Metin KARABAŞOĞLU

Metin KARABAŞOĞLU

Bir anket, bir soru, bir cevap

(Independent Türkiye’nin yayına hazırlık döneminde Konda araştırma kurumunun yayınladığı ve ‘Türkiye’de ateistlerin sayısının arttığı’ sonucunu içeren bir araştırma üzerine benim de fikrim sorulmuştu. İlgili internet mecraında kısmen yayınlanan cevabımın tam metnini paylaşıyorum. Bu arada www.independentturkish.com’a yayın hayatında başarılar dilerim.)

Konda'nın açıkladığı rakamları, Türkiye’de ateistlerin oranının yüzde 1’den 3’e çıktığı şeklinde değil; ateist olduğunu ifade edenlerin oranının yüzde 1’den 3’e çıktığı şeklinde yorumlamanın daha doğru olacağı kanaatindeyim. Kanaatimce bu rakam on yıl önce de yüzde 1’in üstündeydi (ve muhtemelen bugün de yüzde 3’ün üzerinde); ancak o günden bugüne Türkiye içinde ve dünya genelinde yaşananlar kendisini ‘ateizm’le tanımlamanın ve ateist olduğunu açıklamanın daha kolay veya daha cazip olduğu bir iklim sunuyor.

Çünkü bütünüyle dünyada postmodern bir dönüşüm yaşanırken, bu dönüşümün bireysel, sosyal, psikolojik, entelektüel alanda insanların dünyasına getirdiği yeni sorular ve meydan okumalar dindarlar tarafından henüz yeterince anlaşılmış, dolayısıyla güçlü ve herkese ulaşan cevaplar üretilmiş değil.

Yanısıra, genelde dine yönelik küresel bir karşıtlığın daha güçlü bir şekilde kendisini ifade etmeye başladığı bir vâkıa iken, özellikle İslâm sözkonusu olduğunda üretilen ‘İslamofobik’ dalganın Müslüman dünyada daha da sert sonuçlara yol açması elbette beklenmeli. Özellikle de İslâm coğrafyasında değişik Müslüman gruplar arasında yaşanan çatışmalar, iç savaşlar, Daeş, el-Kâide, Boko Haram gibi örgütlerin giriştiği terör eylemleri dinin şiddetle özdeşleştirilmesi gibi bir sonuca yol açtığı için, ‘din ile arasına mesafe koyma’ olgusuna İslâm sözkonusu olduğunda daha da ivme kazandırıyor.

Türkiye şartlarına baktığımızda ise, son on yılda bu noktada bir dizi olumsuz gelişmenin yaşandığını görüyoruz. Devletin seküler bir ideolojinin aygıtı olarak konumlanarak baskıcı, kayırmacı ve vesayetçi bir tutum geliştirdiği uzun bir dönemden sonra, ‘dindar’ olarak tanımlanabilir durumdaki bir kadronun siyasetin merkezine yerleşmesi, herkes için özgürlük, adalet, refah, eşitlik, insan haklarına saygı vaad eden, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesiyle yola çıkan bir söylemle gerçekleşti. Ama ilerleyen zaman içinde bu oluşumun yaşadığı ahlâkî deformasyon; devlet içinde adalete ve eşitliğe dikkat etmeyen kayırmacı politikalar üretilmesi, refahın adil paylaşımı yerine bir ilişkiler ağı etrafında dağıtılması, özgürlüğün ve insan hakları konusundaki duyarlılığın ‘devletçi’ bir bakışla artık problem olarak görülmeye başlaması ve onun yerine otoriter söylem ve politikaların egemen olması, özgürlük-güvenlik ikileminde ilkini öne çıkaran tutumdan ikinciyi öne çıkaran tutuma doğru yönelmekle ‘yaşatmanın politikası’nın yerini kutsallaştırılmış amaçlar uğruna ölmenin ve öldürmenin de kutsandığı bir söyleme doğru yol alınması gibi olgularla maalesef bir eksen kayması yaşandı. Buna karşılık, ‘dindar siyasetçiler’ yaşanan bu eksen değişimine güç ve meşruiyet kazandırma uğruna kolay bir çözüme, siyaset için dinin araçsallaştırılması yoluna başvurdular.

Neticede hem siyaset yapıcılar hem de bu siyasete onay veren kitleler açısından baktığımızda, dindarların sözkonusu süreçte adalet, özgürlük, insan hakları, eşitlik gibi temel insanî konularda sınavı başarıyla verdiklerinden söz etmek ne yazık ki mümkün değil. Üstelik, gayrimeşru bir surette, yani ‘sızarak’ ve ‘kadrolaşarak’ devlete hâkim olma çabasındaki dinî iddia taşıyan bir yapıyla siyaset arasında önce gerçekleşen simbiyoz, sonra yaşanan çatışma ve bu çatışma esnasında hukukun gerektirdiği hassasiyetlere riayet edilmemesi gibi bir dizi unsurun, dolayısıyla geniş kamuoyunda ‘dindarlığıyla’ tanımlanan bu unsurlar arasında yaşanan bu kadar sert bir çatışmanın; yanısıra siyasetin desteğini almak üzere modernist-gelenekçi bir dizi eğilimin dinî konularda kamusal alanda kullandığı sert ve dışlayıcı din dilinin de bu sonuçtaki etkilerini gözönüne almak gerekiyor.

Dolayısıyla, şahsî gözlem ve kanaatim, daha az bir oranı kendisini ‘ateizm’le tanımlamak üzere, özellikle gençler arasında daha geniş bir kesimde din ile arasına mesafe koyma gibi bir eğilimin giderek güçlendiğidir. Dindarların söylemi ile özellikle güç ellerinde temerküz ettiğinde gerçekleşenler, yani söylem ile eylem arasındaki tutarsızlık, bu mesafenin oluşmasında ve büyümesinde ciddi bir etken durumundadır… Çünkü gözüyle gördüğü yaşanan gerçekler, insanları dile getirilen ideallerden daha fazla etkiler.

Bu noktada, ‘dindar padişah’ olarak Abdülhamid döneminde yetişen çocukların ve gençlerin önemli bir oranının yaşadığının benzerinin tekrarlanıyor olduğu endişesini taşıyorum.

Bu olgunun ivme kazanmaması için ise, dindarlar arasında dinin siyaset için araçsallaştırılmasına tavır koyan bir çizginin gelişip güçlenmesi; yanısıra, dinin yeniden adalet, özgürlük, sevgi, merhamet, insana ve hayata saygı gibi kavramlarla birlikte anılır hale gelmesi; ve son tahlilde nihaî hedefi ‘uhrevî’ olan dinin dünyevî ikbalin sebebi ve kapısı kılınmasına karşı dindarâne bir tepkinin ortaya konması gerekiyor…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
2 Yorum