Hüseyin KARA
“Ben”, “biz” olmadan…
Güç, “Biz/ nahnu” olmaktan doğar.
“Ben/ene”ler “Biz” olma kıvamına gelmeden, ideal toplum dediğimiz çıkardan, kısır düşüncelerden, birbiriyle dalaşan bireylerin keşmekeşliğinden, dünya ile sınırlı düşüncelerin doluştuğu her kafadan ses çıkmasından uzak bir toplumun meydana gelmesi ihtimal dışıdır.
Her zaman kendini düşünen, kendine yontan, kendisi için gelecekten kaygılanan, kendi çıkarı için başkasının iflasını göze alan özellikleriyle “Ben”in, insanın biricik dünya sınavının olması yanında, işler sarpa sarmaya başladığında olgunlaşmasının, yani kemale ermesinin de en büyük engelidir.
“Ben”in en çok zorlandığı şey “Biz” olmaktır aslında. Oluşumların en zorudur “ben”in hakiki “biz” olması. Çünkü “biz” olmak, “ben”in, bencilliğin, çıkarın, kendi düşüncesine meftunluğun, gurur ve inat gibi özelliklerin yoğunlaştığı “ego” sunun katılık ve kabalığından vazgeçmesi demektir. Bu ise, “ben” e en zor gelen şeydir; belki yıllarca didinip kendine göre sahip olduğu gücün bir anda yok olması demektir. İnsan bir anda, yanlış algıladığı gururunu, sözde şerefini, çıkarını, bel bağladığı duygularını ve kendini haklı gördüğü inadını bırakması, gerçek “ben” diye sarıldığı ve uğruna her şeyini vermeye hazır olduğu “ego”sundan vazgeçmesi öyle kolay değil.
Aslında çoğu insanlar, benlik konusunda yanılgı içindedirler. Yanıldıkları nokta ise, “ben” olarak kabul ettikleri, çok değişik faktör ve yanlış eğitim sonucu bulaştıkları alışkanlık ve tutumların şişirdiği, büyüttüğü ve “ben” in yerini alan “ego”larının tutsağı olmalarıdır. “Ego” “nevrotik/hasta benliğimiz” diye tanımlanan yalancı “ben”dir; ama bunu çokları, daha doğrusu kendini bilmezler, asıl peşinden gidilmesi gereken “ben”leri olduğunu sanırlar. Öylesine “ego”larına inanırlar ki, o ne derse artık onun arkasından giderler, onun istek ve arzularını kendi içlerinden doğan haklı istekmiş gibi yerine getirirler. Zamanla bu öyle bir hal alır ki, kendi asıl benliğini unuturlar ve yalancı “ben” olan “ego”larının kişiliklerinin temeli olarak algılamaya başlarlar. “Ego”larına olan saldırıyı, kişiliklerinin bütününe gelen saldırı olarak görürler; bu kez olanca güçleriyle kendilerini savunmaya başlarlar ki, bu da “ego”nun en çok istediği bir tutumdur.
Zaten savunma mekanizmalarının çoğu “ego”nun birer tuzağıdır. Kendimizi savunma demek, kötü yanımızın, başkalarınca fark edilen kusurumuzun ya da suçumuzun ret edilmesi ya da kabule yanaşılmaması demektir. Yalancı ben” yani “ego”, kusur isnadına tahammül edemez, yerinde de olsa, en küçük kritiği bir suç isnadı olarak algılar, aklı ve kalbi tedirgin ederek bütün duyguları da savunmaya geçirir. “Ego”su şişmiş böyle bir insan, elbette “biz” yani “nahnu” bilincine terstir. Kazara bir birliğe girse, orada “biz” olmanın gereğine uyma noktasında çok sıkıntılar çeker, “biz” in de huzurunu bozar.
“Biz” bilincinin oluşabilmesi için, önce ben” ler gerçek “ben” olmalı. “Ben”ler gerçek “ben” olmadan; bir çile döneminden geçmeden, törpülenmeden, bir eğitim süreci geçirmeden, gerektiğinde acı çekmeden, kendini bir hiç kabul etmeden, “manay-ı harfiyle” bakmadan “biz/nahnu” havuzunda yıkanıp tertemiz olamazlar. “Ben” in asıl kendini göstermesi gerektiği yer, sayısız bireylerin oluşturduğu “biz” bilinciyle temeli atılan toplumun içidir. Asıl sınavını da orada verir. “Ben” in mihenk taşıdır toplum. Orada uyum sağlayabiliyorsa, “ego”nun temel özellikleri depreşmiyorsa, yanlış algıladığı “ego”sundan bir eser kalmıyorsa, eh bir nebze de olsa sınavı kazanmış olur.
“Ben”in, yani “ene”nin kötü yanıdır ego ya da sahtesidir. Hem yalancıdır, hem sahibini kötülüğe teşvik edicidir, hem son derece çıkarcıdır, hem yalnız kendisinden ötürü kaygılıdır, hem acımasızdır, hem ikiyüzlüdür; hem ve hem… “Ego”ya “enaniyet” de diyebiliriz.
“Biz ” olmak için “ben”e sahip insanın yapması gereken şeyler vardır. Her şeyden önce insanın, “ben” olmanın bilincinde olarak, sahte “ben”in, yani “ego”nun ne olduğunu, kendi başına neler getirdiğini bilmesi gerekir. Bu bir eğitim işidir, duygu eğitimidir.
“Ben”in yapması gerekenlerine ayrıntılı değinmeyi bir başka yazıya ya da yazılara bırakarak, şu kadarını söylemede yarar var: Bediüzzaman’ın, “lâakal her on beş günde bir defa okunmalı” dediği Yirmi Birinci Lem’a, baştan sona “ben”in sağlıklı hale gelmesine yönelik kurallarla doludur. Her kural aslında “ben” in akması gereken bir mecradır. Bu mecrada kendini bulur “ben”; sahibine de olgunlaşmanın yollarını bahşeder.
İşte İhlâs Risalesi “biz” olmanın geniş, son derece sağlıklı caddesidir. “Ben” bu yolda özgürdür, yalnız Allah’ın kulu olma şerefine ermiştir, kendisi gibi olan başkalarının kölesi olmaktan kurtulmuştur.
“Kevser-i Kur’anîden süzülen tatlı, büyük bir havuzu kazanma”nın da en kestirme yoludur.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.