Habibi Nacar YILMAZ
Bin altın, on altına eşit olur mu?
Bazen dersleri renklendirmek için, diyalog içine girmeye çalışırız. Bir gün "Bir mi büyük bin mi?" diye sormuştum gençlere. Hocam dediler, elbette ki bin büyüktür. O zaman "Bin kilo kömür ile bir kilo altını kıyaslayın." dedik. Hatta şimdilerde bir gram altın da diyebiliriz. Demek, büyüklük küçüklük içine keyfiyet, mahiyet, değer katsayısı girince, hüküm değişiyor. Adam önde görünüyor, çok ses getiren büyük ve hacimli hizmetler yapıyor mesela. Ama küçük bir riya ile hepsini yerle bir ediyor.
Şimdi de başlıktaki bin altın ile ön altını karşılaştırıp "Eşit olur mu?" diye soruyoruz. Olur mu sizce? Bu soruyu geçenlerde öğretmen yetiştiren bölümün öğrencileri ile olan sohbetimizde sorduk. Konumuz da insandı. Yani "İnsan nedir?" konusu üzerinde duruyorduk. Kimisi edebiyat, Türkçe; kimisi matematik, rehberlik ve tarih okuyan gençlere, ilk derslerinde kendilerini heyecanla bekleyen talebelerine ne anlatacakları ile ilgili tecrübelerimizi aktarmaya çalıştık.
İşin başı, karşındakini kim olursa olsun itip kakmamak. Yani değer vermek. Sen değer verirsen, karşıdaki de sana değer verir. Marifet iltifata tabidir, deniyor ya. Bunun çok örneklerini yaşadım, yaşıyoruz. Nice muarız ve itirazcılarımızı dost edindik bu sayede. Bu, hizmette de böyle. Hiç farkı yok. Malzemesi insan olan her şey çetin, zor. Bin bir hissiyatla, her an çevrilebilen meyillerin arasındayız. Bakıştan tut söze, tavırdan tut göze her şeyden müteessiriz, etkileniyoruz yani. Hemencecik karşı tavır geliştiriyoruz. Fikriyât ve hissiyattan fedakârlık, kahramanlık işi oldu artık. Onun için üstad "Birbirinize olan kötü sözleri üzerime alıyorum.' diyor. Yani birbirinizden incinmeyin. El ele tutuşmak, omuz omuza vermek, bu asırda çok ehemmiyetli demek istiyor. Şahıs zamanı değil. Tek başına bir anlam ifade etmiyorsun bu asırda. Palandöken Dağı'nda bir fındık ağacı ne kadar büyük ve gür olsa da rahmeti celb edemeyeceği gibi, sen de ben de bize ait cüz'i bir şerefi tercih ettiğimizde rahmeti, bereketi üzerimize, sözümüze çekemeyiz. Her neyse, nereden nereye geldik. Biraz gayr-i ihtiyari oldu. Özür dilerim. Başa dönelim biz.
Arkadaşlara "Dünyada kendi varlığının farkında olmayan varlık var mıdır?" diye sordum. Yani var olduğunu bilmiyor; kendinden, yediğinden, içtiğinden, üretip yaptığından haberi yok. Biraz duraksadılar. Birisi, var hocam hayvanat, dedi. Doğru, hayvanlar mesela koca develer yer, içer, gezer, dünya kadar yük taşır. Ot yer, süt, et üretir. Hem de bunları yaparken, tam bir teslimiyet içindedir. İnsan gibi güçsüz, cılız varlıkların emrine girer. İtirazsız yatar, kalkar. Fakat bunlardan haberi yoktur. Ben yaptım, ettim, verdim diyemez mesela.
Hayvanların tümü öyle. Onun için ne rütbe ne de bir iltifat beklerler onlar. İbadetleri de öyle. Yani âdetleri ibadetleri sayılıyor. Çok harikalar, mucize işler çıkarırlar. İnsanların asırlardır inceleyip muhtevasını yeni yeni çözüp öğrendikleri sütü, eti, yünü üretirler. Fakat bunların hiçbiri bir fakülteye gidip tahsil almadan yaparlar bu harika işleri. Başka bir âlemde bunları öğrenip gelmiş gibiler değil mi? Gibisi yok, öyle. Niçin kendilerinin farkında değiller? Bir yazımızda da anlatmıştık. Bunlar "enesiz misafirler" de ondan. Ben diyemiyorlar. Akılları var. Fakat bu akla, şuur takılmamış. Onun için diğer hissiyatları da gelişmemiş. Onlara Cenab-ı Allah on altın vermiş. Onlar, on altın ile idare ediyor. Fakat kendilerine verilen rolleri, mükemmel oynuyorlar.
Biz ise, bin altın almışız. "Nâzik letâif ve mâneviyat hassas âzâ ve âlât" ile donatılmışız. Yani derin bir akıl, donanımlı bir ruh, binlerce hissiyat bizde. Bu kadar yüksek donanımın yapacağı iş de ona göre daha yüksek olmalı değil mi? Yoksa kendinden habersiz, yani benlik duygusundan mahrum olarak biz insanlara hizmet için seferber olmuş olan hayvanata, hizmetçi olmak gibi bir konuma düşeceğiz. Hizmetçisine hizmetçi olmak...Ne hâzin?
Bin altınımız var, o kadar da zenginiz. Fakat bunun farkında değilsin. Hayvanlar kendilerinin, biz ise sahip olduklarımızın çoğu zaman farkında değiliz. Zengin kaynakların fakir bekçisiyiz. Farkında olmayınca, ne oluyor? Aynen hayvanat gibi, asıl vazifemizin "yemek, içmek ve yatmaktan" yani bir nevi "batın ve fercin hizmetini görmekten" ibaret olduğunu zannediyorsun. Ye, iç, yat. Fakat bu üç fiili, hayvanlar bizden daha iyi, daha keyfiyetle, hem de tasasız, telaşsız yapıyorlar. Çünkü günlük de olsa bizler gibi, bunlara ulaşamama endişeleri yok. Kaybettiklerinde, bizim gibi yüksek donanımlarını kaybetmiyorlar. Zararları hafif. Sadece hayvaniyetlerini kaybediyorlar. Biz bin altın keyfiyetimizi, sadece "güzelce yemek, paçavraları giymek, çok konforlu yataklarda yatmak" şeklinde hem de bir ömür boyu geçirirsek, bin altını, on altına eşitlemiş olmaz mıyız? "Yüksek, ulvî, latif, halife, aziz bir misafir derecesindeki keyfiyetimizi "batın ve fercin hizmeti" derekesine, Türkçesiyle "pislik makinesi ve şehvet bekçiliğine" çevirmiş oluruz. Bu da bizi "mânasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir."
Halbuki insanın mâhiyetine "kudretten verilen bu bin altınlık ehemmiyetli cihazat, kıymetli programlar", "İslamiyet suyu ile, imanın ziyasıyla(ışığıyla) ubudiyet toprağı altında" sümbüllenmek ve hakîkî gayelerine yönelmek için verilmiştir. Onların her birinin "iman, marifet, müşahede, tefekkür, tezekkür ibadet" gibi, ulvî, yüce ve yüksek gayeleri vardı. Bunların biricik gayesi, nefs-i emmarenin emrinde çalışmak olmamalı, olamaz. Bin altın keyfiyetinin on altının altına düşmesini netice veren bir kaybın yerini, hangi inceleği bilmek, hangi zevki tatmakla doldurabiliriz.
Evet dostlar, ahiret hayatı yeniden değil, dünyanın devamından başlayacak. Aldığımız numara ve mertebeyi, kesbettiğimiz yüksek keyfiyeti ya da düştüğümüz derekeyi devam ettireceğiz. Aman dikkat! Düşünce ortada kalamıyoruz.
Selam ve dua ile.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.