Beni Dinle, Beni Söyle

Kâinat küll. Varlıklar tamamlayıcı cüzleri. Eşya birbiri içine girmiş. Gizli bir el arzdan arşa bütün eşyayı bir mecliste saf saf dizmiş. Gizli bir ses varlığı birbirine bağlamış. Kendinden bir dil katmış.  O dil ile varlıklar konuşuyor, görüşüyor, halleşiyor, haberleşiyor, istişare yapıyor. Cansızlar, canlılar, bitkiler, hayvanlar, insanlar,  insanların azaları birbirinin  yardımına koşuyor.

İç sesin bir tarafı “sur borusuna”, diğer tarafı anne rahminden ruhlar alemine bakıyor. Ezelden gelip ebede gidiyor. Ezeli arzulara ebedi cevaplar veriyor. Allah, kelamıyla konuşuyor, konuşturuyor. Anlaşıyor, anlaştırıyor. Meşveret ediyor, ettiriyor. Bu muhteşem nizam ve mizan milyarlarca yıldır işte böyle kusursuz ve mükemmel şekilde devam ediyor. 

İnsan kâinatın bütün zerreleri ile alakadar. Hepsiyle ya alacaklı ya da borçlu. Çiçekle, böcekle, yıldızla, güneşle bağı var. Arzda yaşıyor.  Ama arzdan, arzileşmekten kurtaracak dili, duası, tazarrusu, niyazı var. Arzdan arşa, arzilikten semaviliğe, eşyadan Sahibine varacak hissiyatı var.

İmansız nazarla bakıldığında emel ecel ile mukadder. Emele varmadan ecel geliyor. Halbuki en ince duygu ebede uzanan emellere ecel olmuyor. O duygu çiçeklere, böceklere, yıldızlara, semaa ulaşabiliyor. Semaa ulaştığında semavileşiyor; kudsiyet peyda ediyor. Ebedi bir duaya dönüşüyor. Neticesini ya bu dünyada, olmadı ahirette muhakkak alıyor. 

Arzdan arşa, seradan süreyyaya kadar öyle bir düzen var ki, yerde yaprak dalından düşse, gökte yıldızlar  yaprak yaprak yere düşecek. Ayasofya’nın kubbesinden bir taş düştüğünde nasıl ki kubbe çökerse kâinat kubbesinden de bir varlık eksilse gökkubbe düşecek; kıyamet kopacak. Demek taşlar arasında öyle muhteşem bir dil var ki, birisi o taşları ilmek ilmek kâinat kubbesine işlemiş. Yetmemiş, hepsini birbirine müheyya eylemiş.  Aralarına gizli bir aşk koymuş. O aşk ile birbirlerine tutunmuşlar. Konuşuyorlar, halleşiyorlar, dertleşiyorlar.  “Ya Hu, tamam olmuyor bu beste. Bu kubbe yere düşmesin. Bu mabed ebede kadar devam etsin” diyorlar. Demek, Ayasofya’nın kubbesindeki taşları birbirine bağlayan işte bu aşk. TOKİ’nin yaptığı camilerin 10 yıl içinde dökülmeye başladığını hatırladığımızda günümüzde sadece insanların değil, taşların bile lâl kesildiğini, kalplerin taştan daha fazla katılaştığını, birbirine ve kâinata karşı merhametsizleştiğini fark edebiliyoruz.

Nur-u Muhammedi (s.a.v.) kâinat kubbesinin en değerli yapı taşı. O nurani taştan yaratıldı bu gökkubbe. O bütün taşları birbirine bağlayan bir taş. Zikir halkasının taşı, başı, serzakiri. Bütün taşlar onun çağrısıyla toplanıyor, istişare ediyor.  Bu istişare ezelde başladı; ebede kadar üstüne koyarak devam edecek. Ne zaman  kâinattan risâlet-i Muhammediye’nin (asm) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek.

Aşkla yaratılmış kâinat. His ve heveslerine tabi insanı saymazsak her şey birbirine aşkla bağlı. Herkes birbirinin sesine, sözüne, siretine, suretine koşuyor. Herkes, kimin neye, ne zaman, ne kadar ihtiyacı varsa anında karşılıyor. Bülbülün sesi, gülün suretine çağırıyor. Sesler suretlere ses, suretler seslere suret veriyor. Bu beste işte böyle tamama eriyor.

Ağaç, “nar” meyvesini vermek için nurdan güneşi yanına çağırıyor. Güneş çağrıya kulak veriyor. Nuruyla, narıyla, harıyla göklerden yere iniyor. İstiareler, istişareler, halleşmeler… derken harını ve nurunu bırakıyor ağaca. Oradan bir “nar” dünyaya geliyor. Demek bu “nar”ın babası güneş. Narını, ateşini babasından almış.

 

Anne ağaç nara hamile kaldığı günlerde hararet basıyor; susadıkça susuyor.  Üst kat komşusu bulutlar durumdan haberdar oluyor. Yağmurlar yağmaya başlıyor. Yağmur ab-ı hayat oluyor. Ağacı emziriyor. “Nereden geliyor bu değirmenin suyu? Nereden geliyor bu narın kırmızı suyu?” diyenlere cevap veriyor: Elbette yağmurdan...

Anne ağaç zamanla acıkıyor. Alt kat komşusu toprak, ekmek yapıp kapısına bırakıyor. Ekmek öyle güzel pişmiş ki... Şu narın kırmızı kabuğu var ya, işte o kırmızı topraktan geliyor.

Nar ağacı güneş, su ve toprağı yardıma çağırdı. İstişare etti. Nur topu gibi bir nar dünyaya geldi. Bir iken bin oldu. Binlerce nar dalları sardı. Her narda güneş, su ve toprak kendinden bir parça buldu. Bakanlar onsekiz bin esma-i hüsna tecellisini ve tesellisini gördü. Dünyada aziz bir misafir olarak mukim insana bakanlar narda nuru gördüler. Ağaç istişare etmeseydi, kendi yağıyla kavrulmaya seçseydi yağsız, tatsız, tuzsuz, meyvesiz, semeresiz olacaktı.

İnsan kâinat aleminde bir nar ağacıdır. Arzda yaşasa da narını da, nurunu da göklerden almıştır. Rüyalarda, yakazalarda, alem-i misalde semavi hakikatleri semavi şahsiyetlerle istişare etmiştir. Kendisine “senin de reyin var bu asrın temsilcisi. Hem dinle, hem de söyle” denilmiştir. Bu meclislerde manevi güneşlerden nurlar almıştır. Risale’nin nurları bu güneşlerden gelmektedir.

İnsan hakikate hamile kaldığında susadıkça susamıştır. Kur’an yağmur gibi yardıma koşmuştur. İmana muhtaç gönüllere selis, akıcı beyanıyla altın kaselerde ab-ı hayat sunmuştur. Risale’deki  akıcılık, süt kıvamındaki güzellikler işte bu yağmurlardan gelmektedir.

İnsan kâinat tarlasında arz ehlinden ilim gıdası almıştır. Göklerden, göklülerden ilm-ü ledün, Kur’an’dan feyz alan insan yerlilerden, arzlılardan kesbi ilim alarak ilmin künhüne, hakikatin aslına ermiştir. Risale’nin gönüllere güneş, kalplere su kıvamında feyz, akıllara ilim olması bundandır. Bu asrın ve gelecek asırların nuru olan Risale işte böyle sema ve arz ehlinin istişaresi ve istiaresi ile vücud bulmuştur.

Yıldızlar istişare ederek, yardımlaşarak, birbirlerinin “özel”ine müdahale etmeden gelin-damat gibi yengeli-dengeli şekilde milyarlarca yıldır yaşayıp gidiyorlar. Bir iken bin oluyorlar. Gece böcekleri gibi kendi ışıklarıyla yetinmek yerine güneşin çağrısına kulak verip cezbeyle semada zikre katılıyorlar. O zikirle nurlanıyorlar, nurlandırıyorlar. İstişareden doğan itaatle gecelerde güneş vazifesi görüp gözlere fer, gönüllere fereç veriyorlar.

İnsanın yıldızlardan alacağı ders var. İnsan günümüzde merkezinden, kendinden uzaklaşıyor. Kâinata, insana, cemaate, cemiyete, sema ve arz ehline, dünya ve ahirete yabancılaşıyor. Dilsizleşiyor, sağırlaşıyor, körleşiyor, kalpsizleşiyor. Kendini de, etrafındakileri de, kâinatı da yalnızlaştırıyor. Ne istiare ediyor, ne istişare. Diyalog kapılarını kapatıyor. Hakikate sırtını çeviriyor. Kendini başkaların, toplumun, hatta Rabbimizin yerine koyuyor. Ene çağında kararlarını tek başına alıyor. İşini de, eşini de kendi seçiyor. Bir zaman sonra işini de, eşini de, kendini de kaybediyor. İşsizlik, eşsizlik, kendibaşınacılık başını alıp gidiyor. Sonrası dağılan yuvalar, dünyalar, dualar… Halbuki “beşeriyetin sosyal hayatı iman hakikatlerinden gelen meşveretle yaşayabilir” ancak.

Çağımızda insan kutsalını yitirdi. Sesini kâinattaki içsese katmaktansa kendisiyle konuşmayı seçti. Bataklıkta debelenip duruyor.  Esfel-i safiline düştü, düşecek. Böyle bir çağda Risale bizi kendine, ahsen-i takvime, yaratılmışların en yükseğine çağırıyor:

Beni dinle.

Sesini bana ver.

Sesimi de kendine al.

Aradığın yar ve yardımcıyı sana bildireceğim.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
1 Yorum