu âlemin fenâsından sonra sana refakat etmeyen ve dünyanın harabıyla senden mufarakat eden birşeye kalbini bağlamak sana lâyık değildir.Bu esas cümle ahirete gitmeyen ahvalden ve yaşamadan alakayı kesme üzerinedir. Kabirden sonraki seferde arkadaş olmayan şeylere ilgi duymamayı anlatır. Önemli bir ölçü. Sonra bir iki yıllık ilginin sonunda kişiye bir şey vermeyip bilakis mesul eden tutumlardan ve liglerden kaçınmayı öne sürür.Ebedi seferde arkadaşlık etmeyen şeylerden kaçınmayı öğütler.
Hususan senin asrının inkırazıyla seni terk edip arka çeviren ve bahusus berzah seferinde arkadaşlık etmeyen ve hususan seni kabir kapısına kadar teşyî etmeyen, hususan bir iki sene zarfında ebedî bir firakla senden ayrılıp günahını senin boynuna takan, hususan senin rağmına olarak husulü ânında seni terk eden fâni şeylerle kalbini bağlamak kâr-ı akıl değildir. Eğer aklın varsa, uhrevî inkılâbâtında, berzahî etvârında ve dünyevî inkılâbâtının müsâdemâtı altında ezilen, bozulan ve ebedî seferde sana arkadaşlığa muktedir olmayan işleri bırak, ehemmiyet verme, onların zevâlinden kederlenme. Sen kendi mahiyetine bak ki: Senin lâtifelerin içinde öyle bir lâtife var ki, ebedden ve Ebedî Zattan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor. Mâsivâsına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve lâtifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîmin emrine mutî olan o sultanına itaat et, kurtul.” (145)
Burada yine kendini eleştirir. Muvakkat, geçici olan dünyayı ebedi sanmanın sakıncalarını anlatır.
”ÜÇÜNCÜ Nota :Ey gafil Said! Bil ki, galat-ı his nev’inden, gayet muvakkat dünyayı lâyemut ve daimî görüyorsun. Etrafına ve dünyaya baktığın zaman bir derece sabit ve müstemir gördüğünden, fâni nefsini de o nazarla sabit telâkki ettiğinden, yalnız kıyametin kopacağından dehşet alıyorsun. Güya kıyametin kopmasına kadar yaşayacaksın gibi, yalnız ondan korkuyorsun.
Aklını başına al. Sen ve hususî dünyan, daimî zeval ve fenâ darbesine mâruzsunuz. Senin bu galat-ı hissin ve mağlâtan şu misale benzer ki: Bir adam, elinde olan aynasını bir hane veya bir şehre veya bir bahçeye karşı tutsa, misalî bir hane, bir şehir, bir bahçe, o aynada görünür. Ednâ bir hareket ve küçük bir tagayyür aynanın başına gelse, o misalî hane ve şehir ve bahçede hercümerc ve karışıklık düşer.
Hariçteki hakikî hane, şehir ve bahçenin devam ve bekası sana fayda vermez. Çünkü, senin elindeki aynadaki hane ve sana ait şehir ve bahçe, yalnız aynanın verdiği mikyas ve mizanladır.
Senin hayatın ve ömrün aynadır. Senin dünyanın direği ve aynası ve merkezi, senin ömrün ve hayatındır. Her dakikada o hane ve şehir ve bahçenin ölmesimümkün ve harap olması muhtemel olduğundan, her dakika senin başına yıkılacak ve senin kıyametin kopacak bir vaziyettedir. Madem öyledir, sen bu hayatına ve dünyana, çekemedikleri ve kaldıramadıkları yükleri yükletme.” (146)
Bu bahis Bediüzzaman’ın aklı ile kalbi arasında cereyan etmiş. Bir tevhid meselesidir. Tarih boyuncu akıl ile kalb ayrı ayrı vadilerde gitmiştir, hatta zaman zaman çatışmışlardır. Çünkü ikisinin de ölçüsü farklıdır. Ama islam düşüncesinde akıl ile kalb müşterek düşünürler. Felsefe akılla baktığı için, tasavvuf ile kalb ile baktığı için tek yönlü bakış sağlıklı sonuçlar vermemiştir. Kur’an ise akıl ile kalbin iştirakine göre bir yol izlemiştir. Bu ayetlerin özellikle kozmik ve şuhudi ayetlerin yapısında görülür. Bu ayetlerde göz, akıl ve kalb birlikte hareket ederler. Bediüzzaman özellikle şuhudi ayetleri açıklarken bahusus Ayet’ül Kübra‘da meşhudata, gözleme dayalı tabiat levhaları akıl ve kalbin imtizacı ile değerlendirilir.
“İ’lem eyyühe’l-aziz! Aklım yürüyüş yaparken, bazan kalbimle arkadaş olur. Kalb zevkiyle bulduğu şeyi akla veriyor. Akıl berveçh-i mutad, bürhan şeklinde bir temsille ibraz ediyor. Mesela:
Fatır-ı Hakimin kainattan sonsuz bir uzaklığı olduğu gibi, sonsuz bir kurbiyeti de vardır. Evet, ilim ve kudretiyle batınların en batınında bulunduğu gibi, fevklerin de en fevkinde bulunuyor. Hiçbir şeyde dahil olmadığı gibi, hiçbirşeyden de hariç değildir.
Evet, asar-ı rahmetine mazhar olan sath-ı arzda mamulat-ı kudrete bak ki, bir parça bu sırra vakıf olasın.
Mesela, biri arzda, diğeri semada veya biri şarkta, diğeri garpta iki
şeyi bir anda yaratan Saniin, o yaratılan şeylerin arasındaki uzaklık kadar uzaklığı lazımdır.
Ve keza herşeyin kayyümu olduğu cihetle de, herşeyin nefsinden daha ziyade bir kurbiyeti de vardır.
Bu sır, daire-i vücub, tecerrüd ve ıtlak hasaisindendir. Ve fail-i aslinin mahiyetiyle, zılli olan münfail arasındaki mübayenet-i lazimesidir.
Mesela, şems, timsallerine kayyüm olduğu için, fevkalhad onlara bir kurbiyeti vardır. Aynadaki zıl ve gölgeyle semada bulunan asıl arasındaki mesafe kadar da bu’diyeti vardır.“ (234)
Bu bahis de Bediüzzaman mizaç ve karakterinin özelliğidir. Eserleri hakkındaki eleştirilere cevaptır. Ve tevhid bahsinde nasıl bir tutum izlediğini ifadedir. O her bahsin başında bir kurmaca ile hakikata gider, ya nefsinden ya da tabiattan aldığı levhaları genişletir. Burada da bir bahçe örmeği vermiştir, kendisi o bahçede hakikat avındadır. Bir önceki bahisin çizgisinde bir konu vardır. Nazarı akli ve hadsi kalbi. Yani akıl ve kalbin imtizacı ile gayelerin gayesi olan Allah’ı bilme konusunda fikirlerini izlenimlerini anlatır.
“Melaike haşir ve sair iman rükünleri üzerinde bir efkar seyeranıdır. Başka bir bahsin teorik açıklamasıdır. Sonra bahse gidilir.
İfade–i Meram. Bir bahçeye girsem iyisini intihab ederim. Koparmasından zahmet çeksem hoşlanırım. Çürüğünü, yetişmemişini görsem "Huz ma safa" derim. Muhataplarımı da öyle arzu ederim. Derler: "Sözlerin iyi anlaşılmıyor?"
Bilirim ki, kah minare başında, kah kuyu dibinde konuşuyorum. Neyleyeyim, zuhurat öyle. şuaat ve şu kitapta mütekellim, aciz kalbimdir. Muhatap, asi nefsimdir. Müstemi, müteharri-i hakikat bir Japondur. Temaşa eden bunu düşünmeli. Gayetü’l-gayat olan marifetullahın bir bürhanı olan marifetü’n-Nebiyi şuaat’ta bir nebze beyan ettik. şu risalede maksud-u bizzat olan tevhidin layühad berahininden yalnız dört muazzam bürhanına işaret edeceğiz. Hem nazar-ı akliyi hads-i kalbiyle birleştirmek için, melaike ve haşrin bir kısım delailine ima ederek, imanın altı rüknünden dördünün birer lem’asını, fehm-i kasırımla göstermek isterim. (235)
Mesnevi-i Nuriye üzerine yaptığımız uzun tematik sıralamanın içinden seçilmiş, Bediüzzaman’ın nefsi ile olan ilişkilerinin nazara verildiği bir de eserlerinin kimyası ve teorisi hakkındaki bahisleri nazara verir. Biyografisinin psikolojik ve tahkiki seyridir.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.